30 Eylül 2009 Çarşamba

Başka Bir Cumhuriyet İçin Notlar - III (www.bianet.org)

Bu yazı dizisinin bir önceki bölümünde, Türkiye'de 'yeni bir toplumsal ilişkiler bütününün olanaklarına dair cevaplar üretmeye çalışan bir düşünsel çabanın, "Fransız Devrimi'ndesonradan giyotinde can verenlerin haykırdığı haliyle bir 'Sosyal Cumhuriyet'te somutlanmaması için hiçbir neden bulunmuyor" demiştik.

Bu son yazı da, umutsuzca, kim somutlayacak ve nasıl olacak diye soranlar için de küçük bir not olsun: Evet, kısa vadede büyük değişiklikler, alt üst oluşlar olmayacak belki. Ama şunları da görmezden gelmemek gerekiyor: Son krizin patlak vermesinden bu yana, kapitalist sistem uluslararası ölçekte yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor. Baştacı edilen neo-liberal söylem sorgulanıyor.

Kapitalist sermaye birikiminin en önemli garantörü olmakla birlikte, sosyal politikalar/sosyal haklar söz konusu olduğunda, sermayenin yayılma dinamikleri lehine ve sermayenin hayatın her alanını kar nesnesi haline çevirme ihtiyacını gidermek üzere, özelleştirrmeler/piyasalaştırmalar aracılığıyla küçültülen devletler, sermayenin yeni kurtarıcısı olarak sahnedeki yerini alıyor.

ABD, Afrika'dan Ortadoğu'ya aşınan imajını tazelemenin yollarını ararken, Güney Amerika'nın rengi, çelişkilerine rağmen, yavaş yavaş kızıla bürünüyor. İran'da kitleler, sosyal hak talepleri ile birlikte sokaklara dökülüyor. ABD'de işçi sınıfı sosyal güvenlik talebini yükseltiyor. Japonya'da 55 yıl sonra, neo-liberal politikalardan bezmiş halk, seçimlerde liberalleri alaşağı edip, ellibeş yıl sonra ilk defa liberallerin dışında başka bir partiyi, sosyal demokratları, iktidara getiriyor.

Uluslararası ölçekte güç ilişkileri değişiyor. Örneğin, kapitalist sermaye birikim süreci daha da derinleşen Çin, Hindistan gibi ülkeler, IMF, WTO gibi kuruluşlarda daha güçlü bir pozisyona sahip olmanın yolunu arıyor. Avrupa Birliği içerisinde farklı ülkelerin sermayeleri arasındaki çelişkiler, Birlik'in politikalarının netleşememesine, Birlik'i oluşturan ülkeler arasındaki çatışmaların artmasına hizmet ediyor.

Peki ya Türkiye...

Türkiye'nin bir çok yerinde düzenlenen sempozyumlarda, panellerde ya da benzeri gönüllü etkinliklerde, yayınlanan bir çok akademik/politik yayın organında, oluşturulan çeşitli platformlarda birçok Marksist, sosyalist, toplanıyor, tartışıyor, üretiyor, düşünüyor, yazıyor, çiziyor...

Bir diğer ifadeyle, kendilerine liberal ve tersinden bir 'Kadro Hareketi' misyonu biçerek AKP iktidarına 'taraf' olan, demokratik niteliklere sahip olmak bir yana, tarihsel ve yapısal nedenlerle böyle bir potansiyel dahi taşımayan iktidara ideoloji üretmeye çalışan liberal/sol liberallerin entelektüel alandaki haketmedikleri poziyona karşın, zengin bir Marksist entelektüel atmosfer kendini hissettiriyor.

İşçi sınıfı saflarında, kapitalist üretim ilişkilerinin daha esnek, daha güvencesiz ve daha acımasız biçimde yeniden yapılanmasına karşın, şimdilik nüveler halinde olsa da, yeni örgütlenme araçları yaratmanın peşinde koşanların sayısı günden güne artıyor. Sosyalist solda saflar iyiden iyiye netleşiyor. Birbirine benzeyenler, aynı örgütsel yapı içerisinde olmasa da, çeşitli platformlarda bir arada işler yapıyor, eylemler organize ediyor.

Sınıf perspektifini bir yana atıp, meseleyi merkez / çevre analizlerinden hareketle, kerameti kendinden menkul bir otoriterlik/devlet eleştirisine indirgeyen 'sol', anti kapitalist olmadan anti-emperyalist yönelime giren, böylece bir nevi nasyonal sosyalizme bulanan 'sol' ve sınıf perspektifini, devrimci duruşunu hala koruyabilen sol birbirinden ayrışıyor. Kısacası, ağır ağır da olsa, sosyalist hareket yeniden karılıyor.

Kapitalist sistemin uluslararası ölçekte yaşadığı dönüşümün izdüşümlerini elbette Türkiye'de de görmek mümkün. Bir diğer ifadeyle, sistem Türkiye'de de önemli bir dönüşüm geçiriyor. Sistemin uluslararası ölçekte yeniden yapılanmasına paralel olarak, ülke içindeki aktörler, devletin yapısı ve sermaye birikim sürecinin başat aktörleri değişiyor.

AKP her ne kadar bu değişimin taşıyıcı aktörü olabilmiş gibi görünse de, içerisindeki farklı eğilimlerin varlığı nedeniyle, fazlasıyla kırılganlık barındırıyor. Ve sistem yeni aktörler yaratmakta zorlanıyor. Yoksulluk, yoksunluk ve sömürü günden güne daha belirgin ve üstü örtülemez hale geliyor, bıçak kemiğe doğru hızla ilerliyor.

Kısacası, evet, umutsuz olmak için hiç bir neden bulunmuyor. Ya da "kararmasın sol memenin altındaki cevahir". Ancak bir şartla: Daha önceki iki yazıda tanımlandığı ve yukarıda işaret edildiği haliyle bir "sosyal cumhuriyet"in yegâne yolunun,

* Sömürü sorunundan (işçi sınıfı),

* Ulusal sorundan (başta Kürt siyasal hareketi olmak üzere, ulusal kültürlerini geliştirmekte sorun yaşayan diğer halklar),

* Cinsiyet eşitsizliklerinden ve cinsiyetçiliğe dayalı ezme/ezilme/sömürü ilişkilerinden (kadınlar ve kadın hareketi),

* Sermaye birikim sürecinin küçüğü yutan eşitsiz yapısından (küçük esnaf, küçük köylü, küçük üretici),

* Kapitalizmin doğayı tahrip eden üretim ve tüketim yapısından (toprağı, kendisi, çoluğu/çocuğu zehir emen köylü),

* Doğal kaynakların özelleştirilmesinden - metalaştırılmasından (yukarıda sayılanların hepsi),

muzdarip olanların bir araya geldiği bir hareketi, bir "emek odağı"nı yaratmaktan geçtiğini akıldan çıkarmamak şartıyla.(TT/RÜ)


27 Eylül 2009 Pazar

Güney Afrika "özgür" ama siyah işçiler değil (Ekmek ve Özgürlük, Ekim 2009)

Tolga Tören

Güney Afrika’da son yıllarda yaşanan süreç, iktidar partisi Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’nin sol kanadı, Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu (COSATU) ve Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) tarafından “ulusal demokratik devrim” diye adlandırılıyor.

