31 Ocak 2007 Çarşamba

Başbakan'a Açık Mektup (www.sendika.org)

Tolga Tören

Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa'da gezdiğiniz yoksul mahallelerini görünce Şurada hemen Sheraton Oteli var. Böyle yerleri görünce insanlığımdan hicap* duyuyorum. Burada açlık, hastalık her şey var… Bizim gibi sorumluluk makamında olanlar özellikle buralardan dünyaya bakarlarsa çok daha anlamlı olacak” dediğinizi okuduk gazetelerden. Elbette Başbakanımızın yoksul halkların sorunlarına ilgi duymasından mutlu olduk, onur duyduk. Gerçi, aynı hassasiyeti, yıllardır Müslüman kardeşleriniz olarak tanımladığınız ve gene yıllardır bombalar altında inleyen, ilaç bulamayan, ülkeleri işgal/talan edilen, yoksulluğun pençesinde kıvrandırılan Filistinli, Iraklı, Lübnanlı kardeşlerimiz için de gösterseydiniz daha bir onur duyardık. Ama siz tam tersine, örneğin Irak işgalinin Türkiye’nin de ortaklığı ile gerçekleşmesi için gereken tezkereyi TBMM’den geçirebilmek için bir hayli uğraştınız. Sonrasında ise, Iraklı kardeşlerimizin (bizlerin de pek sevmediği ama gene de idamına, her şeyden önce idam cezasına karşı olduğumuz için, yani ahlaken; sonrasında ise, birçok hukuksuzluğu barındırdığı için karşı çıktığımız) devlet başkanları asılırken pek bir ilgisiz kaldınız, geçiştirdiniz adeta. "Irak, Türkiye'nin AB sürecine göre çok daha öncelikli bir sorun haline gelmiştir" dediniz ilkin. Ardından eklediğiniz "Bize göre arife, Arap dünyasına göre bayram. AB üyesi bir ülke olarak baktığınız zaman veya insan hakları noktasından baktığınız zaman farklı yönleri var. Fakat olaya ben geçmiş, bugün ve gelecek noktasından bakıyorum" sözleri ile de, hem nalına hem mıhına vurdunuz. Ama sonuçta bir araba laf edip, hiçbir şey dememiş olmayı layıkıyla becerdiniz. Herhalde reel politika, çok özendiğiniz merhum Özal’dan öğrendiğiniz “bir koyup üç alma” politikası ya da kendi kendinize biçtiğiniz medeniyetler çatışmasını önleme misyonunuz bunu gerektiriyordu. Siz ve temsil ettikleriniz kaç koyup kaç aldınız umurumuzda değil. Ama biz görüyoruz ve “hicap duyuyoruz”, medeniyete beşiklik yapmış bir coğrafya, kan ile yıkanıyor. Ve bu konuda bu zamana kadar hicap duymamış olmanız nedeniyle, Iraklı kardeşlerimizin kanı sizin de ellerinize bulaşmış durumda.

Etiyopya’daki beyanınız bizim buraları da hatırlattı bana. Bir an, acaba kendisini, işsizliğin ve sosyal güvenceden yoksun çalışmanın hiç olmadığı; asgari ücretin insan onuruna yakışır düzeyde ve çalışanların sendikal haklarının güvence altında olduğu; eğitim-sağlık hizmetlerinin ücretsiz/koşulsuz sağlandığı; çöpten ekmek toplayanların, sokaklarda yatanların ve yanarak ölenlerin hiç görülmediği bir ülkenin başbakanı mı sanıyor diye düşündüm. Sonra “İstanbul sevdalısı” olduğunuz geldi aklıma. Ama herhalde, oradaki Sheraton’a benzeyen, buralardaki plazalardan bakma şansınız hiç olmadı diye geçirdim içimden. Ben kısaca anlatayım, yanlışı varsa bir düzelteni nasılsa çıkar: Özellikle Mecidiyeköy/Levent tarafında olanlardan geniş açıyla bakılınca deniz görünüyor, boğaz görünüyor, boğazdan geçiş yapan gemiler görünüyor mesela. Ama biraz daha dar bir açıdan, yani o plazaların yakın çevrelerine baktığınızda, o plazaların çoğunun çevresinde, adına gecekondu denen evleri ve bu evlerde yaşayan insanları görüyorsunuz. Hani o sel baskınlarında her şeylerini kaybeden, sizlerin “kentsel dönüşüm” dediğiniz uygulama sonrasında evlerinden yaka paça attığınız, İstanbul’a vize koymak gibi dâhiyane bir buluşla bu kente gelmesini önlemeyi düşündüğünüz insanları. Onların çocukları da genelde, gene o plazaların hemen yakınlarında bulunan sanayi mahallelerinde çırak olarak çalışıyorlar. Tabii ki, okula gid(e)miyorlar. Sizin tüccar kesimin deyimiyle, meslek öğreniyorlar, bizim deyimimizle iliklerine kadar sömürülüyorlar. Son derece sağlıksız çalışma koşulları altında, sigortasız ve tabii ki sendikasız. Sizin simitle hesapladığınız ve daha da azaltmak için elinizden gelen her şeyi yapmaya çalıştığınız asgari ücretin bir kısmı karşılığında. Dilerseniz, yakın ilişki içerisinde olduğunuz ve hemen her konuda, verilerine nasıl ulaştıklarını bir türü anlayamadığımız araştırmalar yapan TOBB Yönetimi’nden, bu konuda da bir araştırma yapmalarını rica edebilirsiniz. Ne de olsa söz konusu işyerlerinin çoğu kendi üyeleri.

Mecidiyeköy/Levent hattından Taksim’e doğru uzanır ve burada bulunan lüks otellerden bakmayı denerseniz, görecekleriniz de, tıpkı yukarıdaki mekânlarda olduğu gibi bakış açısına göre farklılaşır. Mesela, oradaki otellerin yüksek katlarından baktığınızda, en yakında bulunan mekânlardan birisini, Tarlabaşı’nı, görmeniz mümkündür. Genelde topraklarından zorla göç ettirilen Kürtler, Çingeneler, Afrika ülkelerinden gelenler ve dahi dışlanmışlar yaşar orada. Çocukları da mendil, çiçek, simit, bilet satarlar, araba camı silerler genelde. Bazen sizin çok sevdiğiniz yabancı sermayeli yatırımcılardan birisi olan Mc Donalds’ın buzdolabına kapatılırlar, bazen de açılışını yaptığınız ve yerli sermaye olan alışveriş merkezinin korumalarından dayak falan yerler. Evet, doğru hatırladınız, aynı işyerinin yürüyen merdivenlerinden düşüp ölenler olmuştu da, dikkatsizlikle suçlanmışlardı. O iş merkezi. Biliyoruz, tüccarlık hayatında ya da ticari hayatta olabiliyor böyle şeyler. Bu manzaradan sıkılma ihtimalinize karşılık hemen hatırlatalım. Eğer Taksim’de bulunan otellerden geniş açıyla ve tabii ki Tarlabaşı’na sırtınızı dönüp de bakarsanız, gene denizi, boğazı ve gemileri görmeniz mümkündür. Gemi demişken… Anadolu yakasına da uzanabilirsiniz mesela. Otomobil yarışlarında insanların arabaların altında kalarak can verdiği Bağdat Caddesi’ni ve ada manzaralı o güzel siteleri/evleriyle Suadiye’yi geçtikten kısa bir süre sonra, Tuzla Tersaneler Bölgesi’ne varıp, bir de oralara göz atabilirsiniz. Tersanelerde gemi inşa ederken denize düşüp ölen ve cesedi, birkaç ay sonra, yeni bir iş cinayeti sonrasında, tesadüfen bulunanları görebilirsiniz orada da. Neredeyse her Allahın günü iş cinayetlerinde ölen ya da sakatlanan, tabii ki sigortasız, tabii ki sendikasız ve taşeronlara çalışan, çoğu zaman ücretlerini alamayan, zehirlenmesinler diye her gün yoğurt yedirilen işçileri yani. Ama biliyoruz, bunların hiç birisinden “hicap” duymazsınız. Ne de olsa her şey o sihirli sözcük için, kalkınma için değil mi? Ne de olsa hepimiz aynı gemideyiz değil mi? Ya gemi su alırsa… Hepimiz batarız değil mi? Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Oğuz Satıcı ve Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen ile gazetelere ilan vermişsiniz: ihracatımızı "son 4 yıl içersinde % 137, 2006 yılında ise % 16,7 artırarak, 85,7 milyar dolarlık büyüklüğe ulaştıran ihracat ailesine, bu sürece katkıda bulunan tüm kişi ve kuruluşlara teşekkür” etmişsiniz. Bu ailenin varlığını korumasının, o gecekondularda yaşayanların, o tersanelerde yoğurt yedirilip cesetleri aylar sonra denizden çıkarılanların, tekstil fabrikalarında gencecik bedenleri yananların, kısacası metalaştırılmış emek güçleri, üç otuz paraya satın alınanların varlığına bağlı olduğunu, tabii ki biliyorsunuz. Ama elbetteki kalkınmanın “yan gelip yatmayla” olmayacağını da… Onun için, Etiyopya’da duyduğunuz “hicap”ı, burada da duymuyorsunuz, değil mi Sayın Başbakan?

Gene biliyorsunuz, biz geçtiğimiz günlerde, öldürülen onurumuz için yürüdük. Tek ses olduk, “Hepimiz Hrantız, Hepimiz Ermeniyiz” dedik. Sizin de dâhil olduğunuz cenah kızdı bize. Zaten, bir zamanlar bir bakanınız “milleti sırtından hançerliyorlar” demişti. İktidara gelmenizde payı hiç de azımsanamayacak olan ana akım medyamız, Hrant Dink’in yazılarından cımbızladığı ifadelerle “Türklüğe hakaret” edildiğini iddia etmişti. Siz de boş durmayıp hep beraber “301 numaralı yasayı çıkarmıştınız. Yürüyünce biz, “Biz Mehmetiz, Türküz, Müslümanız” falan dediler, dediniz. Oysa biz sizin hicap duyduğunuzu söylediğiniz o görüntüler için de, Iraklı, Filistinli, Lübnanlı kardeşlerimiz için de yürümüştük. Hepimiz emekçi, yoksul; Etiyopyalı, Arap, Lübnanlı, Filistinli olarak. Hatta bir defasında NATO gelmesin diye yürümüştük de polisiniz coplamıştı bizi, bir bakanınız ise, aynı günün akşamı teşekkür etmişti bize. Siz bu meseleye polis tarafından mı bakmıştınız, bakan tarafından mı hatırlamıyorum. Ama muhtemelen yukarıda saydığımız bütün yürüyüşlerde ve eylemlerde olduğu gibi, içten içe “hicap” duymuştunuz.

Şimdi sizinkiler yeni karanlıklar yaratmaya çalışıyorlar. Sizin muhtemel deyiminizle dinlerine ve milletlerine sahip çıkmaya çalışıyorlar, bizim deyimimizle ise, Türkiye’de yaşayan, Türkü, Kürdü, Ermenisi, Çingenesi, Arabı, Lazı, Çerkezi ve bilumum ulustan emekçi halkların başına yeni çoraplar örmeye kalkıyorlar. Biz gene yürürüz Sayın Başbakan. Ermeniyiz, Türküz, Kürdüz, Lazız, Arabız, Çerkeziz, kadınız, erkeğiz ve hep birlikte emekçiyiz diye. Siz, o zaman muhtemelen duyacağınız “hicap”a, bozulan sinirlerinizi de katık ederek, “ananızı da alın gidin” dersiniz, “artistlik yapmayın” dersiniz, “fasa fiso” dersiniz… Biz ise biliriz, sizin duyduğunuz asıl “hicap”, yani Etiyopya’dan bildirdiğiniz gibi sahtesi değil, içinizden, yüreğinizin ta derinliklerinden geleni, tam da bu zamanda duyduğunuzdur.

* Utanma, utanç, sıkılma. (www.tdk.gov.tr)