24 Ağustos 2014 Pazar

Seçimle gelen 12 Eylül, ‘efendi millet’ ve otoriterlik, Evrensel Pazar, 24 Ağustos 2014

Tolga TÖREN

Yeni Şafak gazetesi yazarı Ali Saydam, cumhurbaşkanlığı seçimini değerlendirdiği yazısında, seçimi “Türkiye’de son yüzyılın en önemli kırılma noktalarından birisi olarak” tanımlıyor ve bu durumu şu ifadelerle gerekçelendiriyor: “Liberalizmin önündeki son engel olan her türden bürokratik vesayetin ortadan kalkması için yeşil ışık yakılmıştır. Bu kırılma noktasının ardından yürütme, yasama ve yargı dediğimiz ‘Kuvvetler Ayrılığı’ndaki denge ve ilgili kurumlar arası iletişimin eskisinden hayli farklı bir ‘üslup’ içinde devam ettirilmesinin önemini bilmem ne kadar derinden hissedebiliyoruz?” (Yeni Şafak, 12 Ağustos 2014)

Kısacası Saydam, okurlarına her şeyden önce, son dönemde AKP cenahı tarafından fazlaca dile getirilmiş olan “yeni bir Türkiye” fotoğrafının oluşturulmaya çalışıldığını söylüyor. İkincisi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin, yani yasama, yürütme yargı ayrımının, yeniden yorumlamaya tabii tutulacağının işaretlerini veriyor. 
Kuvvetler ayrımının yeniden yorumlanma biçiminin nasıl olacağını ise, gazetenin aynı günkü baskısında yayımlanan yazısında bir başka kalem, Abdullah Muradoğlu ifade ediyor. Muradoğlu, Türkiye’nin 21. yüzyıla “vesayet gömleği” ile giremeyeceğini belirttikten sonra, bu gömleğin çıkarılmasındaki en önemli adımın cumhurbaşkanını halkın seçmesi olduğunu belirtiyor ve ekliyor:

“10 Ağustos gerçeği, ‘efendi millet’ özleminin ifadesidir. 1982 Anayasasının cumhurbaşkanına tanıdığı görev ve yetkiler, darbeciler tarafından sivil demokratik siyaset üzerinde bir vesayet aracı olarak tasarlanmıştı. Bu yetkiler artık halkın oylarıyla seçilmiş cumhurbaşkanı tarafından kullanılacaktır (Yeni Şafak, 12 Ağustos 2014).” Bir diğer ifadeyle, Muradoğlu, cumhurbaşkanına verilen yetkilerin neler olduğuna değil kim tarafından verildiğine bakılmasını salık veriyor ve bu yetkilerin, ne kadar baskıcı ve antidemokratik olduğu dikkate alınmaksızın, halkın seçtiğine verilmesini ileri bir adım olarak tanımlıyor.

Yukarıda yapılan alıntıları, “Yeni Türkiye”nin, kendi organik aydınları tarafından tasviri olarak görmek mümkün. Öte yandan, bu tür vurguların sadece bahsi geçen yazarlar tarafından yapılmadığını, onların sadece daha açık sözlü olduklarının altını çizmekte fayda var. Peki, Saydam’ın dikkat çektiği, kuvvetler ayrılığına konu olan kurumlar arasındaki iletişimin eskisinden farklı bir ‘üslup’ içinde sürecek olmasının ya da Muratoğlu’nun dikkat çektiği, eskiden darbeciler tarafından vesayet aracı olarak kullanılmış olan mekanizmaların şimdi, halkın oylarıyla seçilmiş de olsa, cumhurbaşkanı tarafından kullanılacak olmasının anlamı nedir?

SEÇİMLE GELEN 12 EYLÜL

Soruyu yanıtlamaya ikinciden başlayalım. Ama önce bir alıntı... Karl Marks Alman İdeolojisi’nde “...nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu – bir teori sorunu değildir, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur” der (Sol Yayınları, s.21). Bu ifadeden hareketle, geçmişte, 12 Eylülcülerin elinde vesayet aracı olan bir şeyin, örneğin cumhurbaşkanının geniş yetkilerinin, şimdi Muradoğlu öyle olacağına inandığı için demokratik olacağını iddia etmenin, abesle iştigal olduğunu söylemek gerekiyor. 
12 Eylül rejiminin kendisi gibi, miras bıraktığı kurumsal mekanizmalar da, Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecinin önemli bir kırılma noktasında, içsel ve dışsal bir dizi faktörün sonucunda ortaya çıkmıştır; cumhurbaşkanına tanınan geniş yetkiler de, elbette ki buna dahildir. Nitekim, bahsi geçen rejimin Türkiye’de solun ve emek hareketinin başına ördüğü çoraplar, pratikte fazlasıyla kanıtlanmıştır, hatta kanıtlanmaya da devam etmektedir. Dolayısıyla, karşımızda duran hakikatin “efendi millet” özlemi olduğu doğrudur; ama egemen olan değil, uysal olan anlamında “efendi millet”. Ayakları baş yapmayan, iffetli davranıp olur olmaz kahkaha atmayan, söylendiği kadar çocuk doğurup, protestolara katılmayan, “fıtratı” ölüm olan işlere mahkum edilse de tevekkülü elden bırakmayan, kısacası efendi efendi yaşayıp giden...

‘OTORİTERLEŞME’


Malum, AKP’nin elde ettiği toplumsal meşruiyette, bugün kendisini “otoriterleşme” ile eleştirseler de, -bir kısmı da geçmişte ya da şimdi kendini sol olarak tanımlayan- liberal çevrelerin payı önemli. Türkiye’nin kapitalist gelişmesini, sermaye birikimi sürecine ve bu sürecin asli dinamiğini oluşturan sınıf ilişkilerine bakarak okumaktansa, kerameti kendinden menkul bir aktör mertebesine yerleştirdikleri devlet ya da merkezin sivil toplumu ya da çevreyi egemenliği altına alması olarak okuyan bu kesimler, dün çevrenin / sivil toplumun temsilcisi olarak gördükleri aktörün bugün merkez / devlet haline geldiği argümanını dile getiriyorlar. Kısacası, bahsi geçen çevreler, günaşırı AKP’nin otoriterleştiğini vurguluyorlar. 
Güçlü bir “otoriterleşme” sürecinden geçtiğimiz doğru; ancak bu “otoriterleşme”nin Türkiye kapitalizminin, özellikle de 1980 sonrası sürecinin, gelişme dinamiklerinden bağımsız olduğu söylenemez. Tam da bu noktada, Nicos Poulantzas’ın “Devlet, İktidar, Sosyalizm” başlıklı kitabında yaptığı, otoriter devletçiliğin “burjuva cumhuriyetin mevcut evredeki yeni ‘demokratik’ formunu temsil etmektedir” vurgusuna dikkat etmek gerekiyor. Bahsi geçen çalışmasında, otoriter devletçiliği, üretim ilişkilerinde, toplumsal işbölümünde ve sınıfsal ilişkilerde ortaya çıkan değişimlerle ilişkilendiren Poulantzas, bu süreçte, parlamentonun inişe geçmesi, yürütmenin güçlendirilmesi ve devlet idaresinin ön plana çıkması gibi olguların, devletin geçirdiği en önemli değişimler olduğunun altını çizer (s.236 - 243).

Bir kısmı AKP iktidarının öncesinde yaşanan, bir kısmı AKP iktidarı döneminde pekiştirilen, bir kısmı ise AKP iktidarıyla birlikte karşımıza çıkan bir dizi uygulamayı bu bağlamda ele almak mümkün: Yürütmenin başı olarak cumhur başkanına verilen geniş yetkiler, yasanın yerini “kanun hükmünde kararname”lerin alması, yürütmenin gücünde yasama ve yargı aleyhine sürekli artış, istikrar adına “15 günde 15 yasa” süreci, kamusal karar alma süreçlerinin özelleştirilmesi anlamına gelen “bağımsız düzenleyici kurullar”ın ortaya çıkışı ve “yönetişim” söylemi bu bağlamdaki örneklerden bazıları.

Tam da bu noktada, Şebnem Oğuz’un, Mesleki Sağlık ve Güvenlik dergisinin Temmuz-Aralık 2012 tarihli nüshasında yayımlanan “Türkiye’de Kapitalizmin Küreselleşmesi ve Neoliberal Otoriter Devletin İnşası” başlıklı çalışmasında yer alan “Türkiye’de neoliberal otoriter devlet biçiminin oluşumu AKP ile başlamamış, tersine AKP sürece oldukça ilerlemiş bir aşamasında dahil olmuştur... Bununla birlikte AKP iktidarı, özellikle ‘90’lı yılların koalisyon hükümetlerinden farklı olarak, sermayenin tüm kesimlerinin desteğini arkasına almayı başarmış ve 2000’li yıllar boyunca neoliberal otoriter devlet biçimini daha da pekiştirecek önemli adımlar atmıştır” ifadeleri, önemli bir gerçekliğe işaret ediyor (s.2).

‘OLAĞANÜSTÜ DEVLET REJİMİ’NE DOĞRU...

Cumhurbaşkanlığı seçimi ise, Türkiye kapitalizmi açısından yeni bir dönemeci oluşturuyor. Bu konudaki göstergelerden ilki, hukuk alanında ortaya çıkan keyfi uygulamalar. Başbakanın cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarını Resmi Gazetede yayımlatmaması ya da Anayasanın açık ilkesine rağmen, seçildikten sonra başbakanlıktan istifa etmemesi, hukuksal alanda ortaya çıkan keyfiyetin en önemli örneklerini oluşturuyor.

Nicos Poulantzas’ın bir başka çalışması, Faşizm ve Diktatörlük (İletişim Yayınları), bize bu tür keyfilikleri anlamak için kimi ipuçları sunuyor. Faşizm, Bonapartizm ya da askeri diktatörlük gibi rejimleri, “devlet aygıtları bütününün yeniden düzenlenmesi”ni içeren “olağanüstü devlet rejimi” başlığı altında kavramsallaştıran ve “olağanüstü devlet biçimi”nde keyfi yönetimin rolünü vurgulayan Poulantzas’ın şu vurgusu bu bağlamda önemli: “Bir yandan hukuki sistem, var olan mülkiyet ve mübadele ilişkilerini onaylamakta ve kendine özgü biçimleri çerçevesinde, üretim koşullarının yeniden üretilmesini sağlamaktadır. Öte yandan, doğrudan doğruya siyasal bir işlev görmektedir... Şu halde hukuki sistem kendine özgü değişim kuralları öngörür; anayasanın ana işlevi budur” (İletişim Yayınları, s.373).

Kuşkusuz yukarıdaki vurguları, polis teşkilatında yaşanan savaşla birlikte teşkilatın neredeyse tamamen hükümetin eline geçmesi, geçmişte tartışılan ve önümüzdeki dönemlerde gündeme gelmesi kuvvetle muhtemel olan seçim sistemi ve anayasa değişiklikleri, hükümetin Merkez Bankasının izleyeceği faiz ve para politikaları üzerindeki mutlak kontrol talebi gibi olgularla birlikte düşünmek gerekiyor. Sermaye sınıfı içerisindeki ayrışmanın bir göstergesi olarak, TÜSİAD çevresinin “istikrar” ve “düzenleyici devlet” vurgularına rağmen, MÜSİAD çevresinin “yurtsever burjuvaziyi destekleyen kalkınmacı devlet” taleplerini de bu bağlamda önemli.

‘HAZİRANIN ÇAĞRISINI CİDDİYE ALMAK’

Bütün bu manzarayı, Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecinden ve onun temel dinamiği olan sınıf ilişkilerinden bağımsız ele almak mümkün değil. Bir başka ifadeyle, Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecinin bugünkü aşamasının gereksinin duyduğu kurumsal çerçeveyi anlamaksızın, “yeni Türkiye” olarak tanımlanan şeyin ne olduğunu anlamanın imkanı bulunmuyor. Bununla birlikte bu tespit, bu sürece meşruiyet sağlayanları, yani Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecini, şu meşhur merkez-çevre paradigmasından hareketle okuyup, dün, bugünün AKP’sini “çevrenin şahlanışı” olarak gören teorik çerçeve ile hesaplaşmanın önünde engel değil. Bunun en önemli araçları ise, hem bir analiz aracı olarak, hem de bir sosyolojik gerçeklik olarak “sınıf” kavramını, karşı karşıya kaldığı dönüşümler ile birlikte yeniden hatırlamak. “Sosyolojik gerçeklik”, haziranda kendisini fazlasıyla hatırlatmıştı. Bu çağrıyı ciddiye almak, önümüzdeki dönemde daha da önemli.


Hiç yorum yok: