25 Ağustos 2010 Çarşamba

Referandum sürecinde sosyalistler: “Hayır” - “boykot”? (www.bianet.org, 24 Ağustos 2010)

Tolga Tören

Referandum sürecinde her iki tarafın da, yani oyu “evet” olanların da “hayır” olanların da en çok tepki gösterdiği kesim “boykot”çular oldu. “Evet”çiler, boykotçuları “şer cephesi”nin içinde kabul ederken, “hayır”cılar ise, “boykot” fikrini işleyenlere “ha-vet”çiler ya da “gizli evetçiler” gibi eleştiri! oklarını yöneltmeye devam ediyorlar.

“Evet”çilerin “boykot” fikrini işleyenlere saldırmasının haklı bir nedeni olduğunu söylemek mümkün. Ne de olsa boykotçular “demokrasi, ilerleme ve darbelerle hesaplaşma” olduğuna inanmamız istenen bir dizi düzenlemenin aslında öyle olmadığı fikrini işlediği gibi, dayatılan bu evet-hayır ikileminin de meşruiyetini sarsmaya dönük bir politik tavır takınmış durumdalar. Bu açıdan, ister “yeterlidir ve evet” diyenlerin isterse de “yetmez ama evet” diyenlerin boykot fikrini işleyenlere saldrmasında anlaşılamayacak bir şey yok.

Özellikle sosyalist cenahtan olup da “boykot”çuları “gizli evet” demekle, “ha-vet” demekle itham edenlere gelince: Öncelikle, boykotçuluk “utangaç evet” anlamına gelir biçimindeki algının son derece problemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Birileri evet diyorsa bunun anlamı açıktır: “Evet, tarafım”. Birileri hayır diyorsa, bunun da anlamı açıktır: “Hayır, taraf değilim” ve nihayet birileri boykot diyorsa, en az diğerleri kadar bunun da anlamı açıktır: “Boykot ediyorum, dayattığınız gündeme eklemlenmeyi reddediyorum”. Bir diğer ifade ile, ortadaki üç görüşten üçünün de deklerasyonlarını ya da politik pozisyonlarını gerekçelendirme biçimlerini dikkate almaksızın yapılan bu tür değerlendirmeler, niyet okumanın ötesine geçmez. Sosyalistler arasında ihtiyaç olanın ise, niyet okumak ya da “gizli gündem” aramak değil, gerekçeleri tartışmak olduğu malum.

“Boykotçular”ı “evet”i desteklemekle suçlayanların argümanlarından birisi de “boykot”un matematiksel olarak hayır oylarının oranını azaltacak olması. Bu tür bir değerlendirmenin, herşeyden önce, “genel seçimlerde sosyalistlere oy vermek CHP’nin oylarını böler” gibisine bir akıl yürütme ile paralel olduğunu belirtmek gerekiyor. Öte yandan, Genel Kurmay Başkanı’nın ya da ve Devlet Bahçeli’nin oyunun hayır olmasından yola çıkarak, “hayır” diyenlerin tümünü bir kefeye koyup, bunlar ile özdeşleştirmek ne ise, öteki de o oluyor aslına bakılırsa. Ama ne bu doğru bir akıl yürütme biçimi ne de bunun bir başka versiyonu olan “gizli evet” iddiası.

Peki gerçekten öyle mi? Yani boykotçular gizliden gizliden “evet”i mi destekliyor? Başbakan’ın referandum süreci başladığından bu yana neredeyse hergün, boykot propagandası yapan BDP’yi MHP ve CHP’nin yanına koyarak, “şer cephesi” der gibi bir ton ile “bunlar hayır cephesi” demesine bakılırsa onlar pek böyle düşünmüyor. Başbakan’ın Samanyolu’ndan aktarılan bir konuşmasından:

CHP'nin, MHP'nin, BDP'nin yönetimleri tabanlarının sesine kulak vermiyor. Kendilerine oy vermiş kitlelerin derdine kulak vermiyor. Onlar milli iradenin söz sahibi olmasına değil, vesayetçi anlayın devam etmesini istiyorlar... [1]

Başbakan’ın 22 Ağustos 2010 tarihinde Samsun’da gerçekleştirdiği konuşmada kullandığı sözler ise durumu daha da açık ortaya koyuyor: “Hayır cephesinde kimler birarada? CHP, MHP, BDP, Türkiye Komünist Partisi, İşçi Partisi ve YARSAV...[2]

Ama İçişleri Bakanı’nın geçtiğimiz günlerde Taraf’a verdiği mülakatta,” Halk oylamasını sabote etmek isteyenlere müsamaha gösterilmeyecek”[3] gibisinden bir şeyler söylemesi daha da önemli bir gösterge. Bunun Kürt meselesinde bu zamana kadar yaşananlar düşünüldüğünde ne şekilde bir tehdit olduğu gayet açık. “Bu köyden DEP’e/HADEP’e/DEHAP’a tek oy çıkarsa köyü yakarız” diyen asker ya da özel harekatçı haberleri akıllardadır hala. Yakın zamanda gene Taraf’ta, BDP’nin boykot kararını gözden geçireceği yönünde bir haber, daha doğrusu dezenformasyon yer aldı.[4] Sadece Taraf’a ya da AKP’ye yakın haber sitelerine bakanlar belki farketmemiş olabilirler, ancak söz konusu açıklamanın, Selahattin Demirtaş tarafından yalanlanması çok uzun sürmedi.[5]

“Yetmez ama evetçi” Roni Margulies de eleştirmiş boykotçuları: “‘Bizim ihtiyacımız ve çıkarımız... emekçilerin, hak ve özgürlüklerine dayalı yeni bir anayasanın yapılması ve bu anayasayı yapacak bir Kurucu Meclis'in oluşması için harekete geçmesinde.’ Tümüyle katılıyorum. Tamamen doğru. Ama bugün içinde yaşadığımız dünyada ve bugün söz konusu olan referandumda ne yapacağız? ‘Ben işçi sınıfını örgütlüyorum, bana bulaşmayın’ mı diyeceğiz?’”[6]

Tüm bunlar gösteriyor ki, “evetçi cephe”, boykot edenleri hiç de kendisine yakın bulmuyor. Kah kara propaganda ile kah gözdağı vererek kah pasif davranmakla suçlayarak korkutmaya, etkilemeye, yanına çekmeye çalışıyor.

Yukarıda belirtilenlere ek olarak, özellikle son dönemde belirginleşen bir eğilim, AKP çeperinde bulunan sol-liberallerin ve liberallerin Kürt siyasetini “evet”e doğru çekme çabası da gösteriyor ki, “evet” cephesi, boykotun, referandumun meşruiyetini sarsma potansiyeli taşıyan bir pozisyon olduğunun gayet iyi bir şekilde idrak etmiş durumda. Sol liberallerin-liberallerin, AKP’ye olan angajmanlarının yanında, ulusal hareketlerin kimi özelliklerini iyi bilmesinin bir sonucu da olan bu tür çengel atmalar, elbette ki hem Kürt siyasetinin önde gelen isimleri tarafından hem de sosyalist harekette Türk ve Kürt işçilerinin ortak örgütlenmesine önem atfedenler tarafından iyi okunmak durumunda. Kabaca şu söylenebilir: Liberal ve sol liberal çevrelerin Kürt siyasetine çengel atmaya dönük bu çabalarının, Kürt meselesini, Kürt siyasetinin yüzünü sola dönmüş ve ilerici kanadını tasfiye ederek, Barzanici ve ABD’ci bir temelde “çözme” girişimi biçiminde şekillenen “açılım” siyasetinin bir uzantısı olduğunu görmek gerekiyor. Bu durumun en önemli göstergesi AKP ile hayli kuvvetli ilişkileri olan ve 14 kuruluşun sözcülüğünü yapan Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) Başkanı Galip Ensarioğlu’nun, temsil ettiği kuruluşlarla birlikte Diyarbakır’da boykotu kırma amacı taşıyan bir hamlede bulunarak “evet” oyu vereceği yönünde bir açıklama yapması idi.[7] Ancak Öcalan’ın aşağıdaki açıklamaları gösteriyor ki, Kürt siyasetinin temsilcileri, AKP’nin, çeperinde topladığı liberal-sol liberaller ve Kürt sermayesi sözcüleri aracılığı ile ne yapmaya çalıştığının gayet farkında:

DTK son Kongresine Türkiye'deki diğer gruplar katılmamış. Onlara yönelik yapılan katılım çağrısı onların tavırlarını açığa çıkardı. Referanduma yönelik Diyarbakır'da birkaç gün önce bazı sivil toplum kurumlarının açıklamalarını dinledim. Tabi bunlar devletle anlaşmışlar. ‘Eğer PKK tasfiye olursa insiyatifi size veririz’ diye onları ikna etmişler. Bu konuda birileri kendileriyle anlaşmış. Tabi biz buna engel oluyoruz. Onların bu planları tutmuyor.[8]

BDP’nin boykottan döneceğini ısrarla işleyen liberal ve sol liberal kalemlerin aksine Selahattin Demirtaş’ın açıklamalarına da dikkat çekmek gerekiyor:


Bakın, 12 Eylül'de sandıktan Evet de çıksa, Hayır da çıksa kazanan biz olacağız. Çünkü bunu boykot eden tek parti biziz. Biz direnme geleneğinden geliyoruz, dilenme geleneğinden gelmiyoruz. Bu yüzden biz kazanacağız. Referandum sürecinde ‘BDP esnedi, şöyle dedi, son dakika Evet diyecek’ gibi söylentiler doğru değildir. Çok açık söylüyoruz ve taleplerimiz ortada, ilk gün ne söylediysek şimdi de onu söylüyoruz.[9]

Bu noktada oyunun “evet”e döneceği iddiası liberal ve sol liberaller tarafından sürekli ve yukarıda da belirtildiği üzere bilinçli bir biçimde işlenen BDP’nin, evet için geçmişte ileri sürdüğü şartlara da bir göz atmak gerekiyor: “Etnik vatandaşlık tanımı olmayan yeni Anayasa, askeri operasyonların durması, KCK’dan tutuklananların serbest bırakılması, seçim barajının düşürülmesi, siyasi çözüm için müzakerelerin başlaması”[10]. Öcalan’ın, Kürt siyasetinin son dönemlerdeki talebi olan “demokratik özerklik”in ekonomik boyutunu Fırat Haber Ajansı’na aşağıdaki gibi tanımladığını da geçerken belirtelim.


İnşa edilen demokratik ulusun bir de ekonomik politikası olur. Nasıl bir ekonomi olmalıdır, bu belilenir. Barajlar, yeraltı yerüstü kaynaklarına ilişkin bir politikası olur. Ekonomik sistem olarak kapitalizmi kabul edemeyiz. Belki kapitalizmi tam olarak ortadan kaldıramayız ama önemli oranda kapitalist ekonomik sistemi değiştirebilir, onu aşındırabilir, kendi ekonomik sistemimizi kurabiliriz.[11]

Dolayısıyla Kürt siyasetinin kendi taleplerinden, toplumsal çatışma sürecini bir adım daha ötye taşımak suretiyle yeni bir anayasa için potansiyel de taşıyan boykot tavrından, mücadele azminden geri adım atmaya çalıştığı iddiası, AKP çeperindeki sol liberal ve liberallerin kurdukları bir hayalden öteye gidemiyor ne yazık ki.

Neden “evet” değil?

Sosyalist bir perspektiften, yani, ulusalcılığa/milliyetçiliğe öyle ya da böyle çubuk bükmeksizin, tamamen sınıfsal kaygılarla “hayır” diyenlerin “hayır”larının kıymetli ve anlamlı olmadığını söylemek mümkün değil. Bugün demokrat geçinen, ağzını darbe karşıtlığı ile açan bir çok kesimin 12 Eylül'de neler yaptığını biliyoruz. Örneğin, bugün 12 Eylül'ün lideri Kenan Evren ile birlikte "evet" propagandası yapan Zaman grubu ve Fethullah Gülen, 12 Eylül 1980'de, darbeyi yapanların yerlerinin cennetlik olduğunu söylüyordu. Sızıntı Dergisi'nin Ekim 1980 tarihli sayısı söz konusu karanlık organizasyonun 12 Eylül 1980 darbesine nasıl baktığını gayet açık bir şekilde ortaya koyar nitelikte:


Bu düşman kıskıvrak yakalama.. Ve bir zaferdir. İçtimaî bünyenin harici bir kısım eracifden temizlenme, arındırılma düşüncesiyle onu aslına irca zaferidir. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en mualla yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, bir evvelki sene selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçik’e teşekkürler sunulmuştu. Ne var ki, yıllardan beri, binbir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (5) berteraf edilebilsin. Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.[12]

Aynı dönemlerde, binlerce insan işkence tezgahlarından geçirilirken de, bu çevreler işkence tezgahlarındakiler için bölücüler, hainler, imansızlar sıfatını kullanıyorlardı. Aslında 12 Eylül'e kadar gitmek de gerekmiyor. 28 Şubat'ta olan bitenlere de baktığımızda da, bugün “evet” cephesinin en önemli aktörlerinden birisi olan Gülen hareketinin bu darbeyi de desteklediği hatırlardadır hala. Bugün kendisini darbe karşıtı gibi sunan AKP’nin, 28 Şubat sürecinin bir ürünü olduğunu da unutmuş değiliz. Öte yandan yeni yapılan düzenlemede,

  • 12 Eylül ürünü olan YÖK’ün, HSYK’nın, MGK’nın, YAŞ’ın yerinde durduğunu,
  • YAŞ kararlarının sadece atamalarla ilgili olanları yargıya açıldığını, diğerlerine yargı yolunun kapalı tutulmaya devam edildiğini,
  • %10 barajının yerli yerinde durduğunu,
  • Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi, emek örgütlerininin sermaye örgütleri ile işbirliği yapmasını anaysal bir zorunluluk haline getiren düzenlemenin kafamıza vurulduğunu,
  • Yasama karşısında, yürütmenin gücünü arttırmak aracılığı ile bir tek parti devletine doğru yol aldığımızı,
  • Parti kapatmalarda önceden yargının elinde biriken gücün hükümete aktarılması aracılığı ile özellikle Kürt siyasetçilere ya da sistem karşıtı potansiyellere seni kapatırım tehdidinde bulunmasının önünün açıldığını,
  • Ne idüğü belirsiz, grev hakkı olmayan bir toplu sözleşme lafıyla emekçilerin kandırılmaya çalışıldığını,
  • AKP’nin, kendisini 12 Eylül'ün has isimlerinden Turgut Özal’ın devamcısı olarak tanımladığını ve gene 12 Eylül’ün ve devletin has isimleri olan Cemil Çiçek, Abdulkadir Aksu gibi isimlere kilit kadro görevleri verdiğini,

biliyoruz. Dolayısıyla referandumda evet demiyoruz.

Neden Hayır Değil?

Peki neden hayır da değil? Öncelikle, oylanan sadece bir anayasa değişikliği olmadığı için. Herkesin bildiği üzere, Türkiye son birkaç yıldır ciddi bir siyasal kriz ile karşı karşıya. Malum ki, bu siyasal kriz, kapitalist üretim ilişkilerinin uluslararası ölçekte yeniden yapılandığı ve bu paralelde, sermayesiyle ve devletiyle, Türkiye kapitalizminin de bir yeniden yapılanma süreci/sancısı içinde olduğu bir dönemde vuku buluyor. Bu sürecin güncel politikaya yansıması ise, bir süredir gündemi teslim alan ve teslim aldığı ölçüde, yaşanan sürecin sınıfsal boyutunun gündemin arka sıralarına doğru gitmesine yol açan, ulusalcılık-liberallik, laiklik-İslamcılık gibi kavramlar üzerinden yürütülen tartışmalar.

Türkiye kapitalizminin neredeyse bütün ilişkilerinin ve aktörlerinin, kapitalist üretim ilişkilerinin süreklilik koşullarının sağlanmasına dayalı bir zeminde yeniden kurgulandığı, yapılandığı bir döneme tekabül eden bu süreçte, konumunu daha da güçlendiren ya da eski konumunu kaybeden taraflardan hiçbirisi, işçi sınıfının ve ezilenlerin cephesini ifade etmiyor, taraflardan hiçbirisi, toplumsal bir alternatife dayanmıyor.

Referandum’un sadece anayasa üzerinden gerçekleşeceğini düşünsek dahi, taraflardan hiçbirisinin sunduğu diğerine oranla daha ileri bir seçeneği işaret etmiyor: 12 Eylül Anayasası ya da onun yamalı bohçası. Daha geniş argümanlarla ifade ettiğimizde: İslamcılık sosuna bulanmış otoriteryan bir liberalizm ile anti-kapitalizmi aklından bile geçirmeden, yer yer milliyetçi-ırkçı hezeyanlara dayalı, anti-emperyalist söylemli, ama aslında emperyal konum özleyen bir “cumhuriyetçilik”.

Bu çatışmalı sürecin başından bu yana, bu güçlerin her ikisi de solu da kendi saflarına çekme konusunda bir hayli çaba sarfettiler. Kısmen de başarılı oldular. Kendisini solda tanımlayanların bir kısmı AKP’ye ilericilik vehmedip, AKP’den gelecek demokrasi! ile aklını bozdu. Kuşkusuz bu “demokrasi”, bir yandan AKP’nin peşinden koştuğu tek parti devleti aracılığıyla sermaye birikim sürecinin koşullarını güvence altına almaya dayanırken, AKP’nin, sadece ordunun ve de Türkiye kapitalizminin diğer “emniyet sübapları” ile çatışıyor görünmesinden dolayı sınıf kavamını çoktan unutmuş sol liberallerin aklını çelmeyi de becerdi.

Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecinin yanlış bir yerden, sınıf analizlerini ikame eden merkez-çevre analizlerinden hareketle okuyan, buradan hareketle, asli çelişkiyi “otoriter ceberrut devlet”e karşı “ilerici sivil toplum ve onun temsilcisi AKP” gibi, çoğu zaman teorik öncüllerinin dahi kemiklerini sızlatacak bir şekilde yapılan bir analize dayanan bu çevreler, kendisini “yetmez ama evet” ya da doğrudan “evet” gibi pozisyonlarla ortaya koymaya devam ediyor.

Bununla birlikte, bu cephenin karşısındaki güçlerin de pek masum olduğu söylenemez. İşi kontrgerilla kamplarında eğitim görmüş, bütün kariyerini NATO tesislerinde eğitim alarak edinmiş kontrgerilla artıklarına övgüer düzmekten, komünistlerin ve Kürtlerin kanı ile sulanarak yükselen, kuruluşundan bugüne ulusal sorun ve sosyal sorunu bir kenara bırakan bu cumhuiyeti, koşulsuz savunmaya kadar götürenler oldu.

Bir başka ifade ile, Türkiye sosyalist hareketinin önemlice bir kısmı “ulusalcı sol” ya da “liberal sol” başlıkları altında kendisine yer buldu.

Özelleştirmelere karşı atılan “vatan” sloganları, Kürt meselesinde ve Ermeni meselelerinde alınan milliyetçi tavırlar, olmadı “küreselleşmenin saldırılarına karşı -kapitalist- ulus devleti, dahası onun ordusunu, hiç de haketmediği bir anti-emperyalist güç olarak sunmalar, sosyalist olmayı sadece AKP karşıtlığına indirgeyerek anti-kapitalist bir programdansa sadece AKP karşıtlığına sıkışıp kalmak son dönemde yaşadığımız anormalliklerden bazılarını oluşturdu.

Sonuç ise, kendi gündemini kurmaktan, sermayenin çatışan bloklarına karşı emekçilerin ve ezinlerin üçüncü cephesini oluşturmaktan, kapitalist üretim ilişkilerinin süreklilik koşullarının garanti altına alınması ve Kürt halkının haklı taleplerinin bastırılmasında aynı noktada buluşan Türkiye egemenlerine, ezinlerin programına dayalı cepheden karşı çıkış gerçekleştirmeyen bir sosyalist hareket oldu, olmaya da devam ediyor.

Neden “boykot”?

Boykot’un önem kazandığı noktayı tam da burası oluşturuyor zaten. Boykot tavrı bugün, sosyalist hareketin, sistemin egemenlerinin her iki fraksiyonundan da koparak, işçi sınıfının ve ezilenlerin üçüncü cephesini kurmaya kapı aralayan bir seçenek olarak karşımızda duruyor.

Boykot tavrı, egemen blokun her iki fraksiyonuna da “dayattığınız gündeme teslim olmayacağız, kendi gündemimizi belirleyeceğiz” diyerek cepheden karşı çıkma imkanı taşıyor. Bir başka ifade ile, taraflardan hangisinin oyu fazla olursa olsun, yaşanan sürecin toplumsal meşruiyetini sarsmak, ezienlerin taleplerini içeren yeni bir anayasayı tartıştırmaya açacak bir sürecin başlamasına imkan tanıyan bir seçenek boykot. Öte yandan, boykot, toplumsal muhalefetin sadece AKP karşıtlığı ile sınırlanması riskine, 28 Şubat’ta olduğu gibi toplumsal muhalefetin başta TSK’nın ulusalcı kanadı olmak üzere çatışan taraflardan birisinin yedeği haline gelmesini de engelleyen bir tavır olarak karşımızda duruyor.

Hayır diyen sosyalistler ise bu süreçte kendi “hayır”larını, ötekilerin, yani, ırkçı-milliyetçi-ulusalcı hezeyanlar ile hareket eden kesimlerin hayırlarından farklı kılmaya çalışacaklar. Kendisi de “hayır” diyen sendika.org’un da haklı olarak belirttiği üzere:

Karşımızda bir de CHP’nin HAYIR’ı var. CHP yöneticileri hala ‘o iki maddeyi çıkarsınlar, biz diğerlerini destekliyoruz’ türünden açıklamalar yapıyorlar. Bu durumu cahillikle, maddeleri okumamış olmakla, okuduklarını anlayamayacak düzeyde olmakla açıklamak mümkün değil. CHP’nin üst(ün) yöneticileri kamu çalışanlarına grev hakkı vermeme konusunda, Ekonomik Sosyal Konsey konusunda mahkemelerin kamusal yarar gözetmemeleri konusunda AKP’den farklı düşünmüyorlar. Kadınlara pozitif ayrımcılık, çocuk istismarı, özel hayatın gizliliği konularında AKP’den daha ileri projeleri mevcut değil. Tam da bu yüzden Kılıçdaroğlu tüm referandum kampanyasını bir genel seçim kampanyası şekline sokup basitçe bir AKP kara propagandası haline getirdi. HES belasının bulaşmadığı yer kalmadığı Karadeniz’e gidip ‘yerindelik denetimi’ maddesini halk yararına değiştireceği sözünü ver(e)memek nasıl açıklanabilir? Devrimciler açısından referandumda HAYIR’ı örgütlemek aynı zamanda HAYIR’ın içeriğini de örgütlemeyi zorunlu kılar. CHP’nin HAYIR’ından ayrışmak hem hayırlı hem de kaçınılmaz bir yoldur.[13]

Bu noktada şu soruyu sormak önem kazanıyor. Türkiye’nin uzun zamandır içinde bulunduğu ve sınıfsal sorunun yerini ulusalcılık-liberallik, laiklik-antilaiklik gibi tartışma başlıklarının aldığı bir zaman diliminde, soyalistler kendi hayırlarını, yan yana durmak istemedikleri toplumsal kesimlerin hayırlarından nasıl farklılaştıracak? “Ama bizim hayırımız onlarınkinden farklı, bizim gerekçelerimiz farklı” demek sosyalistler için mümkün olacak mı?” Yoksa, 28 Şubat dönemindeki ışık söndürme eylemlerinde olan bir kez daha mı olacak? Tıpkı o dönemler, “çeteler halka hesap verecek”, “çetelerden hesabı emekçiler soracak” diye ışıklarını yakıp söndüren, daha sonraları da sokağa inen binlerce insanın emeklerinin, egemenlerin bir el marifetiyle “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganına dönüştürülmesi gibi, “neoliberalizme karşı hayır” diyenlerin hayırları da, “işkencecimle barıştım” deyip MHP’yi anti-emperyalist güçlerin yanına yerleştirmekte beis görmeyenlerin hanesine mi yazılacak?