18 Mart 2014 Salı

Söyleşi: “Serhildan”dan sınıfsal apartheid’a, Express Şubat Mart 2014, Sayı: 140

NELSON MANDELA GÜNEY AFRİKA TARİHİNDE NASIL BİR ROL OYNADI?
“Serhildan”dan sınıfsal apartheid’a

Mandela 1994’te özgürlüğüne kavuştuğunda, Güney Afrika’yı yeni bir devlet başkanı ve yeni bir anayasa bekliyordu. Peki, Mandela’yla çözüm ve müzakere sürecini başlatmak rejim açısından bir taviz miydi, mecburiyet mi? Özgürlük, eşit-lik, demokrasi mücadelesininsembol ismi haline gelen Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi, vaadini tutabildi mi, yoksa siyahlar başka şekillerde ezilmeye devam mı etti? Güney Afrika ve emek hareketi üzerine makaleleriyle tanınan Tolga Tören’in kılavuzluğunda, Mandela sonrası Güney Afrika’dan çıkarılacak derslere bakıyoruz..

Mandela, Güney Afrika tarihinde nasıl bir rol oynuyor?

Tolga Tören: Her şeyden önce, apartheid gibi, insanları ırk temelinde, ekonomik, sosyal ve coğrafî ayrışmaya tâbi tutan bir rejime karşı elli yıla yakın mücadele ver-miş bir figürden bahsediyoruz. Apart-heid dediğimizde, siyahların şehir merkezlerinde yaşamalarının yasaklan-dığı, kendi ülkelerinde pasaport benzeri
belgelerle dolaşmaya zorlandığı, ücret ve sosyal haklarının sırf ten renklerinden dolayı daha düşük olduğu, mülklerine zorla el konduğu, dil ve kimliğe ilişkin tüm haklarından mahrum bırakıldıkları bir rejimden bahsediyoruz. Üstelik, muazzam bir askerî aygıta, polis gücüne sahip, sert anti-komünist politikaları uy-gulayan bir rejim bu. Böyle bir rejime karşı hapşırmak bile değerliyken, komü-nistlerle, emek hareketiyle el ele bir mü-cadelenin uzun yıllar önderliğini yapmış, 27 yılını hapiste geçirmiş bir li-derden bahsediyoruz. Dahası var: Birey-sel olarak Mandela da, ‘40’lardan beri içinde yer aldığı Afrika Ulusal Kongresi de (ANC), ANC’nin öncülüğünü yaptığı Kongre İttifakı da ırkçılık karşıtı müca-delenin beyazlarla birlikte verilmesinde
tavizsizdi. Apartheid rejiminin altın yıl-ları olan ‘60’larda da, rejimin sona erdiği ‘90’larda da, Mandela ve bu yapılar, mü-cadelenin temel metni olan Özgürlük Bildirgesi’ndeki “Güney Afrika üzerinde yaşayan siyah ya da beyaz herkese aittir” ifadesinden taviz vermediler. “Beyaz” ol-duğu kadar “siyah” egemenliğine de karşı çıktılar. Bu da ücadelenin siyah nüfus dışında meşruiyet kazanmasında önemli rol oynadı. İkincisi, ırkçı rejim döneminde, beyazlardan nefret eden, onları sömürgeci görüp “her beyaza bir kurşun” şiarına sarılan, beyazlarla yaşamak istemediklerinden apartheid rejimi-nin “ırksal ayrışma” politikalarını zımnen destekleyen siyah milliyetçiler de vardı. Halen faaliyetteki Zulu milli-yetçisi, kabile temelli Inkhata Özgürlük Partisi (IFP) bunlardan biriydi. ‘90’larda Kongre İttifakı ile bu hareket arasında iç savaşa yakın bir çatışma yaşandı. 1990-94 arasında iki taraftan yaklaşık 15 bin insan öldü. Bu dönemde Mandela’nın temsil ettiği geleneğin “beyazlarla bir-likte mücadele” vurgusu, beyaz nüfusun en önemli can güvencesiydi. 

Düne kadar apartheid rejimini destekleyen ülke liderleri cenazeye akın etti. Başta Obama, liderler Mandela’ya öv-güler düzdü. Oysa Mandela 2008’e dek ABD'nin terörist listesindeydi. Bu iki-yüzlülüğü nasıl yorumlamalı? 

1960’lar, ABD’nin Güney Amerika’dakine benzer bir konumu Afrika kıtasında da elde etmeye çalıştığı bir dönem. ABD için Güney Afrika, ırkçı rejimin anti-komü-nist duruşu kadar, zengin maden kay-nakları, ucuz emek gücü ve jeostratejik konumu nedeniyle de önemli. 69 kişinin öldüğü Sharpeville Katliamı sonrasında, ABD’nin Güney Afrika ile askerî ilişkile-rinde önemli artış yaşandı. ABD –İsrail ve Türkiye ile birlikte– Sharpeville Kat-liamı’nın Güney Afrika’nın iç sorunu ol-duğunu söyleyip BM yaptırımlarının esnetilmesi için çaba sarf etti. Ambargo kısmîleşti. Dahası, 1960’lar boyunca, Güney Afrika ile ABD arasında bir dizi as-kerî anlaşma imzalandı. CIA ülkenin gizli servisini eğitmeye başladı. Yakın-laşma, 1962’de CIA’nin Mandela’yı yaka-layıp ırkçı rejime teslim edilmesine kadar vardı. ABD’nin destekleriyle ırkçı rejimin altyapısı muazzam arttı. ABD’nin kurduğu nükleer tesisler petrol ve kö-müre olan bağımlılığı azaltırken, askerî tesisler ırkçı rejimin askerî gücünü ar-tırdı. ‘70’lerde, ABD yatırımları neredeyse dört kat arttı. ‘70’lerin sonunda, doğru-dan yabancı yatırımlarının yüzde 17’si, dolaylı yatırımların yüzde 33’ü ABD kö-kenliydi. Obama’nın Mandela sevgisine gelince: ‘90’lardaki çözüm sürecinde ırk-çılık Hollanda kökenli beyaz nüfusun hatasına indirgendi, ırkçılık ve kapitalist gelişme arasındaki ilişki tamamen kopa-rıldı. Kapitalist yatırımların mülkiyet ya-pısı olduğu gibi kaldı. Yere göğe konulmayan Güney Afrika anayasası da bunu güvence altına aldı. Obama ve ben-zerlerinin Mandela-sever hale gelmesi-nin nedeni budur. Apartheid karşıtı mücadelenin simgesi Mandela, ama siyasal örgütü ANC.

ANC’nin öncüsü olduğu Kongre İttifakı nasıl bir yapı? Güney Afrika Komünist Partisi’nin (SACP) buradaki rolü ne?

