Çeviren: Gaye Yılmaz - Tolga Tören
12 Haziran
2009’da yapılan başkanlık seçimine bağlı olarak ortaya çıkan anlaşmazlıklar,
İran’da 1979 devriminden bu yana görülen en büyük siyasi krizin zeminini hazırladı.Oyların
yüzde 34’üyle yetinmek zorunda kalan asıl rakibi reformist Musavi ile
karşılaştırıldığında, iktidardaki başkan Mahmud Ahmedinecad resmi sonuçlara
göre oyların yüzde 63’ünü alarak yeniden başkanlık koltuğuna yerleşti. Buna
karşın Musavi’nin resmi sonuçlara sert bir tepkiyle karşılık vermesi, siyasi
yapının toplumdan aldığı gücün meşruiyetinin sarsılmasına yol açtı. Sonuç
olarak İran’ın büyük kentlerinde binlerce kişi, seçimin iptali ve demokratik
hak ve özgürlüklerin genişletilmesi talepleriyle sokaklara döküldü.
Gerek
protestolar ve gerekse Hükümetin eylemleri bastırmak için aldığı sert ve
baskıcı önlemler uluslararası radikal sol gruplar içersinde oldukça hararetli
tartışmaların başlamasına yol açtı. İran’daki olayları tamamen yönetici
sınıflar arası hizip çatışmaları olarak yorumlayan, protestolar konusunda ise “emperyalist bir
komplo” açıklaması yapan sorunlu analizler, sol içinde bazı grupların protesto
eylemlerini hafife alan diğer bazılarından ayrışmasına neden oldu.
Bu arada,
Batı’nın İran’da demokrasi ve insan haklarının sağlanması yönünde yaptığı
ikiyüzlü çağrısına karşı eleştirel olmanın haklı nedenleri de vardı kuşkusuz:
bölgede dikatörlüklere verdikleri destek ve Irak ile Afganistan’ı işgal
etmeleri gibi. ABD’nin Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerde “renkli devrimler”i
nasıl teşvik ettiğini gösteren verili kayıtlar karşısında, İran’daki
gösterilerin başta Orta Doğu ve Latin Amerika’da kuşkuyla izlenmesi elbette
şaşırtıcı değil. Ancak, böylesi bir
tavır alış bütünüyle yanlıştır.
Neyse ki radikal
solun ezici bir çoğunluğu bir yandan emperyalizme karşı muhalefete devam
ederken; bir yandan da protesto eylemlerini demokratik, anti-kapitalist ve
anti-emperyalist bir yöne evriltmeye çalışan politik güçlere destek ve
dayanışma göstermek suretiyle heyecanlı, umutlu ve farklı bir tepki verdi.
Seçim sonrasında
yaşanan kriz, bir yandan yönetici sınıf içersinde eşi benzeri görülmemiş bir
parçalanmanın, diğer yandan ise tabandan başlayan muazzam bir kitlesel
kalkışmanın ürünüydü. Bu makalenin amacı her iki gelişmeyi de tarihsel bir
perspektifle ele almak ve devrimci solun karşı karşıya bulunduğu tuzaklar ve
olanakların anlaşılmasını sağlamaktır.
Devrim ve Karşı Devrim
Dini lider Ali Hamaney,
Ahmedinecad’ın ikinci döneminin açılışı dolayısıyla yaptığı konuşmasında,
protesto hareketlerini 1979’daki “büyük hareket”in bir “karikatürü” olarak
tanımlamıştı.[2] Bu
benzetme siyasi açıdan son derece önemliydi; çünkü hem başkanlık seçimleri
sonrasında kitlesel bir hareketin yükseldiğini teslim ediyor hem de bu
hareketin 1979 Devrimi kadar meşru olduğunu kabul ediyordu. Göstericiler kendi
sloganlarını atıyor, bir grup devrimin özgürleştirici potansiyelini talep
ederken; onlara saldıranlar da liberal ve Batı yanlısı sapmalara karşı
olanların savunucuları olarak kendileri için devrim talep ediyordu. Aslında iki
tarafın talepleri birbirinden oldukça farklıydı, taraflardan biri devrim
isterken diğeri karşı devrim istiyordu ki İslami Cumhuriyet’in liderleri bu
ikisini her zaman aynı şeymiş gibi sunmuştu. Bu liderler hem kendilerinin
devrime katılımı dolayısıyla hem de kitlesel kalkışmanın karşı devrimin özgün
bir özelliği olması yüzünden birinden
diğerine geçişi bulanıklaştırma gücüne sahipti. Fakat milyonlarca İranlının
1979 talepleri ve sloganlarını haykırarak sokaklara dökülmesinin şiddetle
bastırılmaya çalışılması, mevcut rejimin karşı-devrimle doğduğunu çok güçlü bir
biçimde hatırlatan bir süreç oldu. Bu ayrımın önemini gerektiği gibi takdir
etmek için 1977’den 1983’e kadar geçen sürede yaşanan olayları kısaca
hatırlamakta yarar var.
1977 yılında
ortaya çıkan devrimci hareket, çok önemli üç olaya sahne olmuş bir protestolar
yüzyılının sonuç noktasıydı (Abrahamian, 1982; 2008). Bunlardan ilki, 1906-1911
yılları arasında tüccar sermaye, ruhban sınıfı ve (aralarında İran’ın ilk
sosyalistlerinin de bulunduğu) aydınların öncülük ettiği Anayasal Devrim’di ki
bu devrimci süreç bir yandan yereldeki istibdat rejimi diğer yandan da
emperyalizm (Rusya ve İngiltere) tarafından bastırıldı (Afary, 1996; Matin, 2006). İkinci dalga, 1940’lı yıllarda
emek hareketi, kadın hakları örgütleri ve Moskova yanlısı Tudeh Partisi’nin
güçlenmesiyle birlikte başladı ve ulusalcı Mossadeq hükümetine karşı ABD ve
İngiltere desteğinde gerçekleşen darbe ile son buldu. Devrik hükümetin suçu,
İngiliz-İran ortaklığı altında işletilen, Churcill’in İngiltere’ye muazzam
karlar sağlaması dolayısıyla “en vahşi hayallerimizin bile ötesine geçen
sihirli topraklardan aldığımız bir ödül” olarak isimlendirdiği Petrol şirketini
devletleştirmekti (Kinzer, 2003: 39). Mossadeq hükümetinin devrilmesi
sonrasında Şah, ABD’den aldığı askeri ve mali destek yardımıyla otoriter bir
rejim kurdu. Askeri yardım kapsamında ABD, Şah’ın ilerleyen yıllarda ulusalcı
laik ve komünist güçleri baskılamakta kullanacağı gizli istihbarat servisi SAVAK’ın
eğitimini üstlendi. Bu baskıların bir sonucu olarak 1963-64 yıllarındaki protestolarda
kilit bir rol oynayan, Ruhollah Humeyni öncülüğündeki ruhban sınıfı oldu ve
takip eden 20 yıllık süreçte de Siyasal İslam, devrimin erken yılları da dahil
olmak üzere hiçbir zaman hegemonik olmayan önemli bir güç olarak ortaya çıktı.
1979 Devrimi
olarak bilinen üçüncü dalganın kökleri, Şah rejiminde yaratılan yasal düzeneğin
siyasal ve toplumsal çelişkilerinde yatıyordu (Poya, 1987; Marshall, 1988;
Parsa, 1989; Moaddel, 1993). Söz konusu çelişkiler, hem baskının göreli
azalmasının yoksul sınıflara bir muhalefet olanağı vermesi hem de ezilen
sınıfları harekete geçiren bir ekonomik krizin baş göstermesiyle birlikte
1977-1979 döneminde açığa çıktı. Devrimin gerek toplumsal gerekse ideolojik
açıdan çok farklı güçlerin biraraya gelmesiyle oluşan geniş bir koalisyon
tarafından gerçekleştirildiğinin altını çizmemiz gerekir. Abrahamian’ın da
ifade ettiği gibi “eğer piyasa tüccarlarının geleneksel orta sınıfı ve ruhban
sınıfı ulus ölçeğinde bir örgütlenmeyle muhalefeti sağladıysa, devrimi harekete
geçiren, körükleyen ve final borusunu çalan da,
modern orta sınıftı ki davulun tokmağı da kentli işçi sınıfının
elindeydi (1982: 533-535).
Öğrenciler,
aydınlar ve ruhban sınıfı 1977 yılının başlarında protestolara başladı. Ticaret
burjuvazisi kent yoksullarını (“lümpen proleterya”) harekete geçirmek için
yaptığı gibi bir dizi mali destek sağlayarak oldukça önemli bir rol oynadı;
fakat rejimin bel kemiğini asıl kıran 1978’in son aylarında özellikle petrol
endüstrisinde yaşanan grevler oldu. Yekpare bir İslam mitine rağmen
İslamiyetten feyz almış ne kadar ideoloji varsa hepsi iş başındaydı:
Humeyni’nin Ruhban İslamizmi, radikal aydın Ali Şeriati’nin Ruhban Karşıtı
İslamizmi, Mücahitler’in İslam Sosyalizmi, Mehdi Bazargan’ın İslami Liberalizmi
ve ruhban sınıfının Geleneksel İslamı. Bir kitle tabanına sahip çeşitli laik
güçler de vardı: Komünistler, liberaller ve milliyetçiler.
Şah rejiminin
Şubat 1979’da devrilmesi, milyonlarca İran’lı tarafından “özgürlük baharı”
olarak kutlandı. Yeni yayınlar sel gibi aktı ve halk bunları yollarