15 Mayıs 2005 Pazar

Milli Gelir Kimin Geliri, Mayıs 2005, Siyasi Gazete

Sakıp Sabancı, 2001 krizinin yaşandığı dönemde bir televizyon programında “ bu krizde ben %30 yoksullaştım” diyordu. Muhtemeldir ki, televizyonları başında haberleri izleyen ücretliler de, bu konuşmanın ardından, krize rağmen ücreti düşük de olsa hala bir işlerinin olmasına şükürler edip, Sabancı’nın bile yoksullaştığı bir ortamda kendi yoksulluklarına ses çıkarmanın gereksizliğini düşünmüşlerdir. “Sabancı’nın yoksullaşması”! ilerleyen zamanlarda fazlasıyla telafi oldu. Bunu sağlayan, sermaye birikiminin, sermayeyi de kendi içinde farklılaştıran çelişkili kulvarında1, uluslararasılaşmış kapitalizme uyum sağlayamayan sermaye gruplarının piyasadan çekilmesiydi. Sabancı Holding dahil olmak üzere, piyasadan çekilen sermaye gruplarının yerini dolduran birçok holding, bu süreçten kazançlı çıkarken birçoğu da bu sürecin kaybedenleri oldu. Sabancı’nın sözkonusu ifadesi bu yazının kapsayamayacağı kadar analiz gerektiren bu durumun yanında, bir başka şeyi de vurgulaması dolayısıyla dikkat çekiyordu: “Bu krizle hepimiz yoksullaştık.” Bir başka ve daha yaygın ifadeyle “hepimiz aynı gemideyiz, gemi batarsa hepimiz batarız”!

Ekonomiye neoliberal gözlüklerle bakan tüm kesimlerin analizlerinde hissedilen bu anlama biçiminin iç yüzünü Hollywood’un gösterişli yapımı Titanic, belki yönetmeni bile farkında değilken, güzel bir biçimde ortaya koyuyordu: Şamdanlı masalarda, müzikli akşam yemekleri yiyerek yolculuk yapan birinci mevki yolcuları ile geminin en dibinde ve üst üste yolculuk yapan üçüncü mevki yolcuları...Gemi batarken filikalara binip kendini ilk kurtaranların birinci mevkiidekiler olmasına karşın, üçüncü mevkiidekilerin, filikalara yanaşamasınlar diye zincirlerle kapılarının kilitlenmesi... Ve üçüncü mevkidekilerin batan gemiyle birlikte, zincirleriyle beraber, okyanusun karanlığına gömülmesi...

Yukarıda simgesel bir dille anlatılmaya çalışılanlar şu şekilde daha somut bir hale getirilebilir: Gazetelerin ekonomi sayfalarında gezindiğimizde ya da egemenlerin söylemlerine kulak kabarttığımızda, iktisadi alana ilişkin yapılan değerlendirme ve yorumlarda kullanılan verilerin milli gelir, yatırımlar, tasarruflar gibi genelleştirilmiş veriler olduğunu görürüz. Bu verilerden hareketle “ekonomik durumumuz”un nasıl olduğunu öğreniriz. İhracat ya da yatırımlar arttığında milli gelirin artacağı, milli gelir arttığında da “milletçe” zenginleştiğimiz söylenir. Hatta bazen kimileri hızını alamayıp, “milli gelirimiz yanlış hesaplanıyor” diyerek kaleme sarılıp, işveren sendikaları desteğiyle “Avrupa’nın beşinci zengin ülkesi olduğumuz”u ispatlamak için yeni “Milli gelir hesaplama yöntemleri” geliştirmeye kalkabilir.2 Tüm bu anlama biçimlerinin altında yatan mantık aynıdır: Aynı gemideyiz...

Bu bakış açısının egemenlerin dilinde ve mantığında olması anlaşılabilir olmakla birlikte sadece onlarla sınırlı olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Zaman zaman solda duran iktisatçılar da ekonomiyi bir bütün olarak kabul eden analizler geliştirebiliyorlar. Şöyle ki: 3

  • Yaşanan ekonomik gelişmeler analiz edilirken, sorumluluk hükümetin uyguladığı ya da IMF gibi uluslararası kurumların dayattığı iktisat politikalarına yükleniyor. Bu eleştirel bakışın da yalnızca bunlarla sınırlı tutulmasını doğuruyor. Dolayısıyla anti-kapitalizm yerini, kalkınmacı-ulusalcı bir perspektifle sunulan anti-IMF’ciliğe bırakıyor. Bu durum ise, üretim ilişkilerini dışlayan ve sadece bölüşüm ilişkilerine dayanan önerileri ortaya çıkarıyor. Yaşanan olgularda IMF, Dünya Bankası gibi kurumların rolü elbette tartışılamaz. Ancak, sürecin asıl sorumlusu, sermayenin icra organı olan IMF değil, 1970’lerden itibaren içine girdiği uzun dalga krizinden kurtuluşu emeğin kazanılmış haklarını geri almakta ve hayatın her alanını kara dönüştürmekte gören kapitalizmde aramak gerekiyor.

· IMF ya da hükümet politikalarının doğrudan yatırımları engelleyerek spekülatif sermayeyi davet ettiği anlayışı, sermayenin zamana göre farklı formlar alabilme özelliğinin gözden kaçırılmasına ve üretici sermaye ile para sermayenin birbirinden tamamen bağımsız olduğu anlayışını doğuruyor. Aynı zamanda iki farklı sermaye formundan birisinin diğerine tercih edilmesini. Bu mantık yatırımların istihdam yaratıp “milli gelir”i arttıracağı varsayımına dayanır. Bu varsayım ise, “hepimiz aynı gemideyiz” ön kabulüne. Evet yatırımlar mili geliri arttırır ama, artan milli gelir, tüm topluma aynı oranda fayda sağlar mı? Diğer bir ifadeyle “milli gelir sahiden milli midir ?” Acaba Ferit Şahenk’in “Hedefimizde Türkiye’de Volkswagen üretmek de var”4 demesi hükümet politikalarının yatırımları arttırıyor olmasından dolayı başarılı olduğunu mu gösterir, yoksa işgücünün ucuz olması ile mi ilgilidir ?

· Uygulanan politikaların, sermayenin söylediğinin aksine “istikrarlı büyüme” yaratmadığı ya da artan ihracatın “yoksullaştırıcı olduğu” söylemi, düşünsel çizginin egemen iktisat mantığı zemininde kurulmasının yanında sebeplerin sonuç gibi algılanmasına yol açıyor. Çünkü “istikrar” sermayenin son yıllarda en çok ihtiyaç duyduğu ve bahsi geçen analizlerdeki “spekülatif yabancı sermaye”nin bir ülkeye akın etmesini sağlayacak bir olgu. İstikrarlı ya da istikrarsız, büyüme ise, tanımı gereği milli geliri arttırır ama, gelir dağılımını kapsamaz. İhracatın yoksullaştırıcı olması konusunda ise şu söylenebilir: Türkiye’nin ihracatçı büyüme modeline geçtiği 1980’lerden itibaren ihracatın artması çalışanların yoksullaşmasına bağlıdır. Bunu sağlayan hükümetin ihracat politikalarının kötü olması değil, rekabete dayanan uluslararası işbölümünün kendisidir. Dolayısıyla, yoksullaştırıcı olan son yıllarda artan ihracat değil, Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmine eklemlenmesini zorunlu kılan kapitalist gelişmedir.

· Son olarak kalkış noktası yukarıdaki anlama biçimi olan analizlerin yaptığı somut önerilere dikkat çekmek gerekiyor. Bu öneriler, “IMF ile ya da IMF’siz ikilemine takılıp kalmamak gerekiyor”, “ulusal üretime dayanan bir programa IMF’nin diyeceği birşey olamaz” gibi söylemlerle IMF ile pazarlık yapılmasını önermektedir. 5 Bu ise, belirli bir çerçevenin içine hapsolunması sonucunu doğurmaktadır.

Yukarıda ele alınmaya çalışılan anlama tarzının somut politika önermekte daha işlevsel olabildiği söylenebilir. Ancak önerilen bu somut politikanın, sınıfsal perspektiften uzak, kapitalist ilişkileri aşmaya kapı aralayacak öneriler olmaktan çok, Keynesyen öneriler olduğunu belirtmekte fayda var.



1 Bu konuda daha detaylı bir değerlendirme için Fuat Ercan’ın Praksis dergisinin 5.sayısında yer alan “Çelişkili Bir Süreklilik Olarak Sermaye Birikimi” başlıklı makalesine bakılabilir.

2 Hürriyet, 10 Ekim 2004. Eski Maliye Bakanlarından Ekrem Pakdemirli bir süredir milletçe ne kadar zengin olduğumuzu ispatlamanın peşinde. Pakdemirli’nin iddiası Türkiye’de milli gelir hesaplarının yanlış olmasından dolayı Avrupa’ya fakir gösterildiğimiz. Kendisine göre Türkiye’de milli gelir 6034 dolar. Aynı zamanda Türkiye 11 bin 880 dolarlık satın alma gücü paritesi ile Avrupa’nın beşinci zengin ülkesi

3 Bu yaklaşıma özellikle Birgün Gazetesi’nin ekonomi sayfalarında ve son olarak da Petrol-İş Sendikası’nın hazırladığı “IMF TAHRİBATI TÜRKİYE 2000-2004” başlıklı raporda rastlanıyor.

4 Hürriyet, 31 Ekim 2004

5 Örnek olarak Aziz Konukman’ın Birgün gazetesinin 6 Kasım 2004 tarihli sayısındaki makalesine ve Petrol-İş Sendikası’nın “IMF TAHRİBATI TÜRKİYE 2000-2004” başlıklı raporuna bakılabilir.