ANC 1912’de, siyah entelektüeller tarafın-dan kuruldu. 1930’ların sonuna kadar, militan mücadeleden uzak durup uzlaş-macı denebilecek bir tavırla eşit haklar talep etti. 1940’larda ise Komintern’e yakın SACP’nin etkisiyle radikalleşti.1943’te ABD Başkanı Roosevelt ve İngiltere başbakanı Churchill tarafından for-müle edilen Atlantik Bildirgesi’nde yer alan “self-determinasyon” ilkesinin Güney Afrika’ya uyarlandığı “Afrikalıla-rın Güney Afrika’daki Talepleri” başlıklı metin ANC tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. İlk defa beyazlara verilen tüm haklar siyah nüfus için de talep edi-liyordu. 1944’te Mandela’nın da üye ol-duğu ANC Gençlik Birliği’nin kurulması mücadeleyi siyah gençlik arasında yaydı.1948’de kurulan ANC Kadın Birliği de çok önemli. Nitekim, ‘50’lerde çok sayıda kadın direnişi örgütlendi. 1949’da kabul edilen Eylem Programı ile boykot, grev ve sivil itaatsizlik kampanyaları örgüt-lendi. ANC, 1952’de Güney Afrikalı Hin-tliler Kongresi ile çok önemli Muhalefet Kampanyası’nı başlattı. İnsanların ken-dilerini ihbar etmesi biçiminde örgütle-nen kampanya süresince yaklaşık 8 bin kişi tutuklandı. Kampanya ‘50’lerdeki kitlesel ayaklanmaların öncüsü oldu. Ve ANC’nin kampanya öncesi 7 bin olan üye sayısı 1953’te 100 bine çıktı. SACP ise 1921’de bir dizi yerel ve ulusal sol örgü-tün birleşmesiyle kuruldu. ‘40’lardan iti-baren apartheid karşıtı mücadelenin en önemli öznelerinden biri haline geldi. SACP’nin ‘40’larda formüle ettiği, 1962’de resmî politika olarak kabul ettiği “Özel Tür Bir Kolonyalizm” tezi apartheid kar-şıtı mücadelede önemli rol oynadı. “Ge-lişme” yazınındaki bağımlılık kuramının Güney Afrika’ya uyarlanmış versiyonu olan tez kabaca şöyle: Güney Afrika kapi-talizmi, ortaya çıkışından bu yana ülke-deki maden kaynaklarını ele geçirme amacı güden emperyalist merkezlere ba-ğımlıdır ve bağımlılık ırk ayrımına dayalı kapitalizmin en önemli unsurudur. Yani ırk ayrımcılığı ile kapitalist gelişme bir-birine içkindir ya da ırkçılık, Güney Af-rika kapitalizmi için her daim işlevseldir. Buna karşı öncelikle ulusal özgürlük mücadelesi verilmeli, ardından sosyalizm mücadelesi gelmelidir. Sosyalist olma-yan birinci aşamada en önemli şey, mü-dahaleci / kalkınmacı politikalar izlemek ve işçi sınıfıyla birlikte ezilen ulusların kazanımlarını güçlendirmektir. ‘50’lerle birlikte çok sayıda SACP üyesi, ANC Gençlik Birliği’nde ve sendikalarda faali-yet yürütmeye başladı. Ve hem ANC ile SACP arasında yakınlaşma başladı, hem de SACP’nin tezleri ANC’de kabul gördü, SACP üyeleri ANC’nin radikalleşmesinde önemli rol oynadı. Önemli bir başka aşama, 1955’te ANC ve SACP ile birlikte Hint ve melez nüfus temsilcilerini, mili-tan sendikaları barındıran, bizdeki Halk-ların Demokratik Kongresi’ne (HDK) benzeyen Halk Kongresi’nin kurulması. Kongre aynı yıl Özgürlük Bildirgesi’ni ilan etti. Bildirge, Güney Afrika’nın üze-rinde yaşayan herkesin ülkesi olduğunu ve yeraltı kaynaklarının, madenlerin ka-mulaştırılacağını belirtti.

Apartheid çok kullanılan, ama az bili-nen bir kavram. Irkçılıktan farkı ne?

Apartheid’ın kuruluş yılları 1948-60. Sharpeville Katliamı’yla açılan 1960’lar ise, apartheid karşıtı mücadelenin baskı-lanması ve ABD yatırımlarıyla sanayi-leşme yaşanması nedeniyle apartheid’ın “altın yılları”. Apartheid bu dönemde sermaye için muazzam işlevseldi. Siyah-lar, ucuz işgücünü garanti etmek için, ayrı devletçikler biçiminde inşa edilen “Bantu” alanlarında yaşamaya zorlandı. İmalat sanayii Bantu’ların sınır bölgele-rinde yoğunlaştı. Siyah nüfus vatandaş-lık haklarından sadece Bantu’larda faydalanabilen, “beyaz Güney Afrika”da ise pasaport benzeri belgelerle ikamet edebilen bir kitle haline geldi. Zaten apartheid budur. Sözlüklerde ırkçılık diye geçse de, aslında ırk temelinde kurumsal bir ayrışmadır. Dolayısıyla, bir ırkın aşağılanmasından daha fazla bir şey, ciddi bir toplumsal mühendisliktir. Irkçı rejim bunu “ırkçılık yapmıyoruz, her halkın kendi devletine sahip olma-sını sağlıyoruz” diye tanımlıyordu. Ül-keyi bir nevi Afrika Birleşik Devletleri gibi sunup politikalarını da “ayrı kal-kınma” olarak adlandırıyordu. 

‘70’lerde apartheid sermaye için işlev-selliğini yitirmeye başlıyor. Bunun di-namikleri ve sonuçları neler?

Her şeyden önce, kapitalist sistemin uluslararası krizi, altın fiyatlarındaki is-tikrarsızlık aracılığıyla Güney Afrika eko-nomisini de etkiledi. İkincisi, ‘60’lardaki ABD yatırımları bir yandan aşırı üretim sorunu yarattı, bir yandan da ekonomi-nin otomasyona geçmesini sağladı. Kali-fiye işgücü kıtlığı beyaz işçi ücretlerinin artmasına yol açtı. Bu, kriz koşullarında ülke sermayesinin kabul edebileceği bir şey değildi. Bu tarihe kadar kısmen kabul edilebilirdi, çünkü apartheid’ın altın yıl-ları Güney Afrika ekonomisinin bir nevi ithal ikamesi uyguladığı dönemdi. Bunu “ırksal fordizm” olarak tanımlayanlar da var. Ancak ‘70’lerde durum değişti. Güney Afrika sermayesi de ırkçılık kar-şıtı bir tutum almaya başladı. Güney Af-rikalı yazar Dale McKinley’in ifadesiyle, 1970’lerde “apartheid karşıtı mücadele trenine başka yolcular da biner”. ‘70’lerde ANC önderliğindeki direniş yükselişe geçiyor. 

ANC bu dönemde nasıl bir mücadele stratejisi izliyor, re-jimin buna cevabı ne oluyor?

‘60’lar apartheid’ın altın yıllarıysa, ‘70’ler de emek hareketinin “rönesansı”. Dünya ekonomisinin krizi, ülkede ırk ayrımcılığına dayalı sermaye birikiminin krizi, özellikle siyah nüfusta muazzam bir iş-sizlik yarattı. ‘70’lerin başında ünlü Dur-ban grevleri dalgası, birkaç yıl sonra Güney Afrika Sendikalar Federasyonu (FOSATU) ile sonuçlandı. İşçi hareketiyle ivme kazanan muhalefet ‘80’lerde iyice güçlendi. 1979’da kurulan FOSATU,  1984’te Transvaal’da iki günlük grev ilan etti. Siyah Yurttaş Derneği, Port Eliza-beth’te, işçilerin yüzde 90’ının katıldığı işe gitmeme eylemi düzenledi. ANC ise 1985’te halk savaşı kararı aldı. ‘80 ortaları ile 1990 arasında ANC’nin silahlı kanadı Halkın Mızrağı’nın gerilla sayısı 12 bini buldu. ’77-’83 arasında 250 civarindaki si-lahlı eylem 1984-89 arasında 1100’ü aştı.ANC’nin ülkeyi yönetilemez hale ge-tirme çağrısı karşılık buldu. Gecekondu, işçi, kadın, öğrenci direnişleri, kira ve tüketici boykotları örgütlendi. 1985’te Güney Afrika Sendikalar Konfederasyo-nu’nun (COSATU) kuruluşu da çok önemli. 1987’de, COSATU yöneticileri Lu-saka’da ANC liderleriyle bir araya gelerek Özgürlük Bildirgesi’ne, yani Kongre İtti-fakı’na bağlılıklarını dile getirdi. CO-SATU, 1987’de 300 bin metal işçisinin katıldığı bir grev organize etti. Her mili-tanın cenazesi Mandela’nın adının hay-kırıldığı bir tören, Özgürlük Bildirgesi elden ele gezen bir metin haline geldi. 

1986’da, güvenlik bürokratları, önlem alınmazsa komünist zaferin kaçınılmaz olacağını açıkladı. O yıl sıkıyönetim ilan edildi. İki yılda 30 bin kişi tutuklandı. Ekonomik kriz de derinleşiyordu. 1985’te, uluslararası finans kuruluşları alacaklarını istedi, yatırımcılar çekil-meye başladı. Dolayısıyla, ırkçı rejimin tarihi ve ortadan kalkışı ne ülkenin kapi-talist gelişme sürecinden ne de toplum-sal muhalefetten bağımsız ele alınabilir.

Mandela’nın serbest bırakılışı, dünya-nın en özgürlükçü anayasalarından biri olarak kabul edilen Güney Afrika ana-yasası ile Hakikat ve Uzlaşma Komis-yonları bu süreçte nasıl rol oynadı?

Elbette önemliler. Ancak bu olgular özel-likle liberal çevreler tarafından fetişleşti-riliyor. Ülkede ‘80’ler, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilemediği bir devrimci
durum. Bunun bir göstergesi, ırk ayrım-cılığına dayalı sermaye birikiminin yapı-sal sınırlarına gelmesi. İkincisi ise, her ne kadar ulusal bir burjuvazi yaratılma-sını dışlamasa da, “halk iktidarı için ayaklanma” şiarını benimseyen ve önemli bir kitlesel güce dayanan apart-heid karşıtı direniş. Çok sayıda araştır-macı bu zaman dilimini tarafların birbiri üzerinde hâkimiyet kuramadığı “istikrar-sız denge” kavramıyla açıklıyor. Bu dö-nemde ırkçılık karşıtı hareketler önemli bir kitleselliğe ulaştı. 1975-85 arasında Mandela’nın serbest bırakılması için de-falarca –koşullu– teklif sunan ırkçı rejim, ‘80’lerde, bir dizi reformu hayata geçirdi. Sermaye ANC’ye alternatif, işbir-likçi siyah temsilciler yaratmayı becere-meyince, ANC’nin meşruiyetini kabullenmek zorunda kaldı. Zaten 1985’te Mandela da tarafların birbirini yenmesinin imkânsızlığını, ülkedeki beyaz nüfusun korkularını yenmek için birlikte çalışılması gerektiğini ifade etti.

Kongre İttifakı da kitleselliğine ve top-lumsal meşruiyete rağmen rejimi yenil-giye uğratacak bir noktaya gelemedi. Gramsci’yi hatırlayalım. Gramsci, hegemonyanın kriz dönemlerinde “karizma-tik / kadere yön veren” kişilerin rolü ya da egemen sınıfların sahip olduğu eği-timli kadroyla kontrolü yeniden masset-mesinin altını çizer. Ortaya çıkansa sermaye hâkimiyetidir. Hakikat ve Uz-laşma Komisyonları da, yeni anayasa da,
Mandela’nın bir seremoniyle serbest bı-rakılması da böylesi bir sürecin ürünü.

Bu etkileyici mücadele sonrasında niye böyle bir uzlaşma ortaya çıkıyor?

