3 Mart 2010 Çarşamba

Kızıldere Katliamı: Sermayenin devrime kanlı cevabı, Ekmek ve Özgürlük, Sayı 7, Mart 2010


Tolga Tören 

Bundan 38 yıl önce, 30 Mart 1972 tarihinde, Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde gerçekleştirilen ve 10 devrimcinin ölümü ile sonuçlanan katliam, Kızıldere Katliamı, Türkiye sermayesinin ve devletinin, devrimcilerin kararlılığından ve dayanışmasından duydukları korkunun bir göstergesi niteliği taşıyor. Katliam, Türkiye kapitalizminin, 1980 askeri darbesinin de gösterdiği üzere, devrimcileri ezmede ve ülkenin sosyal yapısını emekçiler aleyhine dönüştürmede daha da pervasızlaşabilmesinin önemli adımlarından birisini oluşturdu. Bir diğer ifade ile Türkiye kapitalizmi için İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan sürecin 1980’ler ve nihayet 2000’lerde mantıki sonuçlarına ulaşabilmesinde önemli rol oynadı. 

ABD-Çin: Düşman kardeşler (Ekmek ve Özgürlük, Sayı 7)

Tolga Tören

ABD ile Çin arasındaki karşılıklı bağımlılık ve gerilimli ilişkiler, kapitalist sistemin bu iki önemli aktörü arasındaki güç mücadelesinin önümüzdeki dönemde de gündemimizi işgal edeceğinin en önemli göstergesi

Ekmek&Özgürlük’ün bir önceki sayısında, Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos’taki toplantısını ele aldığımız yazıda, “Çin’in kapitalist sistemin geleceği içerisinde oynayacağı role dair belirsizliklerin” yerli yerinde durduğunu belirtmiş ve eklemiştik: “Bu durum kapitalist sistem içindeki güç ilişkilerinde yaşanan farklılaşmanın sermaye sınıfı içerisinde ne gibi çatışma ve uzlaşmalarla nihayete ereceğini söylemek için erken olduğunu ortaya koyuyor”. Dergimizin iki sayısı arasında geçen sürede bu yargıyı kökten değiştirecek bir gelişme olmadıysa da, geçtiğimiz günlerde Çin Merkez Bankası başkan yardımcısı Zhu Min’in IMF Başkanı’nın özel danışmanlığına atanması, konuya olan ilginin sürdürülmesinin gerekli olduğunu gösteriyor.

Güç ilişkileri değişiyor

Malum, birçok yorumcu, uzun zamandır kapitalist sistem içerisindeki güç dengesinin değişmekte olduğu, Çin’in kapitalist sistem içindeki pozisyonunun güçlendiği, özellikle 2008 yılında patlak veren ekonomik kriz ile birlikte bu sürecin daha da hızlandığı konusunda hemfikir. Çin’in, ekonomik krizde önemli problemler yaşayan Avrupa ve ABD ekonomilerinin aksine büyüme oranını devam ettirmesi, bu durumu doğrulamanın yanında, uluslar arası sermayenin önemlice bir kısmının dikkatinin Çin üzerinde toplanmasını, dahası, bu kesimlerin ülkenin küresel ekonomide daha etkin bir rol alması talebini beraberinde getiriyor.

ABD’nin eleştirileri

ABD ise, Çin’in kapitalist sistem içerisinde elde ettiği bu pozisyondan oldukça rahatsız. ABD’den Çin’e yönelen eleştiriler, Çin’in, ulusal şirketlerine ABD şirketleri karşısında ayrıcalık sağladığı noktasında yoğunlaşıyor. ABD’nin uzun süredir Çin’e, düşük değerli Yuan’ın, ABD pazarında faaliyette bulunan Çin firmalarının önemli avantaj elde etmesine yol açtığı gerekçesiyle, Yuan’ın değerinin yükseltilmesi yönünde baskı uyguladığı da biliniyor. Çinli yetkililer bu eleştiri ve basınçları, yüksek oranda işsizlikle mücadele eden ve önümüz yıl Meclis ve Senato yenileme seçimleri sürecine girecek olan ABD’de, kamuoyunun dikkatinin, başka ülkelere çekilmeye çalışıldığı biçiminde yorumluyorlar, Çin’in günah keçisi olmayı kabul etmeyeceğini de ekleyerek. Çinli yetkililer Yuan’ın değeri konusunda da benzer bir tutum izliyorlar. Örneğin, Çin Merkez Bankası başkan yardımcısı Zhu Min, Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nda, Çin’in para politikalarının istikrarlı olduğunu ve küresel yeniden yapılanmanın önündeki en önemli engelin dolardaki istikrarsızlık olduğunu belirtmişti.