Ülkenin kapitalist gelişme sürecinde, 1948’de iktidara gelen Ulusal Parti tarafından yönetilen, kuralları beyaz kapitalist sınıf tarafından ve insanlık dışı bir şekilde konan, kalifiye işlerde istihdam edilen beyaz “emek aristokrasisi”nin de yer yer açıktan yer yer üstü örtü bir şekilde desteklediği “apartheid” önemli rol oynadığına göre sürecin tanımlanmasında “ulusal” ifadesinin kullanılmasında bir sakınca yok.

Ülkenin, apartheid karşıtı hareketin mücadeleleri ile kazanılan; dünyanın en demokratik anayasası olarak kabul edilen; ülkedeki bütün ulusların dillerini resmi dil olarak tanıyan; 1955’te kabul edilen ve “halk yönetecek”, “ülkenin serveti paylaşılacak” gibi ifadelere yer veren Özgürlük Bildirgesi’ne dayanan bir Anayasa’ya sahip olduğu düşünülürse, demokratik ifadesi de gayet uygun düşüyor. Tabii ki, demokrasiyi mülkiyet ve üretim ilişkileri ile ilişkilendirmeyip, kağıt üzerinde yazan görece ileri haklara indirgiyorsak. Bu son noktayı da akılda tutarak ve ülkenin içinde bulunduğu sosyo ekonomik koşullardan hareket ederek “devrim” kavramının ise soru işareti yarattığını belirtmek gerekiyor.

Bu noktada sorulacak haklı bir “neden” sorusunun cevabı ise “apartheid” öncesi sınıf mücadeleleri/ulusal mücadele dinamikleri ile bugünki realitenin anlaşılmasında yatıyor. Apartheid karşıtı mücadenin tarihini bu yazıya sığdırmanın imkanı elbette yok, ama en azından şu kadarını vurgulamakta önem var: 1994’de başarıya ulaşan “apartheid” karşıtı mücadelenin en önemli özelliklerinden birisi, emek hareketi, ulusal hareket ve sosyalist/komünist hareket birlikteliğinde yürütülmüş olmasıydı. Mandela’nın hemen her koşulda altını çizdiği, mücadelenin Güney Afrika’da yaşayan beyazlar dahil, herkesin özgürlüğü için veriliyor olduğu, ulusal özgürlük hareketinin tabanının, şehir dışında inşa edilen kulübelerde insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkum edilen, kalifiye işlerden ve örgütlenme hakkından men edilen siyah işçi sınıfına dayanması gibi faktörleri de yabana atmamalı. Bu durum aynı zamanda, mücadeleyi neden ilerici olanlar da dahil beyazlarla kol kola yürütmekten kaçınan, anti komünist ve milliyetçi bir politika izleyen siyah milliyetçilerinin değil de, ilerici güçler tarafından kazanıldığını da açıklar niteliktedir: Sınıf bilinci, enternasyonalizm, ezilen ulusa özgürlük, enti emperyalizm ve anti kapitalizm.

1994 öncesi mücadele, ulusal özgürlük hareketleri, komünist/sosyalist hareket ve emek hareketinin bir araya geldiğinde neler yapabileceğini ne kadar net ortaya koyuyorsa, 1994 sonrası da, böylesi bir birliktelikte, sınıf, emek, anti kapitalizm gibi vurguların olmaması durumunda sonucun ne kadar hüsran olabileceğini ortaya koyuyor. Bunu daha iyi anlamak için 1994 sonrasına kısaca bakmakta fayda var.

1994’ten 1996’ya kadar geçen sürede programına dayalı olarak, COSATU ve SACP desteği ile, sosyal demokrat politikalar uygulayan ANC, 1996’da Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı (GEAR) başlığı ile sunulan ve içeriği ülke içi burjuvazinin talepleri ile Dünya Bankası’nın yapısal programlarına dayanan neo-liberal politikalar bütününü uygualamaya sokar. Söz konusu program, ülkenin beyaz sermaye sınıfı ve apartheid karşıtı mücadele esnasında geliştirdiği uluslararası bağlar sayesinde sermaye biriktirme imkanı elde eden siyah yeni burjuvazinin talepleri ile apartheid karşıtı mücadeleye işçi sınıflarının bastırması ile de olsa destek veren uluslararası çevrelerin istedikleri diyetin sonucudur: Güney Afrika cumhuriyeti “liberal bir demokrasi” olmalıdır.

2007’ye kadar devam eden bu sürecin faturası, başta Telekomünikasyon olmak üzere büyük kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, yüzbinlerce işçinin işini kaybetmesi ya da daha güvensiz koşullarda yaşamaya başlamasıdır. Ülkenin önemli sorunlarından birisi olan HIV/AIDS oranlarındaki patlama ve sağlık hizmetleri krizi de cabası. Üçlü ittifakın kimi bileşenleri, “ulusal demokratik devrim”i terketmemek adına, kimileri de, yeni türeyen burjuvazinin arasına çoktan katılmış olduklarından ittifaktan ayrılmazlar. İttifak içindeki tartışmalar, 2007 yılında yapılan Polokwane Konferansı’na kadar devam eder. Söz konusu Konferans’ta sol kanat yeniden ANC içindeki iktidarı ele geçirir ve “ulusal demokratik devrim”i canlandırma taahhüdünde bulunur. Geçtiğimz Nisan ayında ise, liberallerin ANC’den ayrılıp siyah orta sınıfa dayanan liberal bir parti kurmalarına, medyada bolca boy göstermelerine rağmen,. sol kanat yönetimindeki ANC, COSATU ve SACP’nin desteği ile %67 oy alarak iktidar tazeledi. Yeni hükümet sonrasında olup bitmeye devam edenler neler?

· Hükümette yirmiyi aşkın büyük sermaye temsilcisi, geçmiş dönemde uygulanan liberal politikaları uygulayıcısı olan bir çok isim ve sayıları bir elin parmaklarını bulmayan sendikacı/komünist,

· Madenlerden neredeyse hergün gelmeye devam eden ölümlü iş kazası haberleri,

· Su, elektrik ve tuvalet dahi bulunmayan enformel yaşam alanlarında yaşayan toplulukların sürekli eylemleri ve “solcu”! devlet başkanı Zuma’nın “vakit bulamadığı için” onları ziyaret edememesi,

· Maden işçilerinden belediye işçilerine, hekimlerden resmi devlet televizyonunda çalışanara kadar hergün yenileri eklenen ve bazen copla, bazen polisin açtığı ateşle, bazen de tutuklamalarla bastırılmaya çalışılan grevler,

· Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olmaktan kaynaklı, göz boyamaya dayanan “kentsel dönüşüm projeleri”,

· “Manzarayı bozan” enformel yerleşim yerlerinde yaşayan toplulukların zorla yerlerinden atılmaları,

· Temel haklardan yoksun, güvencesiz çalışan, apartheid’in hiç de azımsanamayacak katkısı sayesinde HIV pençesinde boğuşmaya devam eden bir halk,

· Tabanı işçi sınıfına dayansa da ideolojik olarak çoktan öteki “sınıf”ın saflarına geçmiş bir ulusal özgürlük hareketi,

· Bir yandan hükümetin ortağı olup bir yandan da hergün polisten dayak yiyen işçilerine “ulusal demokratik devrim” hikayeleri anlatan bir sendika konfederasyonu,

· Tüm bunlara rağmen, “devrim”i ilerletme hayali kuran ama işbirliği yaptığı ulusal hareketin sınfsal karakterini gözardı eden bir komünist parti.