Karmaşık ve çok taraflı bir geçiş süreci bu. ‘90’larda apartheid karşıtı güçlerin kimi talepleri karşılansa da, sermaye bi-rikim sürecinin süreklilik koşullarını or-tadan kaldıracak, tehdit edecek herhangi bir gelişme yaşanmadı. Irk ayrımcılığı sermaye için işlevselliğini kaybederken, ‘90’larla beraber siyah nüfus içindeki sı-nıfsal ayrışma da iyiden iyiye görünür hale geldi. Zaten rejim bunu ‘70’lerden beri teşvik ediyordu. Ayrıca Sovyetler’in dağılmasının yarattığı ideolojik etki de var. İki aşamalı devrim stratejisinin ikinci aşaması olan sosyalizm, başta siyah sermayedarlar olmak üzere çoğu kişi açısından anlamını kaybetti. Bu da geçmişte “yurtsever burjuvazi” olarak ha-rekete tâbi kılınmaya çalışılan kesimle-rin hareketi kendilerine tâbi kılmasını yarattı. Ayrıca, Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası finans kuruluş-larının ideolojik basıncı da mevcut. Son olarak, Mandela’nın görüşmeci olarak atadığı isimlerden Güney Afrika Komü-nist Partisi lideri Joe Slovo’nun, barış sü-recinde verilen tavizlerin katbekat fazlasının ırkçı rejim ortadan kalktıktan sonra kazanılacağı inancını da eklemek lâzım. Tüm bunlar eski yaklaşımların za-yıflamasında, mücadeleci güçlerin bir kısmının eski egemenlere benzemesinde önemli rol oynadı. Sonuç, “ekonomiyi beyazların, siyaseti siyahların yönettiği” uzlaşmanın Güney Afrikası. Barış görüş-melerinde, kapalı kapılar ardında ırkçılık sonrası ekonomik yapıya ilişkin bir uz-laşmaya varıldı: Yeni Güney Afrika libe-ral bir cumhuriyet olacaktı. Karşılığında eski rejimin unsurları ve sermaye çevre-leri de “çözüm”e destek verecekti. Bu durum 18 Kasım 1993’te kabul edilen ge-çici anayasada görülüyor. Çözüm süreci-nin retoriğine uygun olarak bir “gökkuşağı ulusu” tanımlaması yapılı-yor. Ancak eski bürokratların görevlerini sürdürmesi veya uygun şartlarda emekli edilmesi sağlanıyor. Geleneksel şeflere ve Hollanda kökenli beyaz nüfusun özerk yaşam alanlarına anayasal statü ta-nınıyor. Anayasaya göre ‘94 seçimleri sonrasında hangi parti kazanırsa kazan-sın, ülkeyi beş yıl Ulusal Parti ve Inkhata Özgürlük Partisi’nin de katıldığı koalis-yon yönetecekti. Bu da Mandela’nın “ik-tidarda değil, hükümetteyiz” sitemine yol açtı. Ancak, asıl uzlaşma iktisattaydı. Geçici anayasa, sermaye gruplarının en önemli taleplerinden birini, özel mülki-yete anayasal güvenceyi içeriyordu. Bu, Özgürlük Bildirgesi’ndeki “ülkenin ma-denleri kamulaştırılacak” ifadesinden kalıcı bir şekilde vazgeçişti; aynı zamanda siyahların  topraklarından zorla kovulmasını, mülklerine el konulmasını sorgulanamaz hale getiriyordu. Yeni ana-yasada merkez bankasının bağımsız ol-duğu da vurgulandı. Böylece, ‘90’larda sermayenin en önemli taleplerinden olan merkez bankalarının yerli paranın değerini koruması, enflasyon hedefle-mesi ve döviz kuru istikrarı sağlaması dı-şında, tam istihdam, gelir dağılımı adaleti gibi görevler üstlenmemesi ga-ranti altına alındı. Seçilmiş hükümetler merkez bankası politikalarına müdahil olamadı. Bu konu, sonraki yıllarda, “kal-kınmacı devlet” politikalarının izlenme-sini engellediği gerekçesiyle COSATU’nun (ve SACP’nin) hükümeti eleştirdiği başlıklardan biri olacaktı. Ay-rıca, hükümet 1993’te IMF’den 850 mil-yon dolarlık özel ve şartlı kredi aldı. Mart ‘94’te medyaya sızan anlaşmanın en önemli şartları, ithalat tarifelerinin indi-rilmesi, kamu harcamalarının kısılması, kamuda çalışanların ücretlerinin azal-masıydı. Dönemin IMF yöneticisi Cam-dessus, bu kredinin ödenmesi için iki şart daha koydu: ‘94 seçimlerinden sonra, Finans Bakanı ve Merkez Bankası başkanının Ulusal Parti’den olması. Bu şartları ANC kabul etti. 

‘94 seçimleriyle resmen lağvedilen Apartheid sonrasında ANC politikala-rını nasıl değerlendiriyorsun?

ANC ‘94 seçimlerinde COSATU’nun ha-zırladığı Yeniden İnşa ve Kalkınma Prog-ramı’nı (RDP) seçim beyannamesi yaptı. Program, ulusun temel ihtiyaçlarının karşılanması, insan kaynaklarının geliş-tirilmesi, istihdam ve fırsat eşitliği, top-rak reformu gibi noktalara vurgu yapıyordu. Özel sektörü dışlamamakla birlikte, ekonomide devleti vurgulayan sosyal demokrat bir programdı. SACP de programı destekledi. Her iki örgüt de se-çimler boyunca ANC’yi kendi üyelerini aday göstermeye zorladı. Seçimlerde “he-pimiz için daha iyi bir yaşam”, “uzlaşma”, “yeniden inşa” gibi ifadeler sıklıkla kul-lanılıyordu. Medya tarafından, Man-dela’nın serbest bırakıldığı dönemdeki gibi bir “büyüleyici atmosfer” yaratıldı. Mandela’yı selâmlayan beyaz generalle-rin fotoğrafları, askerî helikopterlerden dalgalandırılan yeni Güney Afrika bay-rakları, Mandela’nın apartheid’ın mimarı Hendrick Verwoerd’in eşiyle çay yudum-larken fotoğrafları tüm medyayı kapladı. Uluslararası finans kuruluşları da seçim-lere maddî destek verdi. 1994’te ülkede çoğu yurtdışı bağlantılı 10 bin sivil top-lum örgütü vardı. AB de seçimlere göz-lem, teknik destek, seçmen eğitimi gibi
konularda müdahil oldu. ANC’nin yüzde 62 oy aldığı seçimlerden sonra ANC’den 18, Ulusal Parti’den altı, IFP’den de üç temsilciyle Ulusal Birlik Hükümeti ku-ruldu. Finans Bakanlığı Ulusal Parti’ye bırakıldı, Merkez Bankası’nın eski baş-kanı görevinde kaldı. Akabinde, ANC’nin seçim bildirgesi olan RDP hükümet tarafından tırpanlandı. Sermaye çevreleri programı popülist olduğu, ülkenin dün-yadaki en pahalı işgücüne sahip olduğu, işgücü piyasalarını katılaştırdığı söylem-leriyle eleştiriyordu. Sonuçta program kâğıt üstünde kaldı. Bu durum Kongre İttifakı içerisinde bir kırılma yarattı.

Mandela nasıl bir pozisyon aldı?

COSATU’nun eylemlerine Mandela çok sert tepki verdi. COSATU ve SACP’yi “so-rumlu eyleme” davet etti. Hükümetin kaynağa ihtiyacı olduğunu vurgulayan Mandela, Kongre İttifakı’nın ANC dışın-daki bileşenlerinin eylemlerini tehdit olarak tanımladı. Ardından Dünya Ban-kası’nın baskısıyla “Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı (GEAR) programı hayata geçirildi. Bütçe açıklarının kapatılması, yabancı sermaye teşvikleri, rekabetçi bir ekonomi, sıkı para ve maliye politikaları, sermayeden alınan vergilerin düşürül-mesi, emek rejiminin esnekleştirilmesi, kamu istihdamının 2005’e kadar 300 bin kişi azaltılması, ücretlerde kesinti, özel-leştirme programı... Bunlar Kongre İttifa-kı’nda bir kırılma yarattı. COSATU ‘96 martında greve gitti. İş bırakma eylem-leri sonucu işgücü kaybı 1997’de 650 bin-den 2001’de 1.25 milyona ulaştı. COSATU,
SACP ve ANC arasındaki çatışmalar de-rinleşti. Telekomünikasyon, enerji, or-mancılık, eğlence, ulaşım alanlarında özeleştirmeler başladı. Kamu radyo ve televizyonları, havayolları, iletişim şirketleri özelleşti. Özelleştirmeler GEAR öncesinde de fiilen başlamıştı. Ancak, GEAR özelleştirmeyi açıktan konuşulan ve uygulamaya konan bir gerçek haline getirdi. 1995-2002 arasında 31 dev özel-leştirme gerçekleşti . Bununla birlikte iş-sizlikte, HIV / AIDS vakalarında patlama yaşandı, sağlık sistemi çöktü, emekçile-rin önemli bir kısmı daha güvencesiz, daha esnek çalışmaya tâbi kılındı. Özel-leştirmelerde siyah girişimcilere önce-likler tanınması, eleştirilerin bir nebze önünü kesti. Ancak, COSATU Kongre İtti-fakı’nı da tartışmaya açtı. Ulusal demokratik devrimin ve onun partisi ANC’nin neoliberallere terk edilmemesi için Kongre İttifakı’nın devamında uzlaşıldı. 

ANC’nin siyah bir orta sınıf yaratma iddiasındaki ekonomik programının siyah bir sermaye sınıfı yaratttığını söylüyorsun. Bu süreç nasıl işledi?

Tam da böyle oldu. Bunun izlerini ‘80’lerde, hatta ‘70’lerde bulmak müm-kün. Program, özelleştirmelerden ya da ihalelerden öncelikli pay alan ve ülke-deki beyaz sermayeye eklemlenen bir siyah sermaye yarattı. Elbette siyah ser-mayedarların hepsi aynı şansa sahip de-ğildi. Kimi işini kaybederek yeniden işçileşti, kimi de ülkenin en büyük kapi-talistleri arasına girdi. Tıpkı, 2012’de 34 grevci maden işçisinin polis tarafından katledildiği Marikana’daki madenin or-tağı olan Cyril Ramaphosa gibi. Ramap-hosa, Mandela’nın çözüm sürecinde görüşmeci atadığı üç isimden biriydi, şu anda ülkenin en büyük siyah sermaye-darı ve uluslararası firmaların ortağı. Bu firmaların çoğu da apartheid döneminin büyük yatırımcıları. Ramaphosa’nın du-rumu, gelinen nokta açısından simgesel.

“Ulusal Demokratik Devrim” sosyalist bir devrime evrilemiyor. Apartheid bir-çok öğesiyle yerinde duruyor. Böyle olmasının dinamikleri neler?

Yapısal ya da öznel çok sayıda faktör var.Ancak Kongre İttifakı’nın ülkedeki ırk ayrımcılığı ile kapitalist gelişme arasın-daki ilişkiyi ele alış biçimine dikkat çek-mek lâzım. Ülkenin kapitalist gelişme sürecine ilişkin en kadim tartışma ırk / sınıf meselesidir. Irk ayrımcılığının ka-pitalist gelişme için işlevsel olup olma-dığına ilişkindir. Bu tartışmada alınan tutum, politik pozisyonun belirlenmesi açısından önemlidir. Tartışmada üç teo-rik yaklaşım var. İlki liberal kalkınmacı yaklaşım, ikincisi Kongre İttifakı’nın ulusal / kalkınmacı olarak da değerlendi-rilebilecek “Özel Tür Bir Kolonyalizm / Ulusal Demokratik Devrim” yaklaşımı. Üçüncüsü, Kongre İttifakı üyesi, Mark-sist sosyal bilimci Harold Wolpe’nin “ek-lemlenme yaklaşımı”. Liberal yaklaşım, Güney Afrika ekonomisinin ikili yapıya sahip olduğunu vurgular: Kalkınma için arzulanan bir model olan kapitalist eko-nomi ile geri ve ortadan kaldırılması ge-reken kapitalizm öncesi yapı. Buna göre ırkçılık, kapitalist gelişmenin, sanayi-leşme ve modernleşmenin önünde bir engeldir, kapitalizmin gelişmesiyle ırk sorunu ortadan kalkacaktır. 

SACP tara-fından formüle edilen, 1940’lardan sonra ANC ve Kongre İttifakı’nın resmî görüşü haline gelen ikinci yaklaşım, Güney Afri-ka’daki ırk sorununun kolonyalizm ve emperyalizmin bir sonucu olduğundan hareket eder. Irk ayrımcılığının sömü-rüye fiiliyat kazandırdığını, kapitalist ge-lişmenin, ırk sorunuyla iç içe geçtiğini, dolayısıyla, ırkçılığa karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadele anlamına geldiğini söyler. Koloni ve yarı koloni-lerde işçi sınıfı ve üretici güçler gelişme-diğinden mücadele iki aşamalı olacak, önce ulusal demokratik devrimle emper-yal baskıya son verilerek devletin eko-nomi üzerindeki ağırlığı sağlanacaktır. Bu yaklaşım ırk ve sömürü sorunu ara-sında daima bir fonksiyonellik kurar.

Dolayısıyla, birine karşı mücadele diğe-rine karşı da mücadeledir. Kongre İttifa-kı’nın ülkenin kapitalist gelişme sürecini, kolonileştirilenlerle kolonicile-rin aynı coğrafyada, kapitalist sisteme maden ihracatı yoluyla eklemlenmesi olarak tanımlayan “Özel Tür Kolonyalizm / İçsel Kolonyalizm” tezi, siyah bir ser-maye sınıfı oluşturmanın da meşruiyet kaynağıdır. Çünkü bu yaklaşım, sermaye sınıfının bir kesimini “ilerici” ya da “yurtsever” olarak tanımlar. Siyah ser-maye devrimin ilk aşaması sonrasında üzerinde hegemonya kurulacak bir un-surdur. ‘90 sonrası süreç ise bambaşka yaşandı. Siyah sermaye hareketin günde-mini de belirleme şansı elde etti. Sonuç “siyasetin siyahlar, ekonominin beyazlar tarafından kontrol” edildiği yeni Güney Afrika’dır. Irk ayrımcılığının kapitalizm için her zaman işlevsel olmadığını, biri-kimin belirli bir noktasında sermayenin de ırk ayrımcılığının kaldırılmasını talep edeceğini vurgulayanları Kongre İttifakı dikkate almadı. Hatta mücadeleyi sınıf boyutuna çekmek isteyen bu kesimler, ‘90’lara doğru aşırı solcu oldukları ya da ulusal demokratik devrime ihanet ettik-leri gerekçeleriyle tasfiye edildi. 

