18 Eylül 2008 Perşembe

Koşaner’in “Dış Mihraklar” Derken Unuttukları - III (www.bianet.org)

Tolga Tören

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Devlet Bakanı Truman’ın Türkiye ve Yunanistan’a aktarılacak askeri “dış yardım”lardan oluşan ünlü Truman Doktrini’ni 12 Mart 1947 tarihinde ilan ettiğini ve buna ilişkin kimi tepkileri bu yazı dizisinin ilkinde aktarmıştık.
Acaba söz konusu dönemde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Demokrat Parti (DP) yanlısı basın, CHP hükümeti ve DP muhalefeti bu süreci nasıl değerlendirdi? Şimdi de ona bakalım. Özellikle sabırlı okuyucu için de belirtelim, ilerleyen yazılarda, önce ordunun bu süreçte yaşadığı dönüşümler ele alınacak, sonra da tüm bu olup bitenlerin bugüne olan yansımaları ve çıkarımları.
Basında Truman Doktrini
Truman’ın ünlü Harvard Nutku’ndan sadece bir gün sonra, 13 Mart 1947 tarihinde CHP’nin resmi yayın organı Ulus Gazetesi’nde Nihat Erim: “Son günlerde Amerika’dan çok iyi haberler gelmektedir”(1) diye başlar ve devam eder:
“Amerika el uzatmadığı, kendi üzerine düşen insanlık mesuliyetlerini cesaretle yüklenmediği takdirde, yeni bir felaket uzak ihtimal değildir”(2).
İlerleyen dönemlerde Demokrat Parti yanlısı yayın yapan Vatan Gazetesi’nin başyazarı Ahmet Emin Yalman da “Yardımın Açtığı Ufuklar” başlıklı bir yazı kaleme alır ve şunları yazar:
“…Tarih bir defa daha Türk milletinin yüzüne gülmüştür. Birleşik Amerika ile başlayan işbirliği milletimizin önünde yeni ufuklar açmış, yeni imkânlar yaratmıştır…”(3)
Hükümet ve muhalefetin gözünden Truman Doktrini
Dönemin basınındaki tepkiler dönemin iktidarının ve muhalefetinin tepkilerini de yansıtır niteliktedir. Örneğin Başbakan Recep Peker, Truman’a cevaben yayınladığı mesajda, Truman’ın realistliğini ve insaniliğini vurgular (4).
TBMM Dışişleri Komisyonu Mahmut Şevket Esendal da, Truman doktrininin ilanını “İkinci cihan harbi ertesi devrinin en manalı politika olayı” olarak tanımlar (5). Bu tavırlar ilerleyen dönemlerde Truman Doktrini ve “dış yardım” anlaşmasının görüşüldüğü TBMM oturumunda daha net ifade edilir.
Örneğin CHP’li Nihat Erim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Türkiye ve dünyanın ortak bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu (komünizm kastediliyor), bu noktada ABD’nin “kendi kıtasına çekilmeyerek kıtası dışında” aktif bir rol üstlenmesinin önemini vurgular. Ve daha da ileri gider:
“Amerika Birleşik Devletlerinin şampiyonluğunu yaptığı fikirler, bizim de milli rejim kurulduğu günden beri, Cumhuriyet Hükümetlerinin uğrunda çalıştığı fikirlerdir” (6). Demokrat Parti ise Truman Doktrini ile ilgili görüşlerini aynı Meclis oturumunda, İstanbul milletvekili Enis Akaygen’in ağzından dile getirir:
"Birleşik Amerika Devletleri hükümetinin memleketimizin kalkınmasını kolaylaştırmak için yapmaya karar verdiği yardımı büyük bir memnuniyet ve şükranla karşılamış olan Demokrat Parti… bu anlaşmayı temamile tasvip eder" (7).
Bu görüşmelerden sonra dış yardım anlaşması TBMM tarafından oybirliği ile kabul edilir (8).
Truman Doktrini’ne soldan tepkiler
Anlaşma’ya ve Türkiye’nin ABD ile “stratejik ortak” olmasına tepki gösterenler de vardır elbet.
Örneğin Sabahattin Ali, 28 Nisan 1947 tarihli Markopaşa’da “Hangi Cepheden Gelirse Gelsin Emperyalizmin Aleyhindeyiz”(9) başlıklı bir yazı yazar. 16 Aralık 1947 tarihli Alibaba’da ise şunları:
“…Mesela bir Alman dostluğudur alıp yürüyor… Derken havalar değişince, dünkü dostlar ‘Tuu, kaka’ oluveriyorlar… Bu sefer Amerika’ya kul oluyorlar. Haydi Amerikan gemileri, Amerikan gazetecileri, Amerikan plakları, Amerikan sanatı, Amerikan malları, Amerikan subayları itibarda. Hatta soysuzun biri çıkıyor ‘Amerika’dan kanunlar alalım, biz Amerika’dan daha mı iyi düşüneceğiz? her şeyimizi oryaya uyduralım’ diye bağırıyor.” (10)
Dışişleri Bakanı Hasan Saka’nın, bu tür iddialara zaten peşinen bir yanıtı vardır: Yukarıda bahsi geçen Meclis oturumunda şunları söyler örneğin:
"…ne Türk hükümetinin ne de Amerika hükümetinin tarihinde herhangi bir mukavele yolu ile müstakil, bağımsız bir devletin bağımsızlığına aykırı bir teşebbüs gösterilebilir. Ne de Büyük Millet Meclisinin hükümetleri tarafından Türkiye’nin herhangi bir memleketle olan harici münasabatında yaptığı mukavelat ve akdettiği muahedelerde kendi bağımsızlığına dokunacak herhangi bir hükmü kabul etiğine dair bir misal zikredilebilir.(Bravo sesleri, alkışlar)"(11).
24 Mayıs 1947 tarihli Cumhuriyet’te de Nadir Nadi’nin cevabı hazırdır: “Bahis mevzuu olan, milletlerin hürriyeti ve milletlerin bağımsızlığıdır. Yani bazı ajanların ileri sürmek istedikleri bulanık niyetlerden ortada eser yoktur.”(12)
Truman Doktrini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından da sert bir dille karşılanır. Bu durum İzvestia Gazetesi’nde yayınlanan bir makalede şu sözlerle ifade edilir:
“…Bundan sonra bağımsız bir Türk siyasetinden bahsetmek imkânsız olacaktır. Çünkü bu siyaset Amerika’nın emperyalizmine tabii bulunacaktır…”(13).
SSCB’den gelen bir başka eleştiri de, Türkiye’nin savaş döneminde Hitler’e yardım etmesi ve müttefiklere katılmakta tereddütlü davranmasıdır(14).
9 Nisan 1947 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan başyazıda SSCB’ye şu yanıt verilir: “…Türkiye ta başlangıçta mukadderatını, Nazizm ve Faşizmin düşmanı olan cepheye bağlamış ve bu siyasetten zerre kadara ayrılmayarak sonuna kadar bu siyaseti tatbik etmiştir…”(15)
Hükümet de, ilerleyen günlerde, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nda müttefik devletlere yaptığı yardımları anlatan bir broşür hazırlama çabalarına girişir (16). Hükümetin bu iddialarının doğruluğunu merak edenler bu yazı dizisinin ikincisine bakabilirler. Öte yandan, tüm bu olup bitenlere en güzel cevabı ilerleyen dönemlerde Nazım Hikmet verir:
“...
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
‘Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.’
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz…”(TT/EÜ)
Kaynaklar
(1) Nihat Erim, “Amerika’nın Kararlı Durumu”, Ulus, 13 Mart 1947, s.1
(2) Age
(3) Ahmet Emin Yalman, “Yardımın Açtığı Ufuklar”, , Vatan, 24 Mayıs 1947, s.1,3
(4) “Başkan Truman, Tam Realist ve Tam İnsani Bir Görüşten Mülhem Olmuştur”, Ulus, 14 Mart 1947, s.1
(5) “Truman’ın Nutku Türkiye’de Derin Akisler Bıraktı”, Ulus, 14 Mart 1947, s.1.
(6) T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt 6, Toplantı 1, 79. Birleşim, 1.9.1947, s. 552–556
(7) Age
(8) Age
(9) Sabahattin Ali, Hangi Cepheden Gelirse Gelsin Emperyalizmin Aleyhindeyiz, Marko Paşa Yazıları ve Ötekiler, Cem Yayınevi, İstanbul: 1986, s.119–120
(10) Sabahattin Ali, Uşak Ruhu, age, s.143–144
(11) T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt 6, Toplantı 1, 79. Birleşim, 1.9.1947, 552–556
(12) Nadir Nadi, Hayırlısı Olsun, Cumhuriyet, 24 Mayıs 1947, s.2
(13) “Moskova Memnun Değil”, Ulus, 15 Mart 47, s.4
(14) “Amerikan Yardımı İçin Rusya’nın Noktai Nazarı”, Cumhuriyet, 8 Nisan 1947, s.1
(15) “Son Harbde Türkiye’nin Müttefiklere Yardımları”, Cumhuriyet, 9 Nisan 1947, s.1
(16) Age, s.1

8 Eylül 2008 Pazartesi

Koşaner’in “Dış mihraklar” Derken Unuttukları - II (www.bianet.org)

Tolga Tören

Bianet’te yayınlanan “Koşaner’in ‘Dış Mihraklar’ Derken Unuttukları I” başlıklı yazımızı bir takım sorularla bitirmiştik. Bu sorulardan birisi de şuydu: Türkiye’nin, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden yapılanan kapitalizme eklemlenmesinde ülke içi faktörlerin, örneğin, ticaret sermayesinin, CHP ve DP de dahil “muasır medeniyet” düsturunu benimsemiş kurucu kadroların ve elbette askeriyenin oynadığı rol nedir? Bu sorunun yanıtlanması için öncelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiyesine, ama özellikle de bu Türkiye’deki sınıf ilişkilerine bakmak gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de önemli bir dönüşüm yaşanır. Bu dönüşümde temel olarak iki faktör rol oynar: İlki kapitalist sistemde ve dünya siyasetinde yaşanan gelişmelerdir. İkincisi ise, ülke içi sınıfsal yapının farklılaşması ve egemen sınıfın farklı kesimlerinin sermaye birikimi sürecinde başat rolü üstlenme çabalarıdır. Kapitalist sistem içerisinde ve dünya siyasetinde yaşanan gelişmelere önceki yazıda kısaca değindiğimizden burada bunları yinelemeyeceğiz. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de yaşanan dönüşüme, belki de yapacağımız kısa tarih gezintisinde okuyucuyu sıkmak pahasına, biraz değineceğiz.
İlk olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de yaşanan dönüşümün temel belirleyicisi olan sınıfsal yapıya bakalım: Göze çarpan ilk olgu, ticaret sermayesi ve büyük toprak sahiplerinin önemli bir sermaye birikimi düzeyine ulaşmış olmasıdır. Bu durumun ortaya çıkmasında ise İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan bir dizi gelişme önemli rol oynar. Her şeyden önce, savaş döneminde hükümetin askeri masrafları karşılamak amacıyla başvurmuş olduğu parasal finansman sonucu oluşan yüksek enflasyondan en çok ticaret sermayesi ve büyük toprak sahipleri yararlanır. Türkiye’nin tarım ürünlerine ve hammaddelerine olan dış talebin artması; silâhaltında çok sayıda asker bulundurulmasının tarımsal üretimi azaltması ve 1942’de, fiyatların serbest piyasaya bırakılmış olmasının da etkisiyle tarım ürünlerinin fiyatlarında meydana gelen artışlar da cabası .
Bir başka faktör ise, 1942 Varlık Vergisi’dir. Bilindiği gibi Vergi, Rum, Ermeni ve Yahudi tüccarlara ait taşınmazların, fabrikaların ve ticari stokların zengin Türkler/Müslümanlar tarafından yok pahasına satın alınmasında önemli rol oynar.
Ticaret sermayesi ve büyük toprak sahiplerinin birikim olanaklarının yukarıda ele alınan olgular sonucunda genişlemiş olması, bu kesimin birikim sürecinin yönlendirilmesinde daha aktif bir rol oynama talebini de beraberinde getirir. Bu durum, söz konusu kesimlerin sermaye birikiminin sürdürülmesinde belirleyici olabilme talebiyle birlikte bir dizi çatışmanın açığa çıkmasına yol açar. Bu çatışmalı süreç, bir siyasal temsiliyet kriziyle devam eder ve bilindiği üzere, DP’nin iktidar olmasıyla son bulur.
Öte yandan, bu dönemde egemen güçlerin her iki kanadı da, savaştan galip çıkan Batı bloğu yanında yer alarak yeniden yapılanan kapitalist sisteme entegre olma amacı güder. Bu durum taraflardan birisi için, sermaye birikimi olanaklarının daha da güçlendirilmesi ve ülkenin sermaye birikim sürecinde daha ön planda olabilmek anlamına gelir. Diğeri için ise, “muasır medeniyetler” seviyesine ulaşmak için büyük bir adım. Bu çatışmalı süreç, İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’sinde, bu zamana kadar uygulanan bütün politikalarda tedrici bir farklılaşmayı da beraberinde getirir.
Bu değişimin ilk sayılabilecek olanlarından birisi, Almanya ile olan ilişkilerdir. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarına kadar Hitler Almanyası ile, bu ülkeye silah yapımında kullanılan temel girdilerden birisi olan krom satacak kadar önemli ilişkileri vardır. Ancak 21 Nisan 1944 tarihinde Almanya’ya krom satışını durdurulur. Elbette bu durumda, İngiltere ve İkinci Dünya Savaşı’nın asli galibi ABD’nin, Almanya’ya krom sevki durdurulmadığı takdirde Türkiye’ye ekonomik ambargo uygulanacağını bildirmesi önemli rol oynar. Krom sevkinin durdurulmasının hemen ardından ise Almanya ile siyasi ilişkiler kesilir. İnönü yaptığı bir Meclis konuşmasında bu durumu şu sözlerle ifade eder:
Birleşik Amerika ile münasebetlerimiz ve temaslarımız ikinci cihan harbi esnasında daha artmış ve daha dostane olmuştur. İki memleket arasındaki münasebetlerin gelecekte daha geniş ve yakın olacağını ümid ediyoruz.

Savaş sonrasında yaşanan tedrici farklılaşmanın bir başka örneği de, kontrollü bir çok partili hayata geçiştir. Süreç kontrollüdür, çünkü öncesinde özellikle ABD ile kurulacak ilişkiler ve laiklik konusunda taraflar uzlaşıya varır. Bu durumun en güzel göstergesi ise Celal Bayar ile İsmet İnönü arasında geçen şu konuşmadır:
“- Terakkiperverlerde olduğu gibi ‘İtikadatı diniyeye biz riayetkârız’ diye madde var mı?
Celal Bayar:
- Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var…
- Ziyanı yok. Köy enstitüleriyle, ilkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız?
- Hayır.
- Dış politikada ayrılık var mı?
- Yok.
- O halde tamam”

Tarafların uzlaşıya vardığı bir başka nokta daha vardır: Sosyalist hareketin tasfiyesi. Nitekim çok partili yaşama geçişle birlikte yaşanan gelişmelerden ilki bu dönemde yasal siyasal faaliyet yürütmeye başlayan Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi (TSEKP) ve Türkiye Sosyalist Partisi’nin kapatılması olur. Sonrasında ise sıra emek hareketine gelir.
Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslar arası ortama uyum sağlama çabalarından birisi de 7 Eylül 1946 Kararları’dır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin yeni ekonomi politikalarını belirlediği ilk önemli adım olarak da tanımlanan bu kararların alınmasında rol oynayan temel faktör ise Bretton Woods’ta oluşan sisteme katılma, özellikle de IMF’ye üye olma isteğidir. Söz konusu kararlar ile yapılan sert devalüasyon haricinde, kapitalist sistemin içinde bulunduğu konjonktüre uygun birçok -liberal- düzenleme hayata geçirilir. Ekmek satışlarının karneden kaldırılması, bazı temel malların fiyatlarında indirim yapılması, altın fiyatlarının yükselmesinin önlenmesi için Ziraat Bankası’nın altın alım satımının serbest bırakılması, ihracatta farklı mallara farklı kur uygulamasının kaldırılması, madenlerin dış satımının serbest bırakılması bunlardan bazılarıdır. Devalüasyon kararının alınmasında ise, başta Türkiye’den hammadde ithalatı yapan İngiltere ve ABD olmak üzere birçok Batılı kapitalist ülkenin, Türkiye üzerinde baskı kurmasının da önemli rol oynadığını geçerken belirtelim. Nitekim kararlardan sonra, yakın zamana kadar dış ticaretini büyük ölçüde Almanya ile gerçekleştiren Türkiye’nin, İngiltere ve ABD gibi ülkelerle olan ticareti önemli bir artış yaşar.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmelerden bir diğeri de, savaşın son günlerinde gündeme gelen bir kalkınma planıdır. “1946 İvedili Planı” olarak bilinen bu planda, hammadde merkezleri ile sanayi tesislerinin bütünleştirilmesi yoluyla ve devlet eliyle gerçekleştirilecek bir sanayileşme hedeflenir. Plan’ın teknik yönetimini de Kadro Dergisi yazarlarından İsmail Hüsrev Tökin ve Şevket Süreyya Aydemir üstlenirler. Plan’da, devlet eliyle sanayileşme, özel sektör eliyle yürütülecek bir sanayileşmenin “yeni bir içtimai tabaka” yaratacak olmasıyla gerekçelendirilir. Çünkü özel sektör eliyle sanayileşmeye gidildiği takdirde ortaya çıkacak “tabakanın hayat kaygıları ve şartları, kendi haricinde kalan kitlelere nazaran hususiyet arz ve içtimai alaka talep” edecektir. Yani kaygı, “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleden”! oluşan sosyal yapının bozulmaması, sınıf çatışmalarının açığa çıkmamasıdır. Dönemin hükümeti bu Plan’ın finansmanı için ABD Export İmport Bankası’ndan 500 milyon dolarlık kredi talep eder. Ancak Banka’dan sağlanabilen kredi yalnızca 25 milyon dolar olur. Çünkü dönem ABD için “komünizmle mücadele” dönemidir. ABD, elbette egemenlerin de kabulüyle, Türkiye ve Yunanistan’a “komünizmle mücadele” için “dış yardım”lar yapmaktadır örneğin. Böyle bir ortamda, elbette ki, devletçiliğe dayanan bir plan kabul görmeyecektir. Nitekim görmemiştir de. Öte yandan, iç politikada, özellikle ticaret sermayesi ve büyük toprak sahipleri de Plan’ı sert bir dille eleştirirler. Bu gelişmeler, yeni bir plan çalışmalarını zorunlu kılar. 1947 Planı olarak adlandırılan bu yeni Plan’da ise, sektörel öncelikler uluslar arası konjonktürün ve ticaret sermayesi ile büyük toprak sahiplerinin taleplerine göre biçimlendirilir. Bir diğer ifade ile yeni hazırlanan Plan’da, devlet eliyle kalkınmanın yerini özel sektör eliyle kalkınma, sanayi yatırımların yerini ise, tarımsal alanda yapılması öngörülen yatırımlar alır. Öte yandan planı hazırlayan kadro da değişir. Kadro Dergisi yazarları yerini, Kemal Süleyman Vaner başkanlığında çalışan ve önemli bir kısmı liberal bir örgütlenme olan Türk Ekonomi Kurulu üyesi olan bir ekibe bırakır. Bakın, CHP yanlısı yayın yapan Akşam Gazetesi’nin 6 Kasım 1947 tarihli nüshası bu yeni planı nasıl tanıtır okurlarına:
…Bu planın Amerika Dışişleri Bakanı Marshall’ın Avrupa kalkınması hakkındaki planın tetkiki için Türkiye’nin de iştirakiyle Paris’te toplanan milletlerarası konferansın mevzuiyle alakalı olduğu söylenmektedir. Bakanlar Kurulu planın mali kısmı için gelir kaynaklarımızla ve milletler arası yardımlaşma imkânlarıyla ayarladıktan sonra bir kanun tasarısı hazırlanacaktır.
Yıl 1947’dir, iktidar ise CHP. Ve biliyoruz, hala asli sorularımıza, Truman Doktrini ve Marshall Planı ile TSK/Genelkurmay arasındaki ilişkilere gelmedik. …O da sonraki yazılarda.

4 Eylül 2008 Perşembe

Koşaner'in "Dış Mihraklar" Derken Unuttukları - I (www.bianet.org)

Tolga TÖREN

Geçtiğimiz günlerde Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini devralan Orgeneral Işık Koşaner’in, devir teslim töreninde sarf ettiği sözleri okuduk basından. “Küresel güçler tarafından kurgulanan ve ülke içi medya, bazı akademik ve sermaye çevreleri ile sivil toplum örgütleri içine yuvalanan postmodern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı; ulusal birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin zayıflatılması ve çözülmesi yönündeki gayretlerini sürdürmektedirler. Ülkemiz, hayati önemdeki sorunlarının çözümü ve hayati çıkarlarının korunmasında dış kaynaklı siyasi ve ekonomik yaptırımlara bağımlı hale getirilmeye çalışılmakta, dayatılan yapısal reformlar yoluyla sürekli baskı ve tehdit altında yıpratılan ve sıkıştırılan bir ülke konumuna düşürülmek istenmektedir.” Sözlerinden anlaşıldığı üzere Koşaner, “ülke”nin bir takım “dış mihraklar”ca desteklenen kesimler tarafından “dışa bağımlı” hale getirilmeye çalışıldığını düşünüyor ve bizleri dikkatli olmamız için uyarıyor. Bu noktada ilk olarak, bu yazıyı post modernizmin etkilerinden, ama sol ve emek hareketi üzerideki etkilerinden sıkılmış birisi olarak kaleme aldığımı belirtmem gerekiyor. Elbette ki, post modernizmin, “sınıf” kavramının kimlik ile ikame edilmesine, “emek-sermaye” çatışmasının yerini “merkez-çevre” analizlerinin almasına, dahası liberallerin kendini solcu/sosyalist sanmalarına hizmet etmesinden geliyor bu sıkıntı. Yoksa, sermayenin uluslararasılaşması olarak tanımlanabilecek “küreselleşme”nin gereksinim duyduğu düzenlemeleri hayata geçirme işlevini yerine getiren, ama elbette bu esnada sınıf içi ve sınıflar arası çatışmaları da bünyesinde taşıyan “kapitalist (ulus) devleti” bir mürfreze olarak görmekten değil. İkinci olarak ise, gündemi bir hayli meşgul eden ve TSK’dan bir anti-emperyalist yaratma hayalleri kuran ulusalcılara saçlarını başlarını yoldurmak pahasına, bir TSK ya da Genelkurmay yetkilisinin bu konuda yorum yapabilecek en son kişi olduğunu söyleyebiliriz. Bu iddiayı biraz açmadan önce, sözümüzü netleştirmek için birkaç varsayım yapalım. Ama bunların sadece varsayım olduğunu da unutmayalım. Peki kabul: NATO diplomatik bir zorunluluk olsun… ABD ile kurulan güncel stratejik ortaklığı, mesela “istihbarat alışverişlerini” falan da görmezden gelelim. Hadi Gürcistan’da olan bitenleri, boğazlardaki gemileri falan da saymayalım. Bunların hepsinin geçerli gerekçeler olduğunu kabul etsek dahi, ki böyle yapmamız için hiçbir neden yok, gene de, kendisinin sözlerinden hareket ederek Koşaner’e birkaç soru sorma hakkımız doğar. Ama şimdilik soruları biraz erteleyelim ve bir alıntı yapalım:
“Tarihin bu belirli anında hemen bütün milletler, hayat tarzları bakımından iki şıktan birini tercih zorundadırlar. Bu tercih ekseriya serbest bir tarzda yapılmamaktadır. Bu hayat tarzlarından biri çoğunluğun iradesi üzerine müessestir. Bu sistemde hür müesseseler, temsili hükümet, serbest seçimler, ferdi hürriyet, vicdan ve söz hürriyeti vardır ve hiçbir siyasi tazyik mevcut değildir. Diğer hayat tarzı ise, çoğunluğa zor ile kabul ettirilmiş bir azınlık idaresine istinadeder. Bu hayat tarzında, tedhiş ve tahakküm vardır, kontrol edilen basın ve radyo vardır. Neticesi evvelden bilinen seçimler vardır. Bu sistemde şahsi hürriyet ortadan kaldırılmıştır…”
Bu sözlerin tarihi 12 Mart 1947. İkinci Dünya Savaşı birkaç yıl önce sona ermiştir. Birinci ve İkinci Dünya savaşları arasında üretim olanaklarını, dünya altın rezervlerinin %60’ını, dünyadaki petrol ve çelik üretiminin %70’ini elinde tutacak, kendisinden sonra en yüksek üretim gücüne sahip olan İngiltere’den yedi kat fazla üretim yapacak kadar çok arttıran ABD sermayesi sistemin hegemonik gücü haline gelmiştir. Dolayısıyla kendi coğrafyasının dışındaki coğrafyalara yayılma ihtiyacı içerisindedir. Ancak aynı dönemde, eski sömürgeler siyasal bağımsızlıklarını kazanmış; SSCB’nin yanında, dünya siyasetinde onlara alternatif olabilecek bir sistem olarak sosyalist ülkeler ortaya çıkmış; savaştan perişan bir vaziyette çıkan Batı Avrupa ülkelerinde sermaye sınıfı zayıflarken sosyalist partiler ve işçi hareketi önemli başarılar elde eder hale gelmiştir. Bir diğer ifade ile ABD sermayesinin gereksinim duyduğu coğrafyalar “komünizm tehlikesi”! altındadır. Bu durum ABD’ye, kapitalist ilişkiler bütününün uluslar arası ölçekte sürekliliğini sağlamak için kimi düzenlemeler yapma zorunluluğunu getirir. Öncelikle henüz İkinci Dünya Savaşı devem ederken imzalanan Bretton Woods Anlaşması kapsamında Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Tarife ve Ticaret Genel Anlaşması gibi kurumlar/mekanizmalar hayata geçirilir. Ama ABD sermayesi açısından bakıldığında, kendisine kapitalist sistem içerisinde önemli bir hegemonya sağlayan bu kurumlar/düzenlemeler yeterli değildir. Bunların yanında Ortadoğu’da SSCB’ye, yani “komünizm belası”na karşı askeri üsler oluşturmak ve kapitalist ilişkiler bütününü dünyanın başka coğrafyalarında da yeniden tesis etmek gerekmektedir. Bu işlevleri de söz konusu dönemde ABD sermayesi, aşırı biriken sermayenin yayılma olanaklarını yaratmanın yanında önemli ideolojik işlevler de barındıran iki “dış yardım”! planı, Truman Doktrini ve Marshall Planı yerine getirir. Yukarıdaki alıntı ABD devlet Başkanı Harry S. Truman’ın, asıl amacı SSCB’ye karşı askeri üsler oluşturmak olan ve Truman Doktrini olarak adlandırılan “dış yardım” planını dünya kamuoyuna duyurmak için yaptığı 12 Mart 1947 tarihli konuşmadan alındı. Konuşmanın devamı da var: “Yunanistan silahlı bir azınlığın kontrolü altına düştüğü takdirde bu sukutun tesirleri komşusu Türkiye üzerinde ciddi ve ani olacaktır. Husule gelecek olan karışıklık bütün orta şarka sirayet edebilir”. Aşağıdaki sözler ise, Truman Doktrini’nden kısa bir süre sonra, kapitalist ilişkiler bütününün Batı Avrupa coğrafyasında yeniden yapılandırarak, aşırı biriken ABD sermayesine pazar yaratmayı, aynı zamanda da kıta Avrupa’sını komünizmden korumayı hedefleyen Marshall Planı’nı dünya kamuoyuna duyuran ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın 5 Haziran 1947 tarihli ünlü Harvard konuşmasından:
“…Sıhhatli bir ekonomi olmadan, siyasi istikrar veya güvenli bir barış temin edilemez. Amerikan siyasetinin gayesi sıhhatli bir ekonomiyi canlandırmak ve böylece hür müesseselerin bulunduğu her yerde, siyasi ve sosyal şartların meydana çıkmasına müsaade etmek olmalıdır. Üzerimize alacağımız herhangi bir hareketin netice vermesi için buna lüzum vardır.”
Onun da, bir öncekinde olduğu gibi devamı var ve o da tıpkı bir öncekinde olduğu gibi Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Çünkü Marshall Planı’nın ilan edildiği sırada ABD’den Truman Doktrini kapsamında “askeri yardım”! alan Yunanistan ve Türkiye bu projenin önemli bir ayağını oluşturur. Hatta komünizmle mücadele konusunda Türkiye ve Yunanistan’a, o kadar önemli bir rol atfedilir ki, Marshall’ın ilan ettiği “dış yardım” projesinde Türkiye ve Yunanistan’ın SSCB’ye karşı “orta şarkta bir duvar” oluşturmak gerekçesiyle, konfederasyon haline getirilmesi önerilir . Peki, tüm bunlar içeriden bir tepki alır mı? Demokrat Parti taraftarı yayın yapan Gece Postası gazetesinde Nizamettin Nazif şöyle yazar örneğin:
“…İtalya’da ve Fransa’da ard arda ilan elden grevler ve bunların iş hakkını müdafaa hudutları dışında taşkın birer ifade almış bulunmaları asla hayra alamet değildir… İtalya’daki grevlerin şehirden şehre sıçramakta olduğunu öğrenmekte oluşumuz… Amerikan çevreleri için pek düşündürücü olsa gerektir. …Fransa’daki grevlerin de… şiddetli bir şekil alması ayrıca manalı olmak demektir. … Fransız Meclisi kürsüsünde Mösyö Düklo’nun Fransız Komünist Partisi adına konuşmasından Marsilya grevine kadar da bütün Fransa politika mücadelesi iç kavga vaat edici şiarlarla doludur… Mr. Marshall nerede milyarlarınız ?
Söz konusu dönemlerde dış işleri bakanlığı yapan CHP’li Necmettin Sadak ise, ilerleyen dönemlerde bir Meclis konuşmasında şu şekilde ele alır Marshall Planı’nı:
“…Avrupa’nın kalkınması işbirliğinde Türkiye, yardım vazifesi istiyor. Memleketimiz sekiz yıldır ve hala gelirinin yarısını Milli Müdafaasına harcamak zorundadır. Herkes için, her çeşit kalkınmanın ilk şartı olan sulhü korumak yükünü, bu ağır yükü taşımak yüzünden ekonomisini özlediği gibi geliştirme imkânı bulamayan Türkiye’nin, yardıma hak iddia etmesi çok görülemez (Alkışlar).”
Artık sorabiliriz: “Truman Doktrini” ve “Marshall Planı” size bir şey hatırlatıyor mu acaba Genelkurmay yetkililerine? Türkiye’nin yakın dönem toplumsal tarihinde ve kapitalist gelişme sürecinde, balıkçılıktan, tarıma, ulaştırmadan, sağlığa, gündelik hayattan sulamaya ve elbette savunmasına kadar oldukça önemli rol oynayan bu iki ideolojik “dış yardım” planında Türkiye’nin rolü ile ilgili kimi sorular sorabilir miyiz acaba sizlere? Örneğin: Türkiye bu iki “dış yardım” planına ABD’nin zorlamasıyla mı dâhil oldu? Yoksa komünizme karşı Ortadoğu’da bir üs olma konumunu çoktan kabul etmiş TSK’nın/Genelkurmay’ın ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist sistem içerisinde oluşan yeniden yapılanmaya dahil olmak isteyen Türkiye sermayesinin de bu süreçte rolü var mı? TSK’nın ve ülke içindeki egemen sınıfların, örneğin dönemin Demokrat Parti’de temsiliyetini bulan ticaret sermayesi temsilcilerinin ya da CHP’nin bu süreçte rollerinin neler olduğuna dair bir bilginiz var mı? Peki bu iki “dış yardım” planından, yukarıda saydığımız alanların haricinde, TSK neler aldı, bu “dış yardım”ları aktaran tarafa yani ABD’ye hangi taahhütlerde bulundu? ABD’ye eğitim almak için kaç subay gönderildi örneğin? O subaylar ABD’de ne eğitimi aldılar? Truman Doktrini ve Marshall Planı ile ilgili dönemin komutanları hangi açıklamaları yaptılar? Marshall Planı ve Truman Doktrini sonrasında TSK’nın örgütsel yapısında değişiklik(ler) oldu mu? Örneğin, Genelkurmay’ın yapısı neden, ABD Genel Kurmay yapısı ile benzer bir yapıya büründürüldü? “Topyekûn savaş” doktrini neydi? 1948 yılı sonrasında Harp Akademileri’nde neden ABD eğitim sistemi kabul edildi? Soruları uzatmak mümkün. Ama şimdilik bu kadar yeter. Çünkü amacımız soruları daha fazla uzatmayıp, bundan sonraki yazılarda aktarılacak bilgilerden hareketle, cevapları okurların vermesi.