Peki tüm bunlar neyi gösteriyor? Sınıf perspektifi olmaksızın kazanılan bir “ulusal özgürlük”ün, ulusun bütün sınıflarının o özgürlüklerden istifade edebilmesini garantilemediğini.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Başka Bir Cumhuriyet İçin Notlar - II (www.bianet.org)

Tolga Tören

Türkiye cumhuriyetinin kapitalist gelişme sürecine dair yaptığımız ve birkaç gün önce bianet'te yayınlanan analize kaldığımız yerden devam edelim.

Türkiye'nin kapitalist gelişme sürecini analiz ederken liberallerin/sol liberallerin yaptığı hatadan kaçınmak önemli. Bir diğer ifadeyle bu kesimlerin sıkça yaptığı gibi, tarihi gerisin geri tersine çevirmek ve öyle değil de böyle yapılsaydı demek, ne yazık ki, aynı fikri kısır döngü içerisinde kalmanın dışında bir şey ifade etmiyor. Tıpkı Kemalistlerin bugünleri yadsıyıp 1930'lara duydukları manasız özlemin hiç bir şey ifade etmemesi gibi.

Daha açık bir ifade ile liberal/sol liberal yazıklanmalarda gördüğümüz üzere, Cumhuriyet kurulmasaydı da Osmanlı İmparatorluğu devam etseydi demek, madem kuruldu, öyle değil de şöyle işleseydi demek, ya da ulusalcı yazıklanmalarda görüldüğü üzere, bu hallere hep karşı devrimciler yüzünden geldik demek aslında bir şey demek olmuyor. Yani yazıklanmak, bugünün gerçekliğine bir şey sunmuyor. Her şeyden önce somutluğa işaret etmediği için.

Ama daha da önemlisi, söz konusu dönemlerin temel "yapı"sını, yani kapitalist ilişkiler bütününün kuruluşunu, onun gereksinimlerini ve bu gereksinimlerin ortaya çıkardığı sorunları gözden kaçırdıkları için. Ve nihayet bugün karşı karşıya kaldığımız, siyasal İslam, Kürt meselesi, Ermeni meselesi, askeri vesayet, sınıflar arasındaki gelir uçurumu, modernlik vb. "yapı"nın inşasına içkin sorunları "yapı"dan kopuk değerlendirdikleri için.

Buradan hareketle şu söylenebilir: Kuruluş döneminin ekonomik, politik ve sınıfsal dinamiklerini, bütünsel bir şekilde anlamayan, meseleyi tek başına ve devlet ile sermaye arasındaki tarihsel ilişkileri atlayarak 'devletin ceberutluğu'na ya da, sonradan karşı devrimci ilan edilenlerin kuruluş sürecinde oynadığı rolleri ihmal ederek, 'karşı devrimciler'in ikide bir güçlenmesine bağlayan her yaklaşım, bugünün kısır tartışmalarının yeniden üreticisi olmanın ötesine geçemeyecek. Sonuç ortada...

Peki bu noktada önerilen şey ne olmalı? Her şeyden önce, örneğin milliyetçilik ya da sekülarizmin, kerameti kendinden menkul devletin, bürokratların ya da subayların gece yattıklarında akıllarına gelen bir ideoloji (bkz. liberal/sol liberal tarih yorumu) ya da anti emperyalist ve ilerici 'zinde güçler'in azgın batı emperyalizmine karşı dayanak noktaları (bkz. Kemalist tarih yorumu) değil de, Türkiye kapitalizminin kurucu özellikleri oldukları anlaşılabilirse, varılan noktada, olgular üzerinden analiz yapmanın ötesine geçip, bütünsel politik çıkarımlar yapılma olanağı elde edilebilir.

Dahası, temele, yani tekil ideolojilerdense, o ideolojilere ve dolayısıyla bugünün sorunlarına zemin hazırlayan "yapı"ya değinme imkânı verir ki, o "yapı", yazının ilk bölümünde de ifade edildiği gibi kapitalizmden başkası değildir. Bir diğer ifade ile bugün Türkiye kapitalizmini, onun kendini ve sınıfları inşa ediş sürecini, sermaye birikim sürecini garanti altına alma biçimlerini, dolayısıyla onun temellerini sorgulamayan her Kemalizm eleştirisi eksik kalmaya mahkûmdur. Esas "yapı"yı ihmal edip, sadece o "yapı"nın üzerinde yükselen olgularla uğraştığı için. Aynı şekilde, kendisini istediği kadar solda görsün, Kemalizmin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş/gelişme sürecinin bir kapitalist gelişme süreci olduğunu görmezden gelen her yaklaşım da, özellikle bugünlerde, faşizmin arka bahçesi gelmeye aday hale gelecektir.

Asıl "yapı"ya odaklanmak, onun devrimci bir eleştirisini yapabilmek ve onu aşabilecek ufka sahip olabilmek ise, elbette ki o "yapı"dan muzdarip olanlarla, yani gerçek anlamda ilerici güçlerle yan yana dizilmekten, dahası, o güçlerle birlikte, kapsamlı, toplumun tüm emekçi sınıflarını ikna etmeyi hedefleyen bir politik hat kurmaktan geçer.

Böylesi bir politik hattın kurulmasının en önemli gerekliliklerinden birisi de, muzdarip olunan "yapı"yı kökten eleştiriye tabi tutan, ama bununla yetinmeyerek yeni bir toplumsal ilişkiler bütününün olanaklarına dair cevaplar üretmeye çalışan bir düşünsel çabadır.

Bu düşünsel çabanın,

* Halkın çoğunluğunu oluşturan emekçilerin, küçük üreticilerin ve küçük esnafın, başta ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık, ücretsiz barınma olmak üzere, yurttaşlık geliri, iş ve insanca çalışma, siyasal/sosyal örgütlenme, dilini ve kültürünü geliştirme gibi tüm haklarını garanti altına alan;

* Tüm etnik ve kültürel farklılıkları zenginlik sayan ve onların gelişimini destekleyen,

* Cinsiyet ve ırk ayrımcılığını yasaklayan,

* Toplumsal faydayı ve dayanışmayı, tüketim ekonomisindense planlı bir gereksinimler ekonomisini temel alan,

* Özel yatırımlardansa kamusal yatırımları merkezine alan, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı kurulduğundan bu yana özelleştirilen ve piyasalaştırılan bütün kamu kuruluşlarını, işçi ve halk denetiminde kamulaştırmayı öngören,

* Tüm ekonomik süreçlerde ekolojik sürdürülebilirliği dikkate alan ve doğayı denetim altına almaya değil ama doğa ile uyum içinde yaşamayı öngören,

* Din/inanç temelli kuruluşlarla ve inançlarla arasına maddi/manevi net bir mesafe koymakla birlikte, temel özgürlükleri tehdit etmedikçe, ırk/cinsiyet ayrımcılığı yaratmadıkça bütün yurttaşların dini/vicdani/siyasi inançlarını ya da inançsızlıklarını özgürce yaşamasının koşullarını garanti altına alan,

* Ulusal ve yerel düzeyde katılımcılığı teşvik eden ve kurumsal olarak güvence altına alan,

bir anayasa ile güvence altına alınmış, Fransız Devrimi'nde sonradan giyotinde can verenlerin haykırdığı haliyle bir "Sosyal Cumhuriyet"te somutlanmaması için hiçbir neden bulunmuyor.

(Devam edecek)

17 Eylül 2009 Perşembe

Başka Bir Cumhuriyet İçin Notlar - I (www.bianet.org)

Tolga Tören


Malum, son yıllarda, Cumhuriyet üzerine yürütülen tartışmalar gündemin en önemli maddelerinden birisini oluşturuyor. Bir yandan Cumhuriyet'in kuruluş sürecini, gerçekliği karşıladığı su götürür bir "merkez-çevre" analizinden hareketle okuyup, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına ilericilik vehmedenler, diğer yanda da Cumhuriyet'i ve tarihini, onun yaşadığı tarihsel gelişimler ile arasına belirli bir mesafe koy(a)madan, duygusal ve 1930'lara öykünen bir "ruh hali" ile okuyup, Cumhuriyet ile özdeşleştirilen en baskıcı ve sermaye yanlısı kurumlara bile "ilericilik" atfederek okuyanlar.

Cumhuriyet, Kemalist tarih yazımının iddia ettiği gibi, 1923'te aniden gelen bir sürecin ürünü değil. Bir sürekliliğin, daha doğrusu, Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren yaşanan, çatışmalı, çelişkili bir dizi gelişmenin, yani bir sürecin mantıki bir sonucu. Söz konusu süreçte, kimi çekişmelerin, tasfiyelerin, çatışmaların ardından, sonraları kurucu kadroları oluşturacak kesimler, elbette ki ne istediklerini biliyorlardı ve bunu "muasır medeniyet" hedefi ve ifadesi ile gayet güzel ortaya koymuşlardı.

Yeni kurulan bir Cumhuriyet'te, cılız ulusal sermaye elbette ki kendi sermaye birikim koşullarını güvence altına almak isteyecekti. Bu, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde görülen anti-kapitalist olmayan, "anti-emperyalist" söyleminin en önemli zeminiydi. Bununla birlikte, Chester Demiryolları Projesi'nin ABD'li bir şirkete verilmesi, İş Bankası'nın kuruluşunun özellikle Fransız sermayesi ile Cumhuriyet'in filizlenmekte olan sermayesinin proje ve ilişki geliştirme merkezi olarak işlev görmesi, bu antiemperyalist söylemin, söylem olmaktan ileriye gitmediğini daha da iyi ele veriyordu. Daha ileri gidemezdi, çünkü kapitalist sermaye birikiminin uluslar arası ölçekte hızlanmasının doğal bir sonucu olan emperyalizme karşı olmak, ancak onu ortaya çıkaran koşullara, yani kapitalizmin kendisine eleştirel yaklaşan bir perspektife sahip olmakla mümkündü.

Bu cılız, yani henüz sermaye birikim olanaklarını güçlendirememiş ulusal sermayenin, bir başka özelliği de, Kurtuluş Savaşı'nın en önemli destekçilerinden birisi olmasıydı. Yani, sol liberallerin iddia ettiği gibi, "bürokratik yapı"nın, burjuvaziyi ya da sermayeyi saf dışı ettiği iddiasının aksine, sermaye ile devletin tarihsel işbirliği kuruluş yıllarında da söz konusuydu.

Elbette sürece içkin olan, farklı zamanlarda farklı biçimlerde açığa çıkan, farklı dönemlerde sermayenin farklı kesimlerini ön plana çıkarmaktan ya da sermaye birikiminin sürekliliğini garanti altına almak için farklı stratejileri hayata geçirmekten kaynaklı gerilimler ve çelişkilerle. Nitekim dönemin çoğu sermaye temsilcisi, özellikle gayrı Müslim sermayedarların ya da büyük toprak sahiplerinin yaşadığı bölgelerden çıkmaydı ve aslında kendi varlıklarını da, halkın büyük bölümünün değil ama kendilerinin destek verdikleri Kurtuluş Savaşı döneminde elde ettikleri toprak vb. varlıklara borçluydular.

Bu durum, elbette ki yeni Cumhuriyet'in sınıfsal ideolojisinin oluşmasında önemli bir rol oynadı. Örneğin, onun için İzmir İktisat Kongresi'ne sermayedarlar katılır ve taleplerini dile getirirken, Kongre'de İstanbul Tüccar Derneği'nin organize ettiği sahte işçi temcilerinin dışında işçi temsilcisinin yer almasına müsaade edilmedi. Onun için "sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle" safsatası yaratıldı, Kadrocuların yardımıyla. Oysa ne sınıfsızdık, ne kaynaşmış, ne de imtiyazsız. Cumhuriyet'in kuruluşundan önce, 1908'da grev dalgalarnı estirenlerin kimler olduğunu sormayı geçtik, Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki sınıfsal şemayı merak edenler hikmet Kıvılcımlı'nın Yol'una şöyle bir göz atabilirler.

Kıvılcımlı'yı solcu bulup burun kıvıranlar da, "batı, kalkınmak için işçi kendi sınıfını istismar etmiştir, biz de kendi kalkınmak için kendi işçi sınıfımızı istismar etmeliyiz" yollu önerilerde bulunan dönemin ünlü entelektüeli ve sermayedarı Ahmet Hamdi Başar'a. Sahi kimi istismar edecektik? Bir de kim istismar edecekti? Ahmet Hamdi her yerde bürokrat aramaktan sınıfları göremeyen liberaller için de, Cumhuriyet'e soldan kılıf giydirmeye çalışanlar için de iyi bir örnektir. Önerileriyle olduğu kadar girişimciliği ile de mesela.

Öte yandan, belirtildiği gibi dönem kuruluş dönemiydi. Bu noktada sormak anlamlı: Peki neyin kuruluşu? Yukarıda da vurguladığımız "muasır medeniyet" ifadesi ile simgelenen kapitalist ilişkiler bütününün. Bu ilişkiler bütünü aynı zamanda, bugün yaşadığımız sorunlar da dâhil olmak üzere birçok çelişkinin üzerinde yükseldiği temel "yapı"yı ifadece edecekti. Ancak, bu durum, yani "yapı"nın belirlenmesi, iki şeyi zorunlu kılıyordu.

Bunlardan ilki, iktidarın gökten yere indirilmesi anlamına gelen rasyonalizmin toplumsal hayattaki karşılığı olan sekülarizm, yani laiklik idi. Diğeri ise, ülke coğrafyasının bir pazar olarak bütünleşmesini sağlayarak kapitalizmin bir diğer kurucu ideolojisi olma işlevini yerine getirecek olan milliyetçilikti. Elbette ki bu iki ana ideoloji, yeni kurulan bir toplumda kendilerinden, daha doğrusu, kendilerini gerekli kılan ilişkiler bütününden, yani "yapı"dan kaynaklı çatışmaları da beraberinde getirdi.