Güney Afrika’daki barış süreci ile biz-deki çözüm süreci arasında paralellik kurulabilir mi? Güney Afrika deneyimi bize bu anlamda ne söylüyor? 

Nasıl ki Güney Afrika’da ırkçılık kapita-list gelişme sürecinden, sınıf ilişkilerin-den koparılarak anlaşılamazsa, aynı şey Türkiye için de geçerli. Türkiye’de de Er-meni sorunu, Kürt sorunu ve diğer so-runlar, kapitalist üretim ilişkilerinin kuruluş sürecinden bağımsız anlaşıla-maz. Malûm, kapitalist üretim ilişkileri-nin kuruluşu, başlangıçta “ulusal” olsa da, ardından uluslararasılaşmak zorunda olan sermayenin denetlediği bir pazarı zorunlu kılar. Bu, ulus-devlet, dolayısıyla ulus inşası demektir. Ulus inşası ise bir homojenleşme sürecini beraberinde getirir. Güney Afrika’da olduğu gibi Türki-ye’de de ulusal sorun, sermaye birikimi sürecinin vahşete, kırıma kadar uzanan bir sonucudur. Bu, ortada kimliğe ilişkin bir sorun olmadığı anlamına gelmez. Kimliğe ilişkin boyutun üzerinden atla-namaz. Ama, sınıfsal boyutun üzerinden de atlanamaz. Son on yılda siyasal tartış-malarda görülen laik / İslâmcı, ulusalcı / liberal gibi ikilemlerin ulusal sorunda da karşımıza çıktığını düşünüyorum. So-runu tamamen kimliğe indirgeyen, dola-yısıyla sınıfsal boyutunu görünmez kılan yaklaşımlar ve meseleyi, bölgenin geri kalmışlığı ya da “Türkiye’nin tümü-nün sömürülmesi” ile açıklayan ve bu yolla kimliğe ilişkin boyutu es geçen yaklaşımlar… Bu iki yaklaşımın ötesine geçmek için sınıf sorunu ile ulusal sorun arasında olması gereken ilişkiyi kurmak gerekir. Türkiye sermayesinin Kürt coğ-rafyasını bir pazar ve ucuz emek cenneti haline getirmeye dönük projeler ürettiği bugünlerde bu  çok önemli. “Kart-kurt” edebiyatından “açılım”a, “millî birlik ve kardeşlik projesi”ne doğru izlenen süreç, bölgesel asgarî ücret projesiyle, Kürt coğ-rafyasına aktarılan teşviklerle, TOKİ gibi kurumların yatırımlarıyla beraber iler-ledi. Tıpkı Güney Afrika’da sermaye biri-kiminin belirli bir noktasından itibaren ırkçı rejimin işlevselliğini yitirmesi gibi, Türkiye’de de sermaye, birikiminin gel-diği aşama itibariyle Kürt meselesinin, ezilenlerin perspektifinden değilse de, bir “çözüm”üne ihtiyaç duyuyor. 

Biriken sermayenin yayılacağı yeni coğrafyaların en önemlilerinden biri, Güney Kürdistan da dahil olmak üzere, Kürt coğrafyası. Kapitalist sistemin uluslararası ölçekte yaşadığı dönüşüm ve Türkiye sermayesi-nin birikim dinamikleri bağlamında Kürt meselesi, Türkiye sermayesinin yayılma dinamiklerine zemin hazırlayacak ve hegemonyasını güçlendirecek bir şekle ka-vuşturulmaya çalışılıyor. Bölgeye özel teşvik sistemi, yatırım indirimi, gelir ve kurumlar vergisi muafiyeti, enerji des-teği, Suriye, İran, Irak ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Diyarbakır’da konsolosluk ve temsilcilikler açması, Orta Vadeli Plan’da yer alan bölgesel rekabet gücü, bölgesel girişim sermayesi, girişimcilik finansmanı söylemleri ve yatırım teşvik-lerindeki muazzam artış bu konudaki önemli göstergeler. Ayrıca, birikim ola-nakları güçlendirilmeye çalışılan Kürt sermayesinin yeni coğrafyalara açılma ihtiyacı duyan Türkiye sermayesi ile ek-lemlenmesinde önem taşıyan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde (KBY) yaşanan ge-lişmeler de önemli. Nitekim Irak, 2010’da gerçekleştirilen 6 milyar doların üzerin-deki ihracatla Türkiye’nin en önemli dördüncü pazarı haline geldi. Bu ihraca-tın büyük bölümü de KBY’ye yapılıyor. 2010 sonunda KBY’de faaliyet yürüten Türkiye kökenli firma sayısı 740’a ulaştı. Önümüzdeki dönemde, 9 milyar dolara yakın kamu, 13 milyar dolara yakın özel sektör yatırımı hayata geçecek. 2011-14 döneminde Irak’ın toplam bütçe gelirleri 58 milyar dolardan 83 milyar dolara, bölge yönetiminin geliri de 10 milyar do-lardan 14 milyar dolara çıkacak. Bunlar bölgenin Türkiye sermayesi açısından önemini ortaya koyuyor. Öte yandan, Kürt coğrafyası Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir işsizlik ve mülksüz-leşme dalgasıyla karşı karşıya. Ayrıca, Kürt halkının verdiği mücadele sonu-cunda, en azından bölgede –ve Gezi ile birlikte artık batıda da– yönetenlerin es-kisi gibi yönetememe, yönetilenlerin es-kisi gibi yönetilmek istememesi sorunu da var. Kürt coğrafyasında, yatırım ve ha-yırseverlik faaliyetleri, dinî söylem ve ni-hayetinde Kürt siyasetinin ilerici kanadını tasfiye ederek muhafazakâr, ABD ve sermaye yanlısı Kürt siyasetleri-nin öne çıkarılması yönündeki politika-lar dikkat çekici. Bunlar, ‘80’lerde Mandela’ya karşı önce anti-komünist ve sermaye yanlısı “sorumlu siyah liderleri” destekleyen, ama halkın tercihini Mandela’dan yana kullandığını gördükten sonra liberal bir cumhuriyet şartıyla Mandela’ya yönelen Güney Afrika serma-yesinin politikalarını anımsatıyor. Tür-kiye rejimi de kendi “sorumlu liderlerini” yaratmaya çalışıyor. Kürt si-yaseti bunlara “sivil Cuma” eylemlerin-den HDP’nin oluşumundaki rolüne kadar, Gramsci’nin “mevzi savaşı” kavra-mının bir örneğini vererek yanıt gelişti-rebildi. Ama sermaye denemeye devam edecek. Kaldı ki, sermaye açısından bu politikaların sona ermesi, ya mevcut Kürt siyasetinin ilerici kanadını liberal, yani Kürt coğrafyasının ucuz emek de-posu olacağı bir çözüme ikna etmesi ya da çözümden vazgeçmesi anlamına geli-yor ki, ikincisi sermayenin mantığı gere-ğince pek mümkün değil. Bütün bunlar, Kürt sorununda bir Güney Afrikalaşma riskini de hep göz önünde bulundurma-mız gerektiğini söylüyor. Yani anayasal düzlemde hakların kısmen ya da tama-men karşılandığı, ancak geçmişte ulusal hakları elinden alınan bir halkın ya da halkların, bu defa küçük bir oranı hari-cinde, daha güvencesiz, örgütsüz, sosyal haklarından mahrum bir şekilde yaşa-maya, mülksüzleşemeye mahkûm kılın-dığı bir durum. Bu riski kaale almazsak, Güney Afrikalı Marksist Patrick Bond’un kullandığı “sınıfsal apartheid” benzeri bir tanımı kendi coğrafyamız için de geliştirmek durumunda kalabiliriz. 

Söyleşi: Doğan Durmaz

4 Mart 2014 Salı

Tolga Tören, İstanbul Özgür Üniversite Cumartesi Seminerleri, Irkçılık Sonrası Güney Afrika'dan Kürt Sorununa Bakmak, 28 Aralık 2014

Semineri izlemek için lütfen linki tıklayın:

http://www.youtube.com/watch?v=vZKjSNiMXUo

Nelson Mandela Güney Afrika Tarihinde Nasıl Bir Rol Oynadı? "Serhildan"dan Sınıfsal Apartheid'e, Express dergisi ile söyleşi, Şubat-Mart 2014



Express 140 (Şubat-Mart 2014), Editör yazısı:

http://birdirbir.org/dergiler/express-140-subat-mart-2014/

Söyleşi için: 




Kent mekânlarının metalaştırılması ve AKP’nin geleceği
“Tepemizde helikopterlerin uçuştuğu, Kızılay’ın gazlandığı ortamda belediyeciliğin tartışılması anlamlı.” ODTÜ Siyaset Bilimi öğretim üyesi Tarık Şengül Ankara’da, 21-23 Kasım’da düzenlenen Mimarlığın Sosyal Forumu’nun “Sol Belediyecilik İçin Manifesto” oturumunda, konuşmasına böyle başlamıştı. Şengül şöyle devam etti: “Bu savaşın bitirilmesi için en önemli alanlarından biri yerel seçimler olacak. Ve bu savaş, ancak savaşarak bitirilecek.” O gün sıcağı sıcağına Şengül’e teybimizi uzatıp sözünü ettiği “savaş”ı konuşmuştuk. Söyleşiyi yayına hazırlarken AKP-Cemaat savaşı patladı, bir oturum daha yapmak farz oldu. 17 Aralık öncesini ve sonrasını Tarık Şengül’den dinliyoruz…

