24 Ekim 2009 Cumartesi

IMF-DB Zirvesi: Türkiye küresel egemenlik sistemine dahil oluyor (Ekmek ve Özgürlük, Sayı 3)

Tolga Tören

2007 Mart’ında ABD’nin en çok okunan gazeteci ve yazarlarından Tom Wolfe “bildiğimiz kapitalizmin sonuna şahitlik ediyor olabileceğimizi”, 2008 Eylülünde Britanyalı siyaset felsefecisi John Gray ise “ABD’nin küresel liderliğinin sonuna geldiğimizi” vurguluyordu. Aynı dönemlerde uluslararası sermayenin önemli organik aydınlarından birisi olan, CNN yorumcularından ABD’li Fareed Zakaria, yeni gelişmelerin batının üstünlüğüne zarar vereceğine inanmadığını belirttikten sonra, “ABD’nin öngörülebilir gelecekte en güçlü ekonomi olacağını, fakat gücünü paylaşmak zorunda kalacağını” söylüyordu. Tarihçi Niall Ferguson da “finansal krizin Washington ya da Wall Street modeline dayanan bir kapitalizmin geçerliliği hakkında soru işaretleri oluşturması gerektiğini, asıl sorunun alternatif bir modelin varolanın yerini alıp almayacağı olduğunu” vurgulayıp, yeni modelin öncüsü olarak Çin’i işaret ediyordu[1].

Güç ilişkileri değişiyor

Bugün varılan noktada durumun pek değiştiği söylenemez. Örneğin Mark Landler, kendi ifadesiyle, kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bugüne kadar gördüğü en ciddi ekonomik krize karşı yanıtlar üretmek için, dünya liderlerinin 2 Nisan 2009’da Londra’da yapacakları toplantıdan bir kaç gün önce, New York Times’ın 29 Mart 2009 tarihli sayısında, mealen, şunları yazıyordu: “Obama yönetimi IMF’yi güçlendirme çabası içindeyse de başta Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin, ABD yapımı olan bu krizin, ABD’nin gündemi belirleme gücünü sınırlandırdığına inanıyorlar”[2]. Kuşkusuz, Landler’in yorumu yersiz değil. Nitekim bundan yaklaşık 50 sene öncesinde olduğu gibi, en yakın rakibi olan ülkeden (İngiltere) dahi yedi kat fazla üretim kapasitesi olan, dünyanın altın rezervelerinin %60’ını, petrol ve çelik üretiminin %70’ini elinde tutan bir ülke değil artık ABD. Haliyle, komünizme karşı ve kapitalist ilişkiler bütününü olabilecek en geniş coğrafyaya yaymak için, dış yardımlar ya da IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların kuruluşuna öncülük etmek/işleyiş mekanizmalarını belirlemek gibi yollarla, kapitalizmin uluslarararası kurallarını belirleme gücüne sahip bir ülke de değil. Öyle olmadığı gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin temel dinamiği olan ‘sermaye birikimi’ düzeyinin verdiği güçle hareket eden ve sistem içerisindeki verili güç ilişkilerini, kendi sermayeleri lehine değiştirmeye çalışan başka aktörlerin varlığı da söz konusu artık.

Landler’in yazısının devamı da yukardakilerin teyidi niteliğinde: Zirve’den önce finansal kaynaklarının 500 milyar dolar arttırılması öngörülen IMF’ye, Japonya, Avrupa Birliği ve ABD yüzer milyar dolarlık katkı yapmayı taahhüt etmişti. Ancak, başta Çin olmak üzere, yaygın, batı merkezli ve kalkınmacı bir deyimle ‘gelişmekte olan ülkeler’, sınıfsal bir perspektifle ise, ‘kapitalistleşme sürecine geç eklemlenen ülkeler’ açısından durum farklıydı. Söz konusu ülkeler, asli faktörü ABD, özellikle de ABD Hazine’si olan IMF’nin politikalarında daha fazla söz sahibi olmadan, benzer bir katkı yapmada şüpheli olduklarını belirtiyorlardı[3]. Kuşkusuz ki, bu kapitalist sistem içerisinde yeni bir güç dizilişi ile karşı karşıya olduğumuzun çok sayıdaki göstergelerinden yalnızca birisi idi.

G-20 Pittsburg Zirvesi

Bir başkası ve daha açığı ise, 25 Eylül 2009’da Pittsburg’da gerçekleştirilen G-20 toplantısında İngiltere başbakanı Gordon Brown’ın “eski uluslararası işbirliği sona erdi, bugünden itibaren yeni sistem başladı” biçimindeki sözleri idi[4]. Brown’ın bu ifadeleri, kapitalist sistem açısından, daha kötü durumda olandan daha iyiye doğru gidişin bir işareti olmaktan ne kadar uzaksa, yeni güç dengesinin altını çizmekte de o kadar başarılı idi. Dünyanın en zengin ülkelerini temsil eden G-7’nin, kendisini güvenlik konuları ile sınırlamayı kabullenerek, dünya ekonomisi üzerindeki karar süreçlerindeki gücünü, sermaye birikim süreci daha da güçlenen Brezilya, Çin, Hindistan, Türkiye, Güney Afrika gibi ülkelerin de üyesi olduğu G-20 ile paylaşması da cabası. Dahası da var: Küresel üretimin 1930’lardan bu yana görülmemiş ölçüde küçüldüğünün belirtildiği zirvede alınan kararlardan bazıları da, IMF’nin, yürürlüğe koyduğu politikalar üzerindeki gücünü de gösteren, kota paylaşımında ‘gelişmekte olan ülkeler’in payının yüzde 5 arttırılması idi. Söz konusu ülkelerin Dünya Bankası’ndaki oy gücü de yüzde 3 arttırılacaktı[5].

İstanbul Toplantıları

‘Gelişmekte olan ülkeler’in kotalarının yüzde 5 oranında arttırılması, İstanbul’da 6-7 Ekim 2009 tarihlerinde gerçekleştirilen IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık toplantılarının da önemli gündem maddelerinden birisini oluşturdu[6]. Toplantıda, IMF’nin önde gelen üyeleri, fonun daha çok ‘gelişmiş ülkeler’ tarafından belirlenen katı kurallarında kimi değişiklikler yapmayı da kabul ettiler. ABD Hazine Sekreteri Timothy F. Geithner, bu değişiklikleri “IMF’nin meşruiyeti için, temsiliyeti daha güçlü, ihtiyaçlara daha iyi cevap verebilen ve hesap sorulabilir bir yönetim yapısı yaşamsaldır” sözleri ile selamladı. Dünya Bankası başkanı Zoellick’in, “ABD tüketicilerine daha az dayanan, çok kutupllu bir dünyanın daha istikrarlı olacağı” yönündeki vurgusunu da geçerken ekleyelim[7].

Kapitalizm yeniden yapılanıyor

Peki tüm bunlar ne anlama geliyor? Örneğin olan biteni, IMF’nin rolünü, henüz borçlandırılmamış bölgelere doğru genişletmeyi planladığı biçiminde yorumlayanlar varsa da[8], bu tür yorumların, Türkiye’deki muhalif söylemde de çokça görüldüğü üzere, ağaçlara bakmaktan ormanı görememek anlamına geldiğini söylemek gerekiyor. Yanlış olduğundan değil, ama bütünsel olmadığından. Daha açığı, kapitalist sistem içerisinde yaşanan değişimi ve yeniden yapılanmayı görmezden gelerek, konuyu, sadece IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar ya da onlara karşıtlık üzerinden ele almak, muhaliflik düzeyinin de bu kurumlarla sınırlı kalmasına yol açıyor. Ama daha da önemlisi, söz konusu kurumların varlıklarının ya da uygulamaya koydukları politikaların ancak ve ancak kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde anlam kazanacağı gerçeğini gözden kaçırıyor. Dolayısıyla, son dönemlerde Türkiye’de de çokça gördüğümüz üzere, anti kapitalist olmadan anti emperyalist olarak nasyonal sosyalizmin ekmeğine bal sürmek misali, anti kapitalist olmayan ama anti-IMF’ci ya da benzeri poziyonlar üretilmesine hizmet ediyor. Böylesi bir pozisyon ise, tüm kurumları ve ilişkisellikleri ile anti-kapitalizmi değil ama, ulusal kalkınma ya da örneğin ‘sanayileşme’ gibi yollarla ‘toplumsal bir ortak iyi’nin olabileceği savını işaret ediyor. Bu da, ‘hepimiz aynı gemideyiz’ masalını. Oysa tüm bu yaşananlar bize daha büyük bir fotoğraf sunuyor. Şöyle ki: Tarihinde çok defa görüldüğü üzere, kapitalist sistem, uluslararası ölçekte yeniden yapılanıyor. Bu yeniden yapılanma, gücün uluslararası ölçekte yeniden karılmasını, dolayısıyla sistem için yaşamsal rol oynayan aktörlerin ya da kurumların pozisyonlarının değişmesini de beraberinde getiriyor. Bu durum, ABD’nin Afrika’dan Ortadoğu’ya, aşınan imajını tazelemek ve ittifaklarını güçlendirmek için izlediği diplomasinin de, Türkiye’nin son dönemde gerçekleştirdiği bir dizi ‘açılım’ın da kodlarını veriyor bize.

Türkiye’ye Yansımalar

Konuyu Türkiye’ye bağlamak açısından bu son noktayı biraz daha açmakta fayda var: Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist sisteme eklemlenmeye başladığı 19. yüzyılın ortalarından, genelde ‘devletçi sanayileşme dönemi’ olarak adlandırılan 1930’lara, İkinci Dünya Savaşı sonrasının yeniden yapılanmasından, ‘içe dönük sermaye birikim süreci’nin uygulamaya konduğu 1960’lara ve nihayet 1980’lerden bugünlere doğru ilerleyen kapitalist gelişme sürecine baktığımızda, bir şeyin süreklilik taşıdığını görmek mümkün. Sermaye birikim sürecinin, eş anlamlı olmak üzere, artı değer yaratım sürecinin süreklilik koşullarının garanti altına alınması. Ancak bu süreklilikle birlikte, bir de kopuşlardan bahsetmek mümkün ki, bu noktada, sermaye birikim sürecinin aktörlerinin altını çizmek gerekiyor. Belirtilmesi gereken bir başka nokta da, kapitalist sistemin uluslararası ölçekteki her yapılanmasında, ülke içindeki aktörlerin de değiştiği, ancak, sistemin temel dinamiği olan sermaye birikim sürecinin devam ettiği. Bu noktada ülke içi egmenlerin söz konusu yapılanmaya eklemlenmeyi sağlayacak aktörleri yaratabildiğini, ancak bunun egemen sınıfın kompozyisonunun değişimiyle birlikte gelen bir süreç olduğunu belirtmek de önemli. Bu durum, AKP’nin bugün işgal ettiği konumunu da, Türkiye egemenlerinin pek bir hoşuna giden ‘yeni-Osmanlıcılık’ söylemini de, bir zamanlar gazete ilanlarıyla hükümetler düşüren TÜSİAD’ın kendisine başkan bulamamasını da açıklar nitelikte. Benzer şekilde IMF ve Dünya Bankası toplantılarının neden İstanbul’da yapıldığını da. Kuşku yok ki, bu döngüyü, emeğin haklarını garanti altına alacak ve özgürlüğümüze kapı aralayacak bir şekilde kırmanın yegane yolu ise, kendisini IMF karşıtlığıyla sınırlamayıp, onun, içinde oluştuğu sosyal sistemi de karşısına alan ve böylesi bir program ile geniş kitleleri başka bir dünyaya ikna etmeyi hedefleyen bir emek hareketinin inşasından geçiyor.


[2] Mark Landler, Rising Powers Challenge U.S. on Role in IMF, New York Times, 29 Mart 2009

[3] Mark Landler, Rising Powers Challenge U.S. on Role in IMF, New York Times, 29 Mart 2009

[4] Mark Weisbrot, The G20 Fantasy, http://www.zmag.org/znet/viewArticle/22697

[6] Group of 7 Begins a Slow Fade, New York Times, 5 Ekim 2009

[8] Mark Weisbrot, A New Role For the IMF?, http://www.zmag.org/znet/viewArticle/22830

17 Ekim 2009 Cumartesi

Güney Afrika: Sınıf perspektifi olmayınca (www.paraketa.net, Ağustos-Ekim 09)

Tolga Tören

Güney Afrika’da son yıllarda yaşanan süreç, iktidar partisi Afrika Uusal Kongresi (ANC)’nin sol kanadı, Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu (COSATU) ve Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) tarafından ‘ulusal demokratik devrim’ olarak adlandırılıyor. Ülkenin kapitalist gelişme sürecinde, kuralları beyaz kapitalist sınıf tarafından ve insanlık dışı bir şekilde konan; kalifiye işlerde istihdam edilen beyaz ‘emek aristokrasisi’nin yer yer açıktan yer yer de üstü örtü bir şekilde desteklediği; 1960’lara kadar İngiliz emperyalizminin, 1960’lardan sonra da “yatırımlar ‘apartheid’in sona ermesine yardımcı olacaktır” gibi bir söylemle ülkenin ucuz işgücü ve zengin doğal kaynaklarına göz dikip önemli yatırımlar gerçekleştiren ve tedrici olarak da İngiliz emperyalizminin yerini alan ABD emperyalizminin önemli müttefiki olan ‘apartheid’ önemli rol oynadığına göre, sürecin tanımlanmasında ‘ulusal’ ifadesinin kullanılmasında bir sakınca yok.

Ülkenin, Güney Afrika Komünist Partisi’nde somutlanan komünist hareketinin, 1950’lerde Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu’nda (SACTU) somutlanan, sonrasında başka formlar alan örgütlü siyah işçi sınıfının, Afrika Ulusal Kongresi’inin (ANC) ve uluslar arası emek hareketinin kimi parçalarının verdiği dişe diş mücadele sonucunda kazanılan; dünyanın en demokratik anayasası olarak kabul edilen; ülkedeki bütün ulusların dillerini resmi dil olarak tanıyan; görme ve işitme engellileri, gay/lezbiyenleri ihmal etmeyen; 1955’te Afrika Ulusal Kongresi (ANC),Güney Afrikalı Hint Kongresi (SAIC) ve Güney Afrikalı Demokratlar Kongresi (SACD) tarafından kurulan Halk Congresi (COPE) tarafından kabul edilen, “halk yönetecek”, “ülkenin serveti paylaşılacak” gibi ifadelere yer veren “Özgürlük Bildirgesi”ne dayanan bir anayasaya sahip olduğu düşünülürse, ‘demokratik’ ifadesi de gayet uygun düşüyor. Elbette ki demokrasiyi mülkiyet ve üretim ilişkilerinden kopararak, kağıt üzerinde yazan görece ileri haklara indirgiyorsak.

Bu son noktayı da akılda tutarak, ama asıl olarak ülkenin içinde bulunduğu sosyo ekonomik koşullardan hareket ederek, ‘devrim’ kavramının ise soru işareti yarattığını belirtmek gerekiyor. Bu noktada sorulacak haklı bir ‘neden’ sorusunun cevabı ise ülkenin ‘apartheid’ öncesi sınıf mücadeleleri/ulusal mücadele dinamikleri ile bugün içinde bulunduğu realitenin anlaşılmasında yatıyor.

Apartheid ve apartheid karşıtı mücadele

‘Apartheid’, 1948’de Ulusal Parti hükümetinin iktiadara gelmesiyle başlar. Ancak ‘apartheid’ dönemi başlamadan önce de ülke yönetiminde baskın gücün, özellikle madenlerde ve tarımsal üretim alanında yaptığı yatırımlarla önemli bir sermaye birikim olanağı elde eden ‘beyaz kapitalist sınıf’ olduğunu belirtmek gerekiyor. ‘Apartheid’ ile ilgili olarak vurgulanması gereken diğer önemli noktalar da şunlar: ‘Apartheid’in dayandığı önemli uygulamalardan bazıları, söz konusu egemen sınıfların, özellikle de kırsal ucuz işgücüne ihtiyaç duyan beyaz tarım sermayesinin, ülkenin kalifiye işgücünü oluşturan, dolayısıyla kırsal bölgelerden kentlere göç ederek daha ucuz koşularda çalışmaya razı olan siyah işçi sınıfının kendi yerini almasından çekinen ‘beyaz emek aristokrasisi’ ile bir sınıf işbirliğine girerek, ülkedeki siyah nüfusu çalışma ilişkilerinden dışlaması, sadece paso taşıyan siyahları belirli işlerde çalışma hakkına sahip kılması, siyah nüfusun kalifiye işlerde istihdam edilmesini önlemek için ülke dışından göçü teşvik etmesidir. Dolayısyla, ‘apartheid’in kendi başına bir ideoloji olarak ortaya çıkmadığını, özellikle 1930’ların krizine karşı devletin aldığı ‘sanayileşme’ tedbirleri sonucu daha hızlı sermaye biriktirme şansı elde eden egemen sınıflar ile işçi sınıfının ayrıcalıklı kısmının, ama özellikle de kalifiye kesimlerinin bir işbirliği sonucu ortaya çıktığını, dolayısıyla sınıfsal temelinin oldukça önemli olduğunu belirtmek anlamlı.

‘Apartheid’ hükümetinin gerçekleştirdiği ilk iş 1948 yılında, Komünizmi Önleme Yasası (Supression of Communism) adı altında bir yasa çıkarmak olur. Yasada ‘komünist’ tanımı öyle geniş tutulur ki, sendikacılardan, sosyal demokratlardan sosyalistlere, komünistlere kadar ‘apartheid’e karşı çıkan kim varsa, yasa kapsamına dahil edilerek tutuklanır. Komünizmi Önleme Yasası’ndan sonra, siyah nüfusun şehir dışında inşa edilen kasabalarda yaşamasını öngöreninden, farklı ten rengine sahip insanların evliliğini yasaklayanına, işçi sınıfını renklerine göre ayrı sendikalarda örgütlenmeye zorlayanına kadar onlarca yasa çıkarılır. Elbette ki bu yasaların sonucu, olabildiğince ucuz ve her türlü kalifikasyon imkanından yoksun bir siyah işçi sınıfı, çoğunluğu kalifiye işlerde çalışan ve elbette ki çok daha yüksek ücretler elde eden bir beyaz ‘emek aristokrasisi’ ve alabildiğine hızlanan/derinleşen sermaye birikimi sürecidir. ‘Apartheid’in garantilediği, ucuz işgücü de dahil olmak üzere, zengin doğal kaynakları değerlendirmek isteyen ve madencilikten bankacılığa, tarıma kadar bir çok karlı alanda önemli yatırımlar yapan yabancı sermaye de cabası.

Ancak, ‘iki ayrı ulusa dayanan bir gelişme’ politikası yürüten ‘apartheid’ hükümetine karşı ilerici ve özgürlükçü mücadele dinamiklerinin gelişmesi uzun zaman almaz. Sürecin ilk belirtilerinden birisi 1930’larda kurulan ve 1950’lere gelindiğinde siyah, beyaz ve Asyalı işçi sınıfının ortak örgütü olmayı başarabilen Güney Afrikalı Zenaatkarlar ve Emekçiler Konseyi’nin (SATLC) ‘apartheid’ hükümetinin baskıları ve beyaz emek aristokrasisinin de (birliğin ‘zenaatkarlar’ kısmı) bu baskıları kabullenen duruşu sonucunda bölünmesidir. Bölünme sonrasında, 1954’te, ülkenin resmi ‘endüstriyel ilişkiler sistemi’nin yaptığı gibi, siyahları işçi sınıfını saflarından dışlayan, asıl olarak emek aristokrasisinin temsilcisi, pragmatist ve liberal Güney Afrika Sendikalar Konseyi (SATUC, sonradan TUCSA), bir yıl sonra da TUCSA’ya karşı, Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu (SACTU) kurulur. ‘Apartheid’e dayanan kapitalist gelişme sürecine karşı olduğu kadar; ABD ve İngiltere’nin ‘apartheid’le uzlaşan politikalarına; ABD kapitalizminin kolu gibi davranan, bir çok Latin Amerika ülkesinde sosyalist emek hareketlerine karşı darbeci hükümetlerle işbirliği yapan, 1960’lardan sonra Afrika dahil dünyanın bir çok yerinde sınıf uzlaşmacılığına dayanan sendikalar yaratmak için CIA, ABD sermayesi ve USAID gibi ABD patentli dış yardım (müdahale) organizasyonlarının kendisine aktardığı milyarlarca dolar harcayan bir sendika olan AFL-CIO’nun (Amerika Emek Federasyonu – Endüstriyel Örgütler Kongresi) oldukça hegemonik bir pozisyon tuttuğu ICFTU’nun (Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu) sınıf uzlaşmacılığına dayanan uluslararası sendikal politikalarına; Fransa’nın Afrika’daki nükleer denemelerine karşı da mücadele veren, mücadeleyi ulusal hareket ve komünist hareket ile birlikte sürdürmemenin ‘apartheid’ ile uzlaşmak olduğunu vurgulayan bir sendikadır SACTU. Dolayısıyla en yakın yol arkadaşları ANC’de somutlanan ulusal hareket ve Güney Afrika Komünist Partisi’nde somutlanan komünist harekettir. SACTU’nun işçi sınıfı içerisinde yürüttüğü ve politik sendikacılığın dünyadaki önemli örneklerinden birisi olan mücadelesi elbette ki, başta ‘apartheid’ politikalarını sürdüren egemen sınıflar, beyaz emek aristokrasisinin temsilcisi TUCSA ve sosyalist Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU) karşısında, AFL-CIO’nun çalışmaları ve Marshall Planı’nın katkıları ile kurulan ve sınıf uzlaşmacı bir emek enternasyonali olan ICFTU gibi kuruluşlar arasında önemli bir panik yaratır. Her birisi kendi olanaklarını kullanarak SACTU’nun önünü kesmek için çeşitli politikalar geliştirmeye çalışırlar. Bu politikalardan ICFTU ve TUCSA’nın payına düşen, sınıf uzlaşmacılığına dayanan ve milliyetçi / anti-komünist bir siyah örgütü olan PAC ile ilişkileri oldukça derin olan ve sonradan da TUCSA’ya katılacak bir bir başka sendikanın, Güney Afrika Hür Afrikalı Sendikalar Konfederasyonu (FOFATUSA) kuruluşunu teşvik etmektir. Kaldı ki bu sendika bir kaç yıl sonra varlığına son vererek TUCSA’ya katılır.

İki dönüm noktası: Sharpeville Katliamı ve Durban grev dalgası

Ancak asıl müdahale bir çok açıdan Güney Afrika Cumhuriyeti için dönüm noktası olan 1960 yılında gelir. Ne yazık ki bu dönüm noktası, tarihe Sharpeville Katliamı olarak geçen bir katliam ile anılacaktır. 1960’ta, siyah işçilerin paso taşımadıkları takdirde tutuklanmalarına izin veren bir yasaya karşı, siyah milliyetçiliğine dayanan PAC’ın organize ettiği, Güney Afrika Komünist Partisi, SACTU ve Afrika Ulusal Kongresi’nin de desteklediği bir eylemde polisin göstericilerin üzerine ateş açması sonucu 69 siyah hayatını kaybeder, yüzlercesi de yaralanır. İlerleyen günlerde ise binlerce insan tutuklanır, göz altına alınır. Katliam sonrasında SACTU, ANC, SACP ve PAC yasaklanır, üyeleri ya da yöneticileri tutuklanır ya da sürgüne gitmek zorunda kalırlar. Dolayısyla mücadele yer altına iner. Öte yandan, ‘apartheid’in dünyanın da ilgisini çekmeye başladığı, ülkedeki hegemonyanın İngiltere’den ABD’ye geçmeye başladığı, ABD yatırımları hariç bir çok kapitalist ülkenin, emek hareketlerinin baskısıyla yatırımlarını çekmeye başladığı bir dönüm noktası olur Sharpeville Katliamı.

Toplumsal muhalefetin tamamen bastırıldığı ve dolayısıyla ‘apartheid’’in altın yıları olarak adlandırılan bu dönem 1973 Durban Grevleri dalgasıyla ve hemen ardından gelen yeni bir emek hareketi ile son bulur. Söz konusu grev dalgasını, tarihe Soweto Ayaklanması (16 Haziran 1976) olarak geçen ve eğitimin Güney Afrika’nın Dutch kökenli beyaz nüfusunu oluşturan Afrikaans dilinde yapılması zorunluluğu getiren bir yasaya karşı yükselen öğrenci muhalefeti ve bu muhalefetin kanlı bir şekilde bastırılması izler. Ok yaydan çıkmıştır artık. Bir yandan ‘apartheid’ yönetiminin, sermaye birikim süreci açısından olduğu kadar ideolojik/politik açıdan da doğal sınırlarına ulaştığı dönem başlamıştır, diğer yandan da işçi hareketi, ulusal özgürlük hareketi, gençlik hareketi önemli bir meşruiyet elde etmeye başlamıştır. Ülke çapında olduğu kadar dünya çapında da. Yabacı sermaye yatırımlarının da etkisiyle, savunmadan madenciliğe, otomobil üretiminden bilgisayar ürtimine, bir çok teknoloji yoğun alanda emek kıtlığının görüldüğü bu dönemde kurulan Güney Afrika Sendikalar Federasyonu (FOSATU) öncülüğünde yürütülen yeni işçi direnişleri, kapitalist ülkelerin işçi sınıflarının desteği ve ülkenin kriz koşulları ile birleşince 1994’e kazanılan ulusal özgürlüğün kilometre taşları döşenmiş olur. 1980’lerin başında kurulan, profesyonellerden kadın örgütlerine, öğrencilerden çeşitli kentsel muhalefet dinamiklerine kadar çeşitli çevreleri içinde barındıran ve apartheid karşıtı mücadelenin önemli güçlerinden birisi haline gelen Birleşik Demokratik Cephe (UDF) de bu süreçte önemli rol oynar. Zafer 1994’te gelir, ‘apartheid’ sona erer… Yeni iktidar partisi ANC’nin en yakın destekçileri ise, Güney Afrika Komünist Partisi ile 1985 yılında kurulan ve halen ülkenin en önemli sendikal hareketi olan COSATU’dur.

1994’de başarıya ulaşan ‘apartheid’ karşıtı mücadelenin en önemli özelliklerinden birisi, emek hareketi, ulusal hareket ve sosyalist/komünist hareket birlikteliğinde yürütülmüş olmasıdır. Ama asıl önemli faktörler, Mandela’nın hemen her koşulda altını çizdiği, mücadelenin Güney Afrika’da yaşayan beyazlar dahil, herkesin özgürlüğü için verilmiş olması, ulusal özgürlük hareketinin tabanının, şehir dışında inşa edilen kulübelerde yaşamaya mahkum edilen, gündelik hayattan ve kalifiye işlerden men edilen, örgütlenme hakkından çoğu zaman mahrum bıraklan siyah işçi sınıfına dayanması gibi faktörlerdir. Öte yandan, ICFTU’nun ve ABD kapitalizminin ‘resmi emek hareketi kolu’nu oluştura AFL-CIO’nun apartheid karşıtı hareketi, yalnızca anti-komünist eğilimlerin baskın olduğu dönemlerde ve dahası Güney Afrika kapitalizminin siyah işçi sınıfının emek gücünden de faydalanmasının zorunlu olduğu dönemlerden sonra desteklemeye başlamasına karşın, dünyanın bir çok ülkesindeki ilerici işçi sınıfı hareketlerinin desteğini de ihmal etmemek gerekiyor. Tüm bunlar, mücadeleyi, ilerici olanlar da dahil beyazlarla kol kola yürütmekten kaçınan ve milliyetçi bir politika izleyen PAC’ın değil de, Güney Afrika Komünist Partisi – SACTU (ve takipçileri)– ANC’de somutlanan üçlü ittifakın kazandığının da açıklaması: Sınıf bilinci, enternasyonalizm, ulusal özgürlük vurgusu, anti emperyalist / anti kapitalist mücadele hattı.

1994 Sonrası: Mücadeleden uzlaşmaya ve yeni çatışmalara

1994 öncesi mücadele, ulusal özgürlük hareketleri, komünist/sosyalist hareket ve emek hareketinin bir araya geldiğinde neler yapabileceğini ne kadar net ortaya koyuyorsa, 1994 sonrası da, böylesi bir birliktelikte, sınıf, emek, anti kapitalizm gibi vurguların olmaması durumunda sonucun ne kadar hüsran olabileceğini ortaya koyuyor. Bunu daha iyi anlamak için 1994 sonrasına kısaca bakmakta fayda var.

1994’te ülkede yapılan ilk özgür seçimlerden sonra iktidara gelen ve bu tarihten 1996’ya kadar geçen sürede programına dayalı olarak sosyal demokrat politikalar uygulayan ANC, 1996’da Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı (GEAR) başlığı ile sunulan ve içeriği ülke içi burjuvazinin talepleri ile Dünya Bankası’nın yapısal programlarına dayanan neo-liberal politikalar bütününü uygualamaya koyar. Söz konusu program, ülkenin beyaz sermaye sınıfının, ‘apartheid’ karşıtı mücadele esnasında uluslararası bağları gelişen ve sermaye biriktirme imkanı elde eden siyah yeni burjuvazinin talepleri ile ‘apartheid’ karşıtı mücadeleye işçi sınıflarının bastırması ile de olsa destek veren uluslararası çevrelerin, istedikleri diyetin sonucudur: Güney Afrika cumhuriyeti “liberal bir demokrasi” olmalıdır.

GEAR’ın kabul edilmesi sürecinde hem ANC, hem COSATU hem de GüneyAfrika Komünist Partisi içinde farklı eğilimler ortaya çıkar. Örneğin, 1970’lerde ‘apartheid’ karşıtı öğrenci hareketi içerisinde lider konumunda bulunan Mbeki, ANC’nin sermaye karşıtı bir politikadan sermaye ile diyelektik ilişki kuran bir yapıya evrilmesi gerektiğini belirtir. Gerek Komünist Parti’nin gerekse COSATU’nun söz konusu dönemlerde gerçekleştirilen kongre vb. toplantılarında, kimi sendikacılar ya da komünistler, üçlü ittifakın ömrünü doldurduğunu, artık sona ermesi gerektiğini vurgularken, kimileri böyle bir dönemde ulusal demokratik devrimi liberallere bırakmanın doğru olmadığından hareketle, kimileri de yeni politikalara şans vermek gerektiğinden hareketle ittifakın devam etmesi gerektiğini belirtiler. Kaldı ki sürece karşı çıkan kimi komünistler ya da sendikacılar, Mandela tarafından sert bir dille uyarılır. Nihayetinde GEAR politikaları kabul edilir.

2007’ye kadar bir dizi çatışma ile süren bu sürecin faturası, başta Telekomünikasyon işletmesi olmak üzere büyük kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, yüzbinlerce işçinin işini kaybetmesi ve daha güvensiz koşullarda yaşamaya başlamasıdır. Ülkenin önemli sorunlarından birisi olan HIV/AIDS oranlarındaki artış ve sağlık hizmetleri krizi de cabası. Üçlü ittifakın kimi bileşenleri, “ulusal demokratik devrim”i terketmemek adına, kimileri ise, kendileri de yeni türeyen burjuvazinin arasına çoktan katılmış olduklarından dolayı ittifaktan ayrılmazlar.

İttifak içindeki tartışmalar, 2007 yılında yapılan Polokwane Konferansı’na kadar devam eder. Söz konusu Konferans’ta sol kanat yeniden ANC içindeki iktidarı ele geçirir ve ‘ulusal demokratik devrim’i canlandırmaya girişir. Geçtiğimz Nisan (2009) ayında ise, bu sol kanatın yönetimindeki ANC, COSATU ve SACP’nin desteği ile %67 oy alarak iktidara geldi. Başını Mbeki’nin çektiği liberallerin ANC’den ayrılıp siyah orta sınıfa dayanan yeni ve liberal bir parti kurmalarına, medyada bolca boy göstermelerine rağmen. Peki ANC’nin sol kanadının lideri olan Zuma başkanlığında kurulan hükümetin ilk aylarında (aslında bu manzaranın halen devam ettiğini söylemek pek de yanlış olmaz) ülkedeki manzara nasıldı:

· Hükümette yirmiyi aşkın büyük sermaye temsilcisi ve sayıları bir elin parmaklarını bulmayan sendikacı ve komünist,

· Neredeyse hergün madenlerden gelmeye devam eden ölümlü iş kazası haberleri,

· Ülkenin önemli sorun alanlarından birisi olan kamusal hizmetler konusunda özellikle, su, elektrik ve tuvalet dahi bulunmayan enformel yaşam alanlarında yaşayan toplulukların eylemleri ve “solcu”! devlet başkanı Zuma’nın vakit bulamadığı için onları ziyaret edememesi,

· Maden işçilerinden belediye işçilerine, hekimlerden resmi devlet televizyonunda çalışanlara, askerlere kadar hergün yenileri eklenen ve bazen copla, bazen plastik mermiyle, bazen tutuklamalarla ya da grevcilerin işten kovulmasıyla (örneğin yakın zamanda greve çıkan bir miktar asker işnden kovuldu) bastırılmaya çalışılan grevler,

· Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olmaktan kaynaklı, göz boyamaya dayanan “kentsel dönüşüm projeleri”,

· “Manzarayı bozan” enformel yerleşim yerlerinde yaşayan toplulukların zorla yerlerinden atılmaları,

· Temel haklardan yoksun, güvencesiz çalışan, ‘apartheid’in hiç de azımsanamayacak katkısı sayesinde HIV/AIDS pençesinde boğuşmaya devam eden, ama ağırlıklı olarak, örgütsel olarak temsilcileri olsa da ideolojik olarak çoktan öteki “sınıf”ın saflarına geçmiş bir ulusal özgürlük hareketi,

· Bir yandan hükümetin ortağı olup bir yandan da hergün polisten dayak yiyen işçilerine ‘ulusal demokratik devrim’ hikayeleri anlatan bir sendika konfederasyonu,

· Tüm bunlara rağmen, ‘devrim’i ilerletme hayali kuran ama işbirliği yaptığı hareketin sınfsal karakterini gözardı eden bir komünist parti…

Ama haksızlık etmemek gerekiyor. Gerek üçlü ittifak dışında kalan ya da en azından üçlü ittifaka ve ‘ulusal demokratik devrim’e mesafeli/eleştirel yaklaşan ya da onu ‘neo-liberal sınıf projesi’ olarak tanımlayan sol/sosyalist çevrelerin gerekse üçlü ittifak içerisinde konumlanan sol/sosyalist çevrelerin başka tartışma başlıkları da var. Sosyal güvenlik sisteminin özel şirketler aracılığı ile işlediği ülkede, kamusal ve herkesi kapsayacak bir sosyal güvenlik sisteminin kurulması; sendikaların ve çeşitli enetelektüel/sosyalist çevrelerin itmesiyle de olsa başlayan, ANC Gençlik Ligi, Genç komünistler Ligi ve Güney Afrika Komünist Parti’si ve COSATU tarafından da desteklenen, madenlerin ve toprağın kamulaştırılması gibi tartışma başlıkları bunlardan bazıları. Bunlara kamu kuruluşlarında ve hükümette süregiden yolsuzlukları, her ne kadar siyah bir orta sınıf yaratma amacıyla başlatılmış olsa da, çoktan beridir bir siyah burjuvazi yaratma biçiminde işleyen ve bir çok sosyalistin de tepkisini çeken ‘siyahların ekonomik olarak güçlendirilmesi programı’nı ve özellikle COSATU’nun gündeminde önemli bir yer işgal eden, enflasyon hedeflemesi yerine ve işsizlik sorununa odaklanan bir Merkez Bankası talebini de eklemek gerekiyor.

Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, hükümet içerisinde bu politikaları duyduğunda, deyim yerindeyse, tüyleri diken diken olacak aktör sayısı hiç de azımsanacak gibi değil. Öte yandan aynı hükümetin kabinesinde bu politikaları savunan az sayıda bakanın olduğunu ve hükümetin ittifak yaptığı kesimlerin (COSATU ve Güney Afrika Komünist Partisi) bu politikaları desteklediğini de hatırlatmak gerekiyor. Üçlü ittifak dışında kalan sosyalist hareketler arasında ise Zuma hükümetinde bunları gerçekleştirebilecek bir kapasite olduğuna ihtimal verenlerin sayısı oldukça az. Kimileri de, sadece süreci gözlemlemekle ve olanakları/olasılıkları tartışmakla yetiniyor. Bunlarla birlikte Güney Afrika’nın kendisini sol/sosyalist olarak tanımlayan ve emek hareketi ya da sosyalist hareket içerisinde de yer alabilen bir çok entelektüeli için, ulusal kalkınmacılığın, anti kapitalist olmasa da anti-emperyalist politikaların bir çözüm olarak görüldüğün belirtelim. Benzer şekilde, sosyalist/Marksist olanlar arasında değilse de, bir çok entelektüelin kimlik meselesini sınıf meselesinin önüne koymaya eğilimli olduğunu ve bu son ikisinin Güney Afrika’nın entelektüel hayatında oldukça önemli rol oynadığını da.

Sonuç olarak şu söylenebilir: Güney Afrika hükümetinin ve aynı zamanda politik alanının merkez gücü olan ANC bir ulusal hareket. Tabanı emekçilere dayanıyor, ama ideolojik temsiliyet açısından bakıldığında, çoğu ulusal hareket ile aynı özellikleri gösteren, bir diğer ifade ile sınıfsal olarakyalpalayan ve çoğu zaman çubuğu sermayeden yana büken bir pozisyonda. Bu durum ‘ulusal özgürlük’ün kazanılmasının, ulusun bütün sınıflarının o özgürlüklerden istifade edebilmesini garantilemediğinin en güzel ve acıtıcı göstergelerinden birisi.

Ancak kuşkusuz konu bu kadarla sınırlı değil. Örneğin yukarıda aktardıklarımızı ANC hükümetini destekleyen Komünist Parti üyelerine ya da COSATU üyelerine sorduğunuzda, onlar da yaşananları reddetmiyorlar. Ancak verdikleri cevap ‘ulusal demokratik devrim’i liberallere terketmenin işçi sınıfına hiç bir şey kazandırmayacağı biçiminde oluyor. Bir diğer ifade ile, ANC içerisinde konumlanan sermayedarların gücünü, onların sahip oldukları medya vb. araçların hegemonya mücadeleleri açısından ne kadar önemli olduğunu da bildiklerini, ama bu sürecin kendisinin de sınıf mücadelelerinin bir parçası olduğunu ifade ediyorlar çoğu zaman. Söz konusu kesimlerin, ANC hükümetine verdikleri destek elbette ki tartışılır ve tartışılıyor da zaten. Ama en azından üçlü ittifakı destekleyen sosyalistlerin bu açıklamalarında haklılık payı olduğu kesin. Dolayısıyla başa dönüyoruz: Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ‘ulusal demokratik devrim’ kavramının politik tartışmaları önemli ölçüde işgal ediyor olmasına karşın henüz bir devrim süreci yaşanmıyor. Dolayısıyla sınıf mücadeleleri hala devam ediyor.

[1] Güney Afrika’nın apartheid dönemi kapitalist gelişme süreci, apartheid karşıtı mücadeleler, uluslar arası emek hareketinin özellikle apartheid dönemindeki Güney Afrika politikaları, ülkeye 1960’lardann sonra akan ABD yatırımları ve apartheid sonrası yaşanan tartışmalar / politik süreçlere dair genişçe bir kaynakça için bkz. Tolga Tören, Güney Afrika – Türkiye, Ulusal Sorun - Sınıf Sorunu: Yakın Dönem Tarih İçin Bir Karşılaştırma Denemesi, SAV Almanak 2008 Analizleri, SAV Yayınları, 2009.