Yeni gerginlikler

Çin ile ABD arasındaki gerginliklere son zamanlarda yenileri de eklendi. Bunlardan ilki, ABD Devlet bakanı Barack Obama’nın, Şubat ayının ortasında, Çin’in kendi ülkesinin bir parçası kabul ettiği Tibet’in sürgündeki ruhani lideri Dalai Lama ile Beyaz Saray’da gerçekleştirdiği toplantı oldu. Diğeri ise, ABD’nin Tayvan ile imzaladığı silah satış anlaması. Çin Halk Siyasi Danışmanlar Konseyi Ulusal Komitesi sözcülerinden Zhao Qizheng, Obama’nın Dalai Lama ile görüşmesinin Çin-ABD ilişkilerinde önemli problemler yarattığını, Tayvan’a silah satışının ise, Çin’in ulusal güvenliğini ciddi bir şekilde tehlikeye attığını açıkladı. Qizheng’in açıklamasının en enteresan kısmı ise, ABD-Çin ilişkilerinin, direksiyonunda iki şoför olan bir arabaya benzetildikten sonra, her iki tarafın arabayı doğru yönde ilerletmek için bir biri ile daha fazla iletişim halinde olması gerektiğinin, aksi halde, arabanın patinaj yaparak olduğu yerde kalmaya devam edeceğinin vurgulanması idi.

Karşılıklı bağımlılık

Qizheng’in bu benzetmesinin ABD-Çin ilişkilerini gayet iyi yansıttığını söylemek mümkün. Şöyle ki: Çinli yatırımcılar, ürettiğinden fazla tüketen ABD’ye, ABD Hazine tahvillerini satın almak biçiminde borç vermek sureti ile, ABD’li tüketicilerin tüketiminin finanse edilmesinde önemli rol oynuyor. Çinli yatırımcıların elinde tuttukları ABD tahvillerinin değeri 1 trilyon dolar civarında. Dolayısıyla ABD ekonomisi, Çinli yatırımcılara büyük ölçüde bağımlı durumda. Meseleye Çin açısından bakıldığında ise, ABD’nin, Çin için hala önemli bir pazar olma niteliği taşıdığını söylemek gerekiyor. Örneğin ABD ekonomisi için kötü bir yıl olan 2009’da dahi, Çin’den ABD’ye gerçekleşen ihracat miktarı 300 milyar dolar civarında idi. Büyüklü küçüklü birçok ABD firmasının Çin’deki milyarlarca dolarlık doğrudan yatırımın kaynağı olmaya devam etmesi de cabası. Ancak tüm bunlar, tarafların bu durumu sürdürmek istediği ve özellikle de Çin’in kapitalist sistem içerisindeki pozisyonunu güçlendirmek için çaba sarf etmediği anlamına gelmiyor. Bu çabalardan ilki, Çin’in, uzunca bir süredir, temel politikaları ABD tarafından belirlenen IMF içerisinde daha güçlü bir pozisyon talep etmesi.

IMF Başkanına Çinli danışman

Pekin Üniversitesi profesörlerinden Justin Lin’in Dünya Bankası baş ekonomistliğine atanmasından iki yıl sonra, yani geçtiğimiz günlerde, Çin Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Zhu Min’in IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın özel danışmanlığına atanması, Çin’in bu konuda bir aşama kaydettiğinin önemli bir göstergesi. Ancak, atamanın etkileri konusunda farklı görüşler söz konusu. Kimi yorumcular, Çin karşısındaki asli fonksiyonu, Çin’i, parasının değerini yükseltmeye ikna etmek olan IMF açısından, Min’in atanmasının yeni bir engel teşkil edeceğine vurgu yapıyorlar. Bu yönde bir beklenti içinde bulunanların en önemli kanıtı, son Davos toplantısında, Min’in, Çin’in (düşük değerli) para politikasını savunmuş olması. İkinci yorum ise, ABD ile para değerini yükselteceğine dair bir uzlaşma gerçekleştirmeden Min’in böyle bir göreve atanmasının mümkün olmadığı yönünde. Kapalı kapılar ardında bu tür pazarlıklar yapılıp yapılmadığını bilmek zorsa da, kapitalist sistemin bu iki önemli aktörü arasındaki gerilimli ilişkilerin gündemimizi uzun süre daha işgal edeceği aşikar.

Kaynaklar:

http://tinyurl.com/ydrgowo

http://tinyurl.com/yek3wat

http://tinyurl.com/yake5sf

http://tinyurl.com/y8tez8f

http://tinyurl.com/yg2vhqw