Milliyetçilik, kendisini, düşmana karşı birlikte savaşılan Kürtlerin, Kürt değil Türk oldukları söyleminin kabulü, Kürtçenin yasaklanması, "vatandaş Türkçe Konuş" benzeri kampanyaların başlatılması ve daha da acısı Dersim kırımı gibi şiddet yöntemleri ile açığa vurdu. Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğu yönündeki inançla birlikte, Türk olmayan etnik gruplar üzerindeki diğer baskılar da cabası. "Yapı"nın ikinci kurucu ideolojisi olan sekülarizmin açığa çıkardığı sorunlar ise kapitalist üretim ilişkileri ile, yani "yapı" ile sorunu olmamakla birlikte, kendisini, onun kültürel yanını oluşturan "batılılaşma/muasırlaşma" karşıtlığıyla tanımlayan İslami hareketler ve cemaatlerin Serbest Cumhuriyet Fırka ve Demokrat Parti örneklerinde olduğu üzere, imkân bulabildikleri dönemlerde politik alanda, bulamadıklarında ise, daha kapalı bir çevrede faaliyet yürütmeleri idi.

Elbette ki bu sonuçta Türkiye laikliğinin, din ile devlet işlerini birbirinden ayırmaktansa devletin dini kontrol altında tutmayı hedefleyen özelliği önemli rol oynadı. Müslümanlarınkini olduğu kadar, Müslüman olmayanların, İslam'ı farklı yorumlayanların -örneğin Aleviler- ya da inançsızların haklarını ve kamusal alanda kendi inançları ile var olabilme koşullarını yaratma kaygısı duyan bir laiklik olmaktan çok, Diyanet İşleri vb. yapılar aracılığıyla, dini kontrol altına tutarak modernliğe halel getirmeyecek ölçüde, yani "kararında" Müslüman, ama gene de Müslüman vatandaşlar yaratmanın peşinde koşan bir laiklikti bu. Zaten Alevi, Kürt hele komünist, asla olmamalıydı vatandaş dediğin.

Temel "yapı" üzerinde yükselen bu iki ideolojinin yarattığı sorunlar o günlerden bugünlere kadar uzandı. Kuruluş döneminin sekülarizmi bugünkü siyasal İslam sorununu karşımıza dikerken, aynı dönemlerin milliyetçi ideolojisinin bugünkü politikadaki karşılığı ise Kürt ve Ermeni meseleleri oldu. Dolayısıyla bugün yaşadığımız/tartıştığımız temel problemlerin kaynağının Cumhuriyet'in kuruluş dönemlerine, doğrusu onun inşa edilme biçimine, "yapısı"na içkin olduğunu söylemek yanlış olmayacak. Bilânço ise aşağı yukarı şöyle:

* 40 binden fazla insanın can verdiği bir iç savaş,

* İçeride çözülemediğinden dolayı dışsal müdahalelere açık hale gelmiş Kürt ve Ermeni sorunları,

* Eğitime, sağlığa ve diğer kamusal hizmetlere değil ama savunmaya aktarılan milyarlarca dolar,

* Şiddeti iliklerine kadar özümsemiş bir toplum,

* Neo liberal/siyasal İslamcı bir hükümet ve adı her yerde geçen karanlık bir İslami cemaat,

* Çoğunluğu yoksulluk sınırının altında, sosyal ve demokratik haklardan yoksun bir halk,

* Temel çelişkilerin üstünden atlanarak laiklik/anti laiklik temelindeki tartışmalara kilitlenmiş bir entelektüel atmosfer,

* Liberal entelektüelerin(!) hayran olunası(!) iyimserlikleri ile Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin ya da Sivas'ta yükselen ateşlerin mirasçılarından beklenen demokrasi,

    * Ulusalcıların hayran olunası(!) politik öngörüleri ile birlikte, NATO'dan eğitim almış, bütün teçhizatını ona göre donatmış güçlerden beklenen anti-emperyalizm,

    * Ve nihayet, hem iç politikada hem dış politikada, Kıbrıs'tan Ermeni sorununa, Kürt meselesinden siyasal İslam meselesine kadar bütün tezleri lime lime olmuş, tıkanmışlığını aşacak yeni aktörler yaratamayan bir Cumhuriyet...(TT/EÜ)

    (Devam edecek)


    ** Burada üç parça olarak yayınlanacak olan bu yazının daha kapsamlı ve Türkiye'nin kapitalist gelişme süreci ile Güney Afrika Cumhuriyeti'nde verilen apartheid karşıtı mücadeleyi (1948 - 1994) karşılaştıran bir versiyonu, Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV) tarafından yayınlanan Almanak 2008 Analizleri'nin Ekim ayından sonra dolaşıma girecek baskısında yer alacaktır.


    14 Eylül 2009 Pazartesi

    Ulusal sorun... Hala en önemli sorunlar arasında olmaya devam ediyor dünyada...
    Ortadoğu'da Filistin ve Kürt sorunları, Afrika'da, apartheid rejiminin alt edilmesine rağmen süren
    kimlik sorunları, İspanya'da, Fransa'da, İngiltere'de...

    Yalnız Ortadoğu bölgesinin değil dünyanın da en önemli sorunlarından birisi olan Kürt sorununa
    bakalım mesela. Bir çok araştırmacının kabul ettiği biçimiyle, dünyanın, bir toprak parçasına
    sahip olmayan ya da siyasi statüye sahip olmayan en kalabalık nüfusu: Kürtler...
    Dört ayrı ülkeye bölünmüş bir halk: Suriye, İran, Irak, Türkiye... Bu dört parçadan en sorunlu olanı
    ise Suriye ve Türkiye... Irak'ta öyle ya da böyle Kürdistan adında bir yer var... Tabii Ortadoğu'nun
    bu parçasında da çok büyük sorunlarla karşılaştı Kürtler. Saddam'ın kimyasalları, baskıları vs...
    İran'da da Kürdistan diye tanımlanan bir bölge, hatta Kürdistan Havayolları bile var.
    Suriye ile Türkiye'ye gelince, hala Kürtlerin en büyük sıkıntıyı yaşadığı iki bölge olmaya devam
    ediyor bu coğraflayalar. Özellikle Türkiye'de ise, sorun artık bir Kürt sorunu olmanın çoktan
    ötesinde geçip, Haluk Gerger'in ifadesiyle bir Türk sorunu da yaratmış durumda.
    Yılladır süren çatışmalarda, 40 binin üzerinde ölüm, eğitimden, sağlıktan, temel haklardan kesilip
    silahlanmaya ayrılan milyarlarca dolarlar, her gün gelen ölüm haberleri,
    savaşın yarattığı, daha doğrusu devletin Kürt hareketinin kitle temelinin altını oymak için
    başvurduğu aptalca bir uygulama olan ve insan hakları kavramını yerle bir eden zorunlu göç,
    çeteleşme, suç oranları gibi bir çok sosyal sorun... Kendi ülkesinin tarihi bilmeyen,
    resmi tarih hikayeleriyle, tüm dünyanın kendisine düşman olduğuna inandırılmış bir halk...

    Peki nasıl olacak? Günden güne daha da kangrenleşen ve yakın zamanlarda bir çözüm bulunamaması
    durumunda, kanlı bir iç savaşa kadar varabilecek olan bu sorun nasıl çözülecek...?

    Öncelikle sorunun kaynağı nedir, buna bakmalı... Cumhuriyet, Osmanlı'nın son dönemlerinde
    yaşanan, dünya kapitalizmine eklemlenme, emperyalistler arası güç çekişmeleri gibi bir dizi
    gelişmenin ardından, sürecin mantığı ile tutarlı olarak ortaya çıkan bir olguydu. Kemalizm ise,
    Osmanlı'da Birinci Dünya savaşı döneminde, İmparatorluk'un dünya kapitalizmine eklelenmesi
    sürecinde ortaya çıkan, servetin Türk ve Müslüman olmayanların aylehine el değiştirmesine bir
    tepkiyi ifade eden, bir erken dönem milli kapitalizm yaratma kaygısını ifade eden İttihatçılığın
    ardından, onun kimi yanlarıyla hesaplaşan, kimi yanlarını da devralan bir olgu idi. Doğal olarak
    Türkiye kapitalizminin kurucu ideolojisi de oldu...

    12 Eylül 2009 Cumartesi

    Yapı, özne ya da tarihsel çakışma...

    Tolga Tören

    Yapı mı belirler özne mi? Kuşkusuz büyük tartışma... Belirleyiciliği tek başına yapıya atfettiğimizde, genelde sınıf mücadelelerinin, özelde ise ezilen sınıfların ve kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasından bu yana da işçi sınıfının tarihsel rolünü ihmal etmiş oluyoruz. Dahası tarihin kendiliğinden akıp giden bir olgular ya da ilişkiler bütünü olduğunu savlamış oluyor, dolayısıyla onu akışına müdahale edilemeyecek bir kendiliğinden bir 'şey'e indirgiyoruz.

    Öte yandan, bütün belirleyiciliği özneye atfetmek ise, tarih boyunca birikimli olarak gelişen, gittikçe daha ayrıntılı, karmaşık hae gelen ilişkiler bütününü görmezden gelmek anlamına geliyor.

    Örneğin Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Apartheid denen insanlık dışı yönetimin ortaya çıkmasını, kabul görmesini, sadece ırkçı ideolojinin varlığına ve güç kazanmasına bağlamak mümkün müdür? Yoksa, bu süreçte son derece karmaşık, gerek sermaye sermaye sınıfı gerekse işçi sınıfı içerisindeki farklı pozisyonların, çıkarların bir araya gelmesinin yarattığı bir ideoloji miydi söz konusu olan? Yani o ideolojiyi ortaya çıkaran bir yapı mı vardı?

    Eğer, kerameti kendinden menkul bir ideolojiden bahsedeceksek, şu soruyu da yanıtlamak gerekmez mi? Neden, örneğin, tüketim malları sanayine dayalı bir sanayileşme sürecinin yaşandığı bir dönemde, işçi sınıfı arasına yeni katılmaya başlayan, daha doğrusu yeni işçileşen, yarı kalifiye siyah işçi sınıfına karşı, beyaz işçi sınıfının kalifiye olmayan kesimleri işlerini koruyabilmek için devletin ayrımcılığına destek duydular ve Apartheid'i desteklediler de, kalifiye işçi örgütleri Apartheid'i destekleme ihtiyacı duymadılar? Ancak sermaye birikimi sürecinin bir başka aşamasında, bu defa kalifiye işçi sınıfı Apartheid'in destekçisi haline geldi? Neden işçi sınıfı içerisinde, özellikler de beyaz işçi sınıfının örgütleri içerisinde Apartheid politikalarına karşı, gerek renk temelinde, gerekse kalifikasyon temelinde farklı pozisyonlar vardı? Ya da neden bu ülkenin kapitalist gelişme sürecinin bir başka aşamasını, katma değeri daha yüksek mallar üretimine dayanan bir birikim dönemine, yüksek teknolojiye dayalı bir üretim dönemine geçişi ifade eden 1960'larda işçi sınıfı ve sermaye sınıfı içerisinde farklı pozisyonlar ortaya çıktı Apartheid'e dair? Neden 1970'li yıllar Apartheid yönetiminin artık sürdürülemez hale gelmesinin başlangıcıydı? İlişkilere bakalım: 1960 Sharpeville Katliamı sonrasında, Apartheid'e karşı yükselen tepkilerden dolayı ülkeden çekilen yabancı sermaye... Ama eş zamanlı olarak, ABD kaynaklı yatırımlarda, özellikle de yüksek teknolojiye dayanan üretim alanlarına yönelen, muazzam bir artış... Kalifiye işgücü kıtlığının sermaye birikim sürecinin en önemli sorunlarından birisi haline gelmesi... Siyah işçi sınıfına dönük mesleki eğitimler... Aynı zamanda, özellikle 1970'lerin ortalarından itibaren yükselmeye başlayan yeni bir işçi hareketi... Gün geçtikçe zayıflamaya başlayan ve nihayetinde 1994'te ortadan kalkan bir Apartheid... İki şey önemli: Birincisi, üretim ilişkilerinde ortaya çıkan değişimin, mevcut durumda bir değişime ihtiyaç duyması... Örneğin kalifiye işgücü meselesi... İkincisi, sermaye birikim sürecinin bir kırılma noktasında, yeni yükselen özneler ve bu öznelerin çalışmalarına dayanan, uzun süren bir mücadele dönemi... Yani yapının sürdürülemezliği ile öznenin ortaya çıkışının örtüşmesi... Lenin'in "dün erkendi, bugün geç" ifadesini buna yormak da mümkündür belki! Bu konu üzerinde biraz daha düşünmeli...

    Benzer bir sorgulama AKP, laiklik vs üzerinden yürütülen tartışmalara dair Türkiye için de geliştirilebilir... Kapitalist sistemin uluslararası kriz dinamiklerinin belirmeye başladığı 1990'ların sonu, 2000'ler... Ülkenin sermaye birikim sürecinin krizlerle birlikte önemli sorunlarla karşı karşıya kalması... Mevcut aktörlerin, birikim sürecinin ihtiyaçlarını karşılayacak çıkış noktaları üretmedeki yetersizlikleri... Yeni aktör: AKP... Soru şu: AKP dönüştürücü güç mü, yoksa Türkiye kapitalizminin, sistemin uluslararası ölçekte yaşadığı dönüşümün de etkisiyle, yaşadığı dönüşümün taşıyıcısı olan aktör mü... Türkiye'de son zamanlarda yaşananlara baktığımıza, sermaye sınıfının, işçi sınıfının, devletin, ülkenin uluslararası ilişkilerinin önemli dönüşümlerle karşı karşıya olduğunu görmemek mümkün değil... Tüm bunların taşıyıcısı tek bir siyasal yapı mı, yoksa o siyasal yapı, bu dönüşüm sürecinin yarattığı bir şey mi? Sanırım burada da yapısal dönüşüm ile, o dönüşümün öznesi olabilece aktör arasında bir örtüşme söz konusu...


    5 Eylül 2009 Cumartesi

    Umutsuz olmak için bir neden yok...

    Tolga Tören

    Evet kısa vadede büyük değişiklikler, alt üst oluşlar olmayacak, ama umutsuz olmak için bir neden de yok. Krizle birlikte, kapitalist sistem uluslararası ölçekte yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor. Baştacı edilen neo-liberal söylem, sorgulanıyor... Küçülsün denilen devletler, sermayenin yeni kurtarıcısı olarak sahnedeki yerini alıyor. ABD, Afrika'dan Ortadoğu'ya aşınan imajını tazelemenin yollarını arıyor.

    Ama....Güney Amerika'nın rengi, çelişkilerine rağmen, yavaş yavaş kızıla bürünüyor. İran'da kitleler, sosyal hak talepleri ile birlikte sokaklara dökülüyor. ABD'de işçi sınıfı sosyal güvenlik talebini yükseltiyor. Japonya'da 55 yıl sonra, neo-liberal politikalardan bezmiş halk, seçimlerde liberalleri alaşağı edip, başka bir partiyi, sosyal demokratları iktidara getiriyor...

    Uluslararası ölçekte güç ilişkileri değişiyor... Örneğin, kapitalist sermaye birikim süreci daha da derinleşen Çin, Hindistan gibi ülkeler, IMF, WTO gibi kuruluşlarda daha güçlü bir pozisyona sahip olmanın yolunu arıyor... Avrupa Birliği içerisinde farklı ülkelerin sermayeleri arasındaki çelişkiler, Birlik'in politikalarının netleşememesine, Birlik'i oluşturan ülkeler arasındaki çatışmaların artmasına hizmet ediyor.

    Ya Türkiye... Türkiye'nin bir çok yerinde düzenlenen sempozyumlarda, panellerde ya da benzeri gönüllü etkinliklerde, yayınlanan bir çok akademik/politik yayın organında, oluşturulan çeşitli platformlarda binlerce Marxist sosyalist, toplanıyor, tartışıyor, üretiyor, düşünüyor, yazıyor, çiziyor...

    Sosyalist örgütlerin önemli bir çoğunluğu yeni örgütlenme araçları yaratmanın peşinde koşuyor. Sosyalist solda saflar iyiden iyiye netleşiyor. Birbirine benzeyenler, aynı örgütsel yapı içerisinde olmasa da, çeşitli platformlarda bir arada işler yapıyor, eylemler organize ediyor. Sınıf perspektifini bir yana atıp, meseleyi sadece merkez-çevre analizlerinden hareketle ve kerameti kendinden menkul bir otoriterlik eleştirisine indirgeyen 'sol', anti kapitalist olmadan anti-emperyalist yönelime giren, böylece bir nevi nasyonal sosyalizme bulanan ve işi kontrgerilla artıklarıyla işbirliği yapmaya kadar götüren 'sol' ve sınıf perspektifini, devrimci duruşunu hala koruyabilen sol birbirinden ayrışıyor... Kısacası, sosyalist hareket yeniden karılıyor.

    Sistem, önemli bir dönüşüm geçiriyor...Kapitalist sistemin uluslararası ölçekte yeniden yapılanması ile beraber, ülke içindeki aktörler değişiyor, devletin yapısı, sermaye birikim sürecinin başat aktörleri değişiyor. AKP her ne kadar bu değişimin taşıyıcı aktörü olabilmiş gibi görünse de, içerisinde fazlasıyla kırılganlık barındırıyor. Ve sistem yeni aktörler yaratmakta zorlanıyor... Yoksulluk, yoksunluk ve sömürü günden güne daha belirgin ve üstü örtülemez hale geliyor. Kısacası, bıçak, kemiğe doğru hızla ilerliyor...

    Umutsuz olmak için bir neden yok...

    1 Eylül 2009 Salı

    Japonya Seçimlerinden Türkiye'nin Payına Düşenler (www.bianet.org)

    Tolga Tören

    Halkın neo-liberal politikalara verdiği tepki bölgesel güç olmanın başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen kesimler için, elmalarını herkesin eşit paylaştığı bir cennetten çok, ateşinin yakıcılığı giderek artan bir cehennem anlamına geldiğini gösteriyor.

    Japonya'da geçtiğimiz pazar yapılan seçimlerde, 54 yıldır, yani soğuk savaş döneminden bu yana (1993 yılı hariç) seçim kaybetmemiş olan muhafazakar Liberal Demokratik Parti, iktidarını, ana muhalefette bulunan ve eski sosyalistler ile Liberal Demokratik Parti'den ülkedeki sosyal eşitsizliklere ve partinin yönetim yapısına muhalefet ederek ayrılan muhaliflerin koalisyonuna dayanan Demokratik Parti'ye devretti.

    Görünüşe bakılırsa ortaya çıkan sonuç, seçmenin Demokratik Parti'ye dair kaygılarını bir kenara bırakmasından ya da yeni bir parti deneme merakından daha fazlasını ifade ediyor. Parlamentodaki 480 sandalyenin 308'sini kazanan çiçeği burnunda iktidar partisinin gündemindeki konulardan ilkinin Japonya'nın kötüleşen ekonomik koşulları, ikincisinin ise Liberal Demokratik Parti hükümetinin yıllardır sadakatla bağlı olduğu Washington ile yürütülecek ilişkiler olması bu durumun göstergelerinden birisi. Kaldı ki Demokratik Parti lideri Hatoyama da sonuçları "bu devrimci bir seçim" biçiminde tanımlıyor.


    ABD'ye bağlılık

    Daha açık ifade etmek gerekirse, seçim sonuçlarının önemini arttıran asıl nokta, seçimlerin, ABD'nin -İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda ülkeye attığı atom bombası sonrasında- aktardığı "dış yardım"ları ile yapılandırılan ve özelikle liberal çevreler tarafından ekonomik mucize olarak adlandırılan, ancak 1990'lardaki ekonomik krizle birlikte çözülmeye başlayan ekonomik paradigmaya inen bir darbe olması. Ek olarak da, geleneksel Japon siyasetinin Washington'a olan bağlılığının sorgulanmaya başlandığını ortaya koyması.

    Seçimler sonrasında oluşan soru işaretleri de daha çok bu son noktaya, yani yeni hükümetin ABD ile ilşkilerinin nasıl olacağı sorusuna dayanıyor. Eski muhalefet, yeni hükümet lideri Hatoyama, Amerikan hegemonyası altında yürütülen bir küreselleşmenin sona ermesi ve Japonya'nın Asya'daki diğer ülkelerle kurduğu ilişkilere yeniden yön vermesi gerektiğini belirtiyor. Partisinin manifestosu da Washington ile eşit düzeyde ilişkiler kurulmasını ve ülkedeki 50 bin askerden oluşan Amerikan askeri gücünün yeniden düşünülmesi gerektiğini ifade ediyor.


    Eleştiriler

    Ancak bu tarz söylemlerin, partinin sol tabanına verilen mesajlar olmaktan öteye gitmediğini, dolayısyla somut bir zemininin olmadığını belirten yorumcular da var. Öte yandan, ülkenin yeni liderinin yakın zamanlarda verdiği bir mülakatta, Japonya'nın ABD ile ilişkilerinde köklü değişimler olmayacağını belirttiği de söylenenler arasında. Bunlara karşın, seçim bildirgelerinde kaynak israfına son verilmesi, elitist bürokrasinin politik gücünün alaşağı edilmesi ve dünyanın neredeyse en yaşlı nüfusuna sahip olan ülkede, sosyal güvenlik alanında sıkı yatırımlar yapılması gibi başlıklar bulunduran Demokratik Parti'nin, mevcut politikalarda köklü bir değişim umudu yaratacağına dönük beklentiler de hiç az değil.

    Japon Komünist Partisi de Demokratik Parti iktidarı ile temelde bir şeyler değişmeyeceğini ifade edenler arasında yer alıyor. Seçimlerden önce yaptığı açıklamalarda Demokratik Parti'nin ezici bir zafer elde edeceğini öngören Komünist Parti'ye göre, bu zaferin asıl anlamı, Demokratik Parti politikalarına destekten olmaktan çok, Liberal Demokratik Parti iktidarında uygulanan neo-liberal politikalara gösterilen tepkiyi ifade ediyor olmasında gizli. Japon komünistlerine göre Demokratik Parti her ne kadar ABD ile eşitler arası ilişkiler kurulacağı söylemini kullansa da, ABD ile ikili askeri anlaşmaları sürdürecek ve diplomasi/güvenlik konularında ABD ile ters düşmekten kaçınacak. Dolayısyla Liberal Demokratik Parti politikalarından kökten bir uzaklaşma söz konusu olmayacak.

    Sosyal demokrat bir partiden kapitalist üretim ilişkilerinde köklü dönüşümler yaratmasnı ya da emperyal ilişkilerle mücadele etmesini beklemek elbette gerçekçi değil. Dolayısıyla Japon Komünistlerine katılmamak ve Demokratik Parti liderinin seçim sonuçlarını "devrimci" olarak tanımlamasını abartılı bulmamak mümkün değil. Ancak, sınıf çatışmalarının üzerini, işçiler ile sermayedarların aynı ailenin üyesi oldukları söylemini kullanarak örtmede dünyanın en başarılı ülkeleri arasında yer alan, bir diğer ifade ile vatandaşlarının çoğunu "hepimiz aynı gemideyiz" masalına uzun süre inandırabilen bir ülkede, seçmenlerin gösterdiği -ve bir neo-liberal tek parti iktidarını alaşağı edecek kadar güçlü olan- bu tepkinin de bir anlamı olmalı. Peki hangi açıdan?


    "Bölgesel güç" olmak

    Herşeyden önce, Türkiye'de son zamanlarda sıklıkla kullanılan bir kavram olan ve Türkiye sermayesinin ağzını sulandıran, kamuoyunda da "Yeni Osmanlıcılık" olarak pazarlanan "bölgesel güç olma" kavramı açısından. Malum, Japonya, yukarıda da belirtildiği gibi ABD tarafından aktarılan kaynakların da desteği ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında Pasifik bölgesinin en güçlü, dünya ekonomisinin de ikinci güçlü ülkesi haline geldi.

    Bugün halkın neo-liberal politikalara verdiği bu tepki gösteriyor ki, bölgesel güç olma olgusu, sadece ve sadece kapitalist üretim ilişkilerinin daha da derinleşmesi, dolayısıyla da, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen kesimler için, elmalarını herkesin eşit paylaştığı bir cennetten çok, ateşinin yakıcılığı giderek artan bir cehennem anlamına geliyor.

    Kuşkusuz, bu gerçek sadece Japonya için geçerli değil. Bugün dünyanın "süper gücü" olarak tanımlanan ABD'de en önemli tartışma başlıklarından birisinin sosyal güvenlik reformu olması, ülkede yaklaşık 30 milyon insanın sosyal güvenlikten yoksun yaşaması, emek aristokrasisi olarak adlandırılabilecek ve nitelikli işgücüne dayanan bir kesim dışında, işçi sınıfının ezici bir kitlesinin göçmenlerden ya da esnek çalışanlardan oluşması da bunun bir göstergesi.

    Ulusal kalkınmacı paradigma çerçevesinde akıl yürüten kimi çevreler tarafından, biraz da imrenerek, yeni "dünya gücü" olmaya aday olarak tanımlanan Çin, Hindistan gibi ülkelerde, insanlık dışı koşullardaki yaşam ve çalışma şartlarının varlığı da diğer göstergeler. Elbette buradan Türkiye'nin "bölgesel güç" olmasına dair bir sonuç çıkarmak da mümkün. Bir başka ifadeyle, "bölgesel güç olma" ile işçi sınıfı ve ezilenlerin hayatları arasındaki ters yönlü ilişkiyi anlamak için illa ABD'ye, Çin'e, Hindistan'a ya da Japonya'ya gitmek gerekmiyor.


    Türkiye

    Türkiye'nin son otuz yıllık tarihini de, son yıllarda uygulamaya konan ve elbette ki sosyal haklardan, iş güvencesinden ya da insanca çalışma hakkından yoksun nüfusu önemli ölçüde arttıran politikaları da böylesi bir okumaya tabii tutmak mümkün.

    Sözün özü: Bugün, AKP iktidarının ve Türkiye sermayesinin ağzını sulandıran şey birgün gerçek olabilir: Örneğin Kürt sorununun, halkların haklarını teslim etmeye dayanan, Kürt siyaseti temsilcilerinin ifadesiyle "onurlu bir barış"la değil ama, bölgenin iki önemli aktörü olan ABD ve Türkiye sermayesinin ihtiyaçlarını giderecek biçimde "çözüm"ü, Kürt hareketinin ilerici kanadının tasfiyesi ve bölgeye gelecek "istikrar" ile birlikte, Türkiye'yi, alt emperyalist bir "bölge gücü" yapabilir. Ancak yukarıda yazdığımız örneklerde olduğu gibi, bu ancak, kapitalist üretim ilişkilerinin daha da derinleştiği, dolayısıyla, güvencesiz çalışmanın, işsizliğin, sosyal adaletsizliğin, eğitim ve sağlık başta olmak üzere sosyal haklardan yoksunluğun, çalışma saatlerinin, ölümlü işkazalarının daha da arttığı bir Türkiye ile mümkün olabilir.

    Bir diğer ifade ile, hem Türkiye hem de Ortadoğu coğrafyasının, sermaye için cennet ama emekçiler ve diğer ezilenler için cehenneme dönüşmesi ile mümkün olur. Kimbilir, belki de muktedirlerin bizi bu dünyada olabilecek olanı ile tanıştırmak yerine öte dünyada olduğunu söyledikleri cennete ikna etmeye çalışmaları, bu gerçeği bildikleri içindir.(TT/EÜ)

    ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    * Yazıda, Martin Fackler'in 30 Aralık tarihli New York Times'ta yayınlanan değerlendirmesinden, 31 Ağustos tarihli the Guardian'da çıkan haberlerden ve Japon Komünist Partisi'nin resmi web sayfası olan www.japan-press.co.jp sitesinden faydalanılmıştır.