Kentsel dönüşüm ve finans sermayesinin tunç kanunu
Yolsuzluk gündemiyle yatıp kalkıyoruz. Olup biten “yol”un ta kendisi değil mi? Rant yaratma üzerine kurulu bir ekonomi başka nasıl yürüyebilir? Şehirlerin finans sermayesinin “enstrümanı” haline gelişini ve bunun ekonomik büyüme olarak sunulmasını ABD, İspanya ve Hindistan numuneleri üzerinden inceleyen Michael Goldman’a kulak veriyoruz.
MÜSİAD’dan TUSKON’a, AKP’den Cemaat’e: Yeni İslâmî burjuvazi
Bugün “tape”lerden ve iddianamelerden dökülenler, bazı “kaplan”ların AKP nezdinde “daha eşit” olduğunu da gösteriyor. “Yeni İslâmî Burjuvazi” adlı kitabında Dilek Yankaya, yekpare bir bütün olarak değerlendirilemeyecek İslâmî burjuvazinin bugünkü yerinde de kalmayabileceğini söylüyor…
Bir “yol” filmi olarak “Agorafobi” ve umumi manzara
“Kentsel dönüşüm sürecini tetikleyen neoliberal politikalar. Doğru. Ama, Almanya’da da neoliberalizm var, Türkiye’de olanlar orada niye olmuyor? Demokrasi sorunu kentsel dönüşümün bu kadar vahşi yaşanmasının en büyük sorumlusu. 17 Aralık operasyonu iddianamesi suçlarının sadece yüzde biri…” “Ekümenopolis”in ardından bir başka korku filmini, Ankara-Bursa-İstanbul üçgeninde geçen “Agorafobi” belgeselini dikkatlere sunan İmre Azem’i dinliyoruz.
Rojava demokratik özerklik yönetimi ve Rojava Toplum Sözleşmesi
Rojava’da Kürt, Arap, Süryani, Ermeni halkların Toplum Sözleşmesi ve üç kantona yayılmış “demokratik özerkliği” ilan edildi. Şubat başında Ankara’da bulunan PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah’ın temasları çerçevesinde Rojava devriminin anahatlarına bakıyor, Rojava Toplum Sözleşmesi’nin yazarlarından PYD siyasî danışmanı Sehanok Dibo ve PYD meclis üyesi Ciwan Mistefa’yı dinliyoruz…
Ortadoğu’da “ümmet savaşları”
Erdoğan artık Ortadoğu’nun “umut ışığı” değil. Oysa Müslüman Kardeşler ve öteki siyasî müttefikleriyle birlikte Suudilerin egemenliğini yıkıp Ümmet’in liderliğini üstleneceğinden ne kadar emindi. Peki sihir nasıl bozuldu? Lübnanlı akademisyen Annalena di Giovanni, “Emmi Erdoğan”ın dramatik düşüşünü Express için yazdı.
Suriye’de Marksist muhalefet
İçsavaş öylesine kirli bir hal aldı ki, başlangıçtaki çoğulcu halk ayaklanması unutuldu. Baba Esad’ın mahkûm ettiği Suriyeli Marksist yazar Yassin al Haj Saleh, Oğul Esad’ın cehennemini anlatıyor…
Uruguay: Pepe’nin özgürlükler ülkesi
Halkının sevgilisi José “Pepe” Mujica başkanlıktan giderayak marihuanayı serbest bırakarak bütün dünyanın sevgilisi oldu. Uruguay’ın gerilla kökenli devlet başkanını duruşuna, icraatlarına ve örnek performansına şapka çıkararak uğurluyoruz…
New Yok Belediye Başkanı Bill de Blasio
Amerikan liberalizminin ve Demokratların kalesi New York yirmi yıl sonra ilk kez Demokrat –üstelik solcu– bir belediye başkanı seçti. Bill de Blasio’nun neoliberalizmin yoksulluk sınırına ittiği orta sınıfları harekete geçirmesi, dünyanın bütün büyük kentleri için ibretlikti…
Nelson Mandela: “Serhildan”dan sınıfsal apartheid’a
Mandela’yla müzakere ve çözüm sürecini başlatmak rejim açısından bir taviz miydi, mecburiyet mi? Özgürlük, eşitlik, demokrasi mücadelesinin sembol ismi haline gelen Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi vaadini tutabildi mi, yoksa siyahlar başka şekillerde ezilmeye devam mı etti? Güney Afrika ve emek hareketi üzerine makaleleriyle tanınan Tolga Tören’in kılavuzluğunda, Mandela sonrası Güney Afrika’dan çıkarılacak derslere bakıyoruz…
Arundhati Roy’la yolsuzluk, seçimler ve paralel devlet üzerine
Arundhati Roy’un Hindistan’da ayyuka çıkan yolsuzluklar karşısında yükselen hareketin partileşmesi üzerine Saba Naqvi’nin sorularına verdiği cevaplar Türkiye’de yaşananlara öylesine denk düşüyor ki…
Brezilya haziran ayaklanmasının elebaşları: Ücretsiz ulaşım hareketi
TC’de ancak dinî bayramlarda, siyasî nafaka babında uygun görülen “ücretsiz ulaşım”, Brezilya’daki haziran ayaklanmasının fitilini ateşleyen Ücretsiz Ulaşım Hareketi’nin temel meselesi. São Paulo’ya uzanıp kurulduğu 2004 yılından beri hareketin içinde yer alan Grazi Kunsch’a kulak veriyoruz…
Ekolojipolitik: Bir iki üç daha fazla Yasuní!
Nijer Deltası, Kaz Dağları, Yasuní Milli Parkı… Dünyanın tüm doğal müşterek alanları hızla mahvediliyor. Tüm vadilerde aynı öğüt çınlıyor: “Kapitalist büyüme modelinden vazgeç, gerçek ihtiyaçlara yönel, karbon salınımına son ver.” Ekvator’da ve Yasuní denen güzel diyardaki ekoloji hareketi, açmazlarıyla, sınırlarıyla ve vaatleriyle çok öğretici.
Lobiler: Krallar yok, adamlar çıplak
PKK liderinin “Anadolu çıkışlı” “Yahudi, Ermeni ve Rum lobilerinin” PKK’nin AKP’yle yürüttüğü barış sürecine “stratejik ve taktik” bir biçimde müdahil olduğunu vurgulamasının üzerinden yaklaşık bir sene geçti. KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın “milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri”ni paralel birer devlet olarak tanımlayarak diasporadaki gayrimüslimleri hedef göstermesinin üzerinden ise bir ay…
Rote Flora’ya saldırının içyüzü: Hamburg bizim!
Hamburg’un orta yerindeki bir binayı boşaltmaya kalkan polis günlerce sürecek müthiş bir direnişle karşılaştı: Beyoğlu’nda, Kadıköy’de, Türkiye’nin pek çok yerinde artık alıştığımız TOMA’lar, gazlar da yetmedi, 4 Ocak’ta üç mahallede olağanüstü hal ilan edildi. Son durumda, polisin çekildiği Rote Flora’nın mevcut haliyle devamına karar verildi. Olayları, öncesini ve sonrasını bir Rote Floralının kaleminden okuyalım.
Susan Buck-Morss ve “yerelaşırı müşterekler”
Susan Buck-Morss İstanbul’a geldiğinde kent isyanları henüz Bosna’dan Kiev’e, Hamburg’dan Caracas’a uzanmamış, T.C. hükümeti internetin vanasına elini uzatmamıştı. Ama Gezi’nin cisimleştirdiği küresel isyan halesi bütün somutluğuyla havada hâlâ asılıydı. Buck-Morss, uzun düşünce hayatını bu havayı teneffüs ederek temize çekti, muhasebesini çıkardı, yakın geleceğe dair devrimci bir fal açtı…
Dayatılan İslâm hangi İslâm: Metafiziğin yitirilmesi
Henry Corbin içinde bulunduğumuz durumu 1981’de “teolojik olandan sosyal olana geçiş” olarak tanımlamıştı. Türkiye’de bu tanım sadece toplumsal ve bireysel yaşam için değil, teolojinin kendisi için de geçerli… Zeynep Oktay’ın kaleminden…
İsmail Yerguz’la “Genç Bir Don Juan’ın Maceraları” davası
Guillaume Apollinaire’in “Genç Bir Don Juan’ın Maceraları” kitabının karar duruşmasında bir ceza ya da beraat çıkmadı; üç yıl içinde “aynı türden bir suç” işlenmemesi kaydıyla dava askıya alındı. Bu trajikomik dava, Türkiye’de ifade ve düşünce özgürlüğünü yeniden gündeme taşıdı. Kitabın çevirmeni İsmail Yerguz anlatıyor…
Neriman Polat’la son sergisi “Ev Nöbeti” üzerine
Depo’daki “Ev Nöbeti” adlı sergisinde kentin bir unsuru, hatta uzantısı olarak hane içine bakan Neriman Polat, özellikle kadınların kapatılmışlığını enstalasyonlar, videolar, fotoğraflar vasıtasıyla gösterdi, en mahrem alanda bile toplumsal kalıplardan ve baskıdan azade olamadığımızın altını çizdi. Ama bir kenara kaçış imkânı niyetine bir sırt çantası koymayı da ihmal etmedi…
Meşin Yuvarlak: İktisat helezonunda yeşil saha
Malî denetleme şirketi Deloitte, 2012-2013 futbol sezonunun en çok gelir elde eden kulüplerini açıkladı. Listeye Galatasaray ve Fenerbahçe’nin 16. ve 18. sıradan girmeleri dikkat çekti.
Haber editörümüz PJ Harvey: Politikaya karşı hakikat
2 Ocak’ta BBC Radio 4 Today’den muhalif sesler yükseldi, anaakım medyada yer bulamayan konular tartışıldı, şiirler okundu, şarkılar çalındı. Geleneksel habercilik standartlarını tersyüz eden, haber, hakikat ve tarafsızlık konularını yeniden düşündüren bu programın editörü, bir BBC gazetecisi değil, Polly Jean Harvey’di.
- See more at: http://birdirbir.org/dergiler/express-140-subat-mart-2014/#sthash.W0lD68k1.dpuf