19 Kasım 2006 Pazar

Kapitalizmin Sis Perdesi: Mikro Kredi (www.sendika.org)


“Sermaye, bilimi hizmetine aldığı anda, işçinin söz dinlemez eli, uysallığı öğrenecektir[1]

Tolga Tören

Nobel Barış Ödülü’nün, mikro kredi uygulamasının başlatıcısı ve “yoksullar bankası” olarak tanımlanan Grameen Bank’ın kurucusu, Bangladeşli iktisatçı Muhammed Yunus’a verilmesi, gazete sayfalarının mikro kredi “mucizeleri”ni ya da “sihirleri”ni anlatan yazılarla dolmasına yol açtı. Hürriyet Gazetesi, “Mikro Kredi İle Yola Çıktılar Büyük Ticaret Kapısını Açtılar” başlıklı haberde, 300 YTL’lik (mikro) kredi ile elişi malzemeleri üretimine başlayan ve önce çocuk elbisesi ticaretine sonra da koyun besiciliğine yükselen! “Bismilli Azize”yi; 500 YTL’lik kredi ile bakkal dükkânı açan “sekiz çocuklu anne”yi, 250 YTL’lik mikro kredi ile yazma alıp işlemeye başlayan “Yıldız’ı” anlattı uzun uzun[2]. Sabah Gazetesi ise, “27 $'lık ilk krediyi köylü kadına verdi” başlıklı haberde, Grameen Bank’ın 2 bin 185 şube, 17 binden fazla çalışan ve 5,3 milyar dolarlık kredi ile önemli bir başarıya imza attığını ima etti[3]. Mikro kredinin, daha doğrusu Muhammed Yunus’un Hürriyet ve Sabah gibi liberal gazeteleri inandırması anlaşılır bir durumdu. Ancak mikro kredinin büyüsüne kapılanlar sadece liberal çevreler olmadı. Solda duran kimi yazarlar ya da seslerini nicedir “bir kısım” solun tartışma platformu vazifesi gören Radikal İki aracılığı ile duyurmayı tercih edenler de, mikro kredinin erdemlerini hatırlatmayı ihmal etmediler. Örneğin Birgün Gazetesi’nden Cemil Ertem mikro krediyi oldukça arı bir dille ve sistemin mantığını çok iyi özetleyen bir hikâye ile kutsadı: “Şu meşhur hikâyeyi bilirsiniz, denizin geri çekilmesi ile kıyıda kurumak üzere olan denizyıldızlarını denize atan adamın hikâyesini. ‘Ne yapıyorsun tek tek denize atmakla bir şeyi değiştiremezsin binlerce var’ diyenlere verdiği cevap çarpıcıdır. Elindeki deniz-yıldızını var gücüyle denize fırlatır ve ‘bak’ der, ‘binlercesi için değil ama bunun için çok şey değişti[4].” Mikro kredi ile ilgili değerlendirmelerimizi –şimdilik- saklı tutarak Ertem’in bir şeyi unuttuğunu belirtmek gerekiyor: Med-cezir, tıpkı kapitalist sistemin krizleri gibi, sürekli ve yapısaldır. Dolayısıyla her “cezir”de kumsallar yeniden binlerce denizyıldızı ile dolacaktır. Ardından gelen “med” bazılarını yeniden denizle buluşturabilirse de; bu sürede büyük ihtimalle çoğu susuzluktan ölmüş olacaktır. Konuya Radikal İki’de yayınlanan “Nobel, İktisat ve Araçsal Akılcılık” başlıklı yazısında değinen Engin Yıldırım ise…yoksulluk sorunu, istisnaları bir kenara koyarsak, ekonomi gibi ‘hard’ bir sosyal bilimden ziyade sosyal politika adı verilen ‘soft’ bir disiplinler arası alana bırakılıyor. Zaten, sosyal politika da, ülkemizde bu alandaki ders kitaplarının bazılarında yazdığı gibi bir ‘barış’ alanıdır. Muhammed Yunusların Nobel Barış Ödülü değil, Nobel Ekonomi Ödülü aldığı bir dünyada, yoksulluk meselesinin çözümü yönünde gerekli olan zihniyet değişikliğinin adımı atılmış olacaktır”[5] sözleri ile meseleye metodolojik açıdan yaklaşmayı tercih etti. Hem de, bir yandan Muhammed Yunus’u kutsadı bir yandan da, bir barış alanı olarak ilan ettiği sosyal politikaya karşın ekonomiyi. Yıldırım’ın sosyal politikayı bir barış alanı olarak görmesine söyleyecek sözümüz yok. Ancak, mikro kredi ile ilgili yazdıklarına dair eleştirimizi şimdilik saklı tutmak kaydıyla, ekonomiyi sosyal bilim olarak tanımlaması üzerinde biraz durmak gerekiyor. Bu noktada öncelikle, “politik iktisat”tan “ekonomi”ye (“iktisat”a) geçişin kapitalist gelişme sürecinde ekonomi ile politikanın birbirinden ayrı alanlar olarak tanımlanmasının sonucunda yaşandığını hatırlamak gerekiyor. Bir de aynı dönemde yüceltilen “rasyonellik” ilkesinin etkisiyle, ekonominin politik süreçlerden ayrıymışçasına ele alınmasını sağlayan bu bölünmenin sosyal bilimlerin diğer alanlarında da yansımasını bulduğunu. Örneğin, yaşanan sınıf mücadelelerini kontrol altına alma işlevinin sosyolojiye; iktisattan soyutlanan politik süreçleri anlama işlevinin siyaset bilimine; coğrafi keşiflerle birlikte tanışılan yeni kültürlere ait bireyleri, dışarıdan bir bakışla anlama işlevinin antropolojiye verildiğini[6]. Dolayısıyla “ekonomi” tanımlaması sosyal gerçekliğin bütünsel olarak anlaşılmasının reddine dayanır, bu anlamda başlı başına bir sosyal bilim değil, sosyal bilimlerin bir disiplinidir. Ve eğer Yıldırım’ın bakış açsından bakacak olursak, Muhammed Yunus’a Nobel Barış Ödülü yerine Nobel Ekonomi Ödülü’nün verilmesi gerçekten anlamlı olacaktır. Çünkü böylelikle olguları, içinde belirdiği yapılardan ve sahip olduğu ilişkiselliklerden hareketle analiz etmekten günden güne uzaklaşan “ekonomi” disiplini, yoksulluk olgusunu da içinde oluştuğu yapı ile, yani kapitalist sistem ile birlikte anmayan bir politika aracını kutsayarak, kendisiye tutarlı bir iş yapmış olacaktır. Bir diğer ifade ile “yoksulluk meselesinin çözümü yönünde gerekli olan zihniyet değişikliğinin adımı”nı attığını değil ama “yoksulluk” olarak tanımlanan olguyu nasıl da bağlamından kopararak, sanki onu üreten kapitalist ilişkiler bütünü değilmişçesine ele aldığını, en üst düzeyde teyit etmiş olacaktır. Hatırlatmak istediğimiz son mikro kredi kutsaması ise, yine Radikal İki’de yazan Nilgün Uysal’dan geldi. Uysal mikro krediyi kadınlar açısından değerlendiriyor ve yazısını şu sözlerle noktalıyordu: “Üreten kadının pozisyonunu değiştirip yukarı çekmeye dönük aletlere öncelik verildiği ölçüde; başka bir dünya düşünmek kolaylaşacak[7]. Mikro kredi ile ilgili en popüler anlatıya dayanan bu kutsama ise aşağıda gösterileceği gibi, mikro kredi mekanizmasının hem karlı bir yatırım alanı olarak işlemesinde hem de meşrulaşmasında en önemli rolü oynayan “kadınların özgürleşmesi” söylemine sorgusuz teslim oluyor.

Mikro Kredi Uygulanışına Kısa Bir Bakış

Böylesine kutsandığı bir durumda, mikro kredi uygulamasının gerçekten sihirli bir değnek olup olmadığının tartışılması gerekiyor. Bunun için, öncelikle olguya daha yakından bakmakta fayda var. Mikro kredi uygulaması …iş yapma fikri olan yoksul kişilere gelir getirici bir faaliyette bulunmak üzere teminatsız ve kefilsiz olarak küçük bir başlangıç sermayesi sağlanmasının imkânı[8]” olarak ifade ediliyor. Bangladeş’te faaliyet gösteren Grameen Bank ise “sosyal teminata” dayalı kredi vermek suretiyle uygulamanın öncülüğünü yapıyor. Banka hedeflediği kitleyi, teminat gösteremediği için (ticari bankalardan) kredi alamayıp kendine iş yaratamayan yoksullar olarak tanımlıyor[9]. Mikro kredinin mucidi Muhammed Yunus, projeyi, cebindeki 27 doları “borç ve fakirlik içinde yaşayan” 42 kişiye kredi olarak vermek suretiyle başlattığını anlattıktan sonra ekliyor: “Biz kredinin insan hakkı olduğuna inanıyoruz[10].” Mikro kredi uygulamasının ana hatları ise şu şekilde: Öncelikle kredi kullanacak olanlar gruplar halinde bir araya getiriliyor. Bu gruplara ilgili mikro kredi kuruluşunun kuralları konusunda eğitim veriliyor ve bu kuralları ezberlemeleri isteniyor. Sonrasında elbette ilgili kuruluş tarafından teste tabii tutuluyorlar. Öte yandan grup üyelerinin birbiriyle iletişim halinde olmaları sağlanıyor ve her bir üye diğer üyelerin borcundan da sorumlu kılınıyor. Bir diğer ifade ile kredi kullanmak isteyen kişiler aynı zamanda grup arkadaşının denetçisi vazifesi görüyor[11]. Bu “sihirli kredi”nin anlatımında kullanılan söylemlere gelindiğinde ise, öncelikle “yoksulluk” kavramının kullanım biçimi dikkat çekiyor. Özellikle de “yoksul kişiler” ya da “kendisine iş yaratamayan yoksul kişiler” ifadeleri. Dikkat edilirse, uzun boylu kişilerden bahseder gibi bir dil benimseniyor “yoksul kişiler”den bahsedilirken. Yani doğal gelişimi sonucu “öyle olandan” bahsedermiş gibi. Kendisine iş yaratamayan yoksul kişiler ifadesi ise, hem olguları kerameti kendinden menkulmüşçesine ele alan bu bakış açısını tamamlıyor hem de mikro kredi uygulamasının temel bakış açısını ortaya koyuyor. “Kendisine iş yaratamayan yoksul kişiler”: Peki bu noktada soralım: Acaba bu “yoksul kişiler” kendilerine iş yaratma becerisine mi sahip değiller? Yani beceriksizler mi? Peki aralarında bir zamanlar asgari ücret gibi bir ücrette ya da daha da altında çalışanlar, dolayısıyla günü gelince kapının önüne konanlar var mıydı? Peki herkesin kendisine iş yaratması gerekiyorsa, -insanca şartlarda olanını geçtik- istihdam diye bir kavram neden var? Peki kendisine iş yaratamayanlar –yani beceriksiz olanlar!- “yoksul”. Bir de kendisine iş yaratılmış olanlar, yani istihdam edilenler var. Ama çoğu zaman onlar da “yoksul”. Sigortasız, sendika hakkından yoksun, düzensiz, kuralsız çalışıyorlar. Neden? Ve son soru: Kredi insan hakkıysa, eğitim, sağlık, barınma, dinlenme, tatil kimlerin hakkı? Soruları çoğaltmak kuşkusuz mümkün. Ancak en azından bu yazı kapsamında cevap üretme çabası için yeterli olduğu söylenebilir. Cevaplara günümüzün egemen iktisat yazını ile birlikte mikro kredi efsanesinde de kabul gören “yoksulluk” tanımlaması ile başlamakta fayda var. Bu noktada yanıtlanması gereken ilk soru “yoksulluk” olgusunun, toplumsal yapıdan, yani içinde yaşadığımız sistemden ve onun üretim ilişkilerinden bağımsız olarak ele alınıp alınamayacağı. Bir kişinin yoksul olduğunu söylemek, onun hayatı üzerinde belirleyici olma kapasitesine sahip olamadığını, gerekli donanımlara sahip olamadığını söylemektir[12]. Kapitalist sistem ve onun ideoloji üreticileri açısından bakıldığında kuşkusuz bu bakış açısı anlamlıdır. Her şeyden önce bu bakış açısı, sistemin kendisinin içselleştirilmesini, sorgulanamaz mertebeye yükseltilmesini sağlar. Ancak yoksulluğu, insanın varlık sebebi olan emeği ve emek ürününü kullanamama ve bunlara sahip olamama durumlarından hareketle tanımladığımızda durum farklılaşır[13]. Böyle bir tanımlamada, görünenden ya da olgudan çok o olguyu ortaya çıkaran yapısal faktörler ön plana çıkar. Dahası, yoksulluğun “faal emek ordusunun hastanesi, yedek sanayi ordusunun safrası[14]” olduğu, sefaletin, nispi artı nüfusla, yani “yedek işgücü ordusu”yla birlikte ürediği, bu ikisinin birbirinin zorunlu koşulu olduğu, dolayısıyla yoksulluğun kapitalist üretim ilişkilerinin ve zenginliğin artışının bir koşulunu oluşturduğu görülür[15]. Ayrıca böyle bir okuma biçimi, bazılarının servetindeki bolluğun her zaman, diğerlerinin servetindeki yokluğa eşit olduğunu; az sayıda insanın büyük servetlerinin daima birçok insanın yaşamak için en zorunlu şeylerden mutlak yoksunluğu ile sonuçlandığını görmemizi sağlar[16]. Günümüzde yaygın kabul gören yoksulluk analizleri ise, bunların tersine “yoksulluk” olgusunu doğuran faktörleri görünmez kılar, böylelikle, onun içinde oluştuğu toplumsal sistemi sorgulanmaz kılmak bir yana, yoksulluğun en önemli nedenlerinden birisinin düşük ücretler olduğu gerçeğini gözden uzak tutma işlevini üstlenir[17]. Öte yandan günümüzün kalkınma söylemi, tıpkı bir zamanlar kalkınma iktisatçılarının azgelişmişliği azgelişmişlikle tanımladıkları ve dış “yardım” olmadan azgelişmişliğin ortadan kaldırılamayacağını söyledikleri gibi, yoksulluğu yoksullukla tanımlar[18]. Böylelikle sermayeye şunu salık verir: Müdahale et ve böylelikle, bir yandan yönetilebilir hale getir diğer yandan da sisteme içermenin yolunu yarat.

Kadınlara özgürlük mü?

Meselenin bir de “kadın” boyutu var. Mikro kredi aracılığıyla kadınların özgürlüğe kavuştukları söylemi, mikro kredi uygulamasının meşrulaştırılmasının en önemli boyutunu oluşturuyor. Öte yandan bu anlatı, yoksulluk tanımlamasında olduğu gibi popüler söylemin sorgulanmasını engelleyen bir sis perdesi görevi görüyor. Yazının girişinde alıntı yaptığımız Nilgün Uysal’ın mikro krediye kadınlar açısından yüklediği anlam da bu sis perdesinin nasıl işe yaradığını göstermek açısından güzel bir örnek oluşturuyor. Peki mikro kredi gerçekten kadınlara özgürlük kapısını aralıyor mu? Mikro kredinin ezici çoğunlukla kadınlara verildiği doğrudur. Ancak burada amaç, elbette, kadınları özgürleştirmek değil, kredinin geri ödenmesini garanti altına almak. Dolayısıyla uygulamada kadınlar sistemin güvenliği açısından bir emniyet sübabından başka bir şey olarak görülmüyor. Bangladeş’te mikro kredi kullanan kadınlarla ilgili yürütülen bir saha çalışmasında, kredi kullanan kadınlardan birisinin sarf ettiği şu sözler bu durumu gayet açık bir biçimde ortaya koyuyor: “Bir kadın ödemesinin zamanında yapamadığında borç merkezinde hem arkadaşları hem de banka çalışanlarının sözlü saldırıları sonucu durumundan utanç duyar. Kadının toplum içerisinde böylesine bir utanç yaşaması kadının ailesindeki ve akrabalarındaki erkekler için kötü bir namdır. Hatta grup arkadaşlarının borcunu ödeyemeyen kişiyi bizzat kendilerinin banka ofisine götürmeleri de olası bir durumdur… Köydeki herkes bunun dedikodusunu yapar[19]”. Kaldı ki kredi aldıktan sonra borcunu ödemekte güçlük çeken kadınlar, zaman zaman yüksek faizle borç almak, mahsulünü ucuza satmak, hayvanlarını elden çıkarmak gibi zorunluluklarla karşı karşıya kalıyorlar. Dolayısıyla borcunu geri ödeyememiş olmanın, grup arkadaşlarına mahcup düşmenin utancını yaşamak gene kadınlara kalıyor. Hatta kimi zaman bu utancı kaldıramayan kadınlar intihar ediyorlar. Örneğin Bangladeş’te borcunu ödeyemediği için arkadaşları tarafından bankaya getirilen ve banka görevlileri tarafından bir odaya kilitlenen bir kadın kıyafetlerini kullanarak kendisini asıyor[20]. Ayrıca, alınan kredileri zaman zaman bu kadınların kocaları kullanıyor, kadınların omuzlarına ev işlerinin yanında, kredi ile başladıkları işlerin de ve tabii ki krediyi ödeme çabalarının da yükü biniyor[21]. Tüm bunlar mikro kredinin kadınlara nasıl bir özgürlük getirdiğini ortaya koyuyor.

Yeni birikim nesnesi: “Yoksullar”

Mikro kredi uygulaması, kapitalizmin eğitim, sağlık gibi alanların dışında, “yoksulluk” olgusunu da, hayatta kalma çabasının kendisini de bir birikim nesnesi haline getirdiğini gözler önüne seriyor. Bunun en güzel göstergesi dünyada mikro kredi işiyle uğraşan, bir diğer ifade ile “yoksullara yatırım yapan” yaklaşık 3 bin 500 kurumun varlığı[22]. Dünya Kadın Bankası, ABD Uluslar arası Kalkınma Kurumu, Uluslararası Zirai Kalkınma Fonu, Norveç Uluslararası Kalkınma Kurumu, Kanada Uluslararası Kalkınma Kurumu, İsviçre Uluslararası Kalkınma Kurumu[23] bu kuruluşların yurt dışında faaliyet gösterenlerinden bazıları. Mikro kredi uygulamasının Türkiye ayağına destek verenler ise şunlar: George Soros’un başkanı olduğu Açık Toplum Enstitüsü (100 bin dolar), Vakıfbank (50 bin dolar), Finansbank (25 bin dolar), AKP Diyarbakır Milletvekili Aziz Akgül (10 bin dolar), Nevzat Yalçıntaş (10 bin dolar). Ayrıca bu rakamların açıklanması sonrasında Açık Toplum Enstitüsü verdiği desteği 100 dolar daha arttırıyor[24]. Öte yandan gerek Türkiye’de gerekse diğer ülkelerde bu alanda faaliyet gösteren kurumlar söz konusu krediyi, elbette ki, faiz karşılığı veriyorlar ve “hayır işi” değil düpedüz bankacılık yaptıklarının açık ve net olarak farkındalar. Hatta o kadar farkındalar ki, örneğin bir insan hakkı olan! (mikro) krediyi yoksullara da lütfeden Grameen Bank’ın faiz oranları ticari bankaların faiz oranlarından daha yüksek ve bankanın yöneticileri, terfi etmek için olsa gerek, faizleri yükseltmek için kendi aralarında rekabet edebiliyor. Hatta Grameen Bank yöneticilerinden birisinin “birçok olayda yatırımlarımız birinci, üyelerimiz ikinci planda kaldı” sözlerine bakılırsa, zaman içerisinde asıl işlerinin bankacılık olduğunun daha bir anlamış görünüyorlar[25].

Sonuç

Bryan Singer’in yönettiği Olağan Şüpheliler filminde Verbal’ın (Kevin Spacey), kendisini sorgulayan Kujan’a (Chazz Palminteri) hitaben dillendirdiği repliğin, kapitalist sistemin ve ideologlarının önemli bir hedefini ifade ettiği pekala söylenebilir. “Şeytanın en büyük başarısı bizi var olmadığına inandırmasıdır.” Günümüzün egemen iktisat yazını ile birlikte mikro kredi uygulaması da, yoksulluğu yoksulluk ile açıklayarak; yoksulluğun kapitalist ilişkiler ile, örneğin “mikro girişimcilik” ile ortadan kaldırılabileceğini savlayarak sistemi yeniden üretmeye hizmet ediyor. Bir diğer ifade ile kapitalist üretim ilişkilerinin zihinlerden çıkmasını ve sorgulanamaz bir mertebeye ulaşmasını sağlıyor, “şeytanın avukatlığını” yapıyor.



Notlar:

[1] K.Marks, Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ankara, Altıncı Baskı, 2000, s.418

[2] “Mikro Kredi’yle Yola Çıktılar Büyük Ticaret Kapısını Açtılar”, Hürriyet, 28 Ekim 2006

[3]27 $'lık İlk Krediyi Köylü Kadına Verdi”, Sabah, 14.10.2006

[4] Cemil Ertem, Nobel Dersleri, Birgün, 14.10.2006

[5] Engin Yıldırım, Nobel, İktisat ve Araçsal Akılcılık, Radikal İki, 29.10.2006

[6] Gulbenkian Komisyonu Raporu, Sosyal Bilimleri Açın, Şirin Tekeli (çev.), Metis Yayınları, İkinci Basım, İstanbul, 1998, s.11- 36

[7] Nilgün Uysal, Yoksulluğun Nedeni Erkekler, Radikal İki, 29.10.2006

[8] Bahar Yiğitbaş Akça, Yoksulluk ve Mikro Kredi: Bangladeş ve Diyarbakır Örnekleri, İşçi Sınıfının Değişen Yapısı ve Sınıf Hareketinde Arayışlar Deneyimler içinde, Sosyal Araştırmalar Vakfı Yayınları, İstanbul, Birinci Basım, 2004, s. 277

[9] Akça, age.

[10] Murat Yetkin, Yoksulluğu Yenebilirsiniz, Radikal, 16.10.2006

[11] Akça, age.

[12] Ferhat Akyüz, Yoksulluk Söylemi, Kapitalizm Küreselleşme Azgelişmişlik içinde, Demet Yılmaz ve Diğerleri (Ed.), Dipnot Kitabevi, Ankara, Birinci Baskı, 2006, s.197–221

[13] Akyüz, age.

[14]K.Marks, age, s.613

[15]Marks, age.,s.613

[16] Marks, age., s. s.615

[17] Akyüz, age.

[18] Fuat Ercan, Yoksulluğu Aşmada Yeniden Kalkınma İktisadı mı? (Panel), İktisat Dergi, Nisan-Ağustos 2006, sayı 472–476, s. 111–113

[19] Akça, age.

[20] Aktaran Akça, age, s.282

[21] Akça, age.

[22] Aziz Akgül, Yoksulluğu Aşmada Yeniden Kalkınma İktisadı mı? (Panel), İktisat Dergi, Nisan-Ağustos 2006, sayı 472–476, s. 109

[23] Akça, age.

[24] Aktaran Akça, age

[25] Aktaran Akça, age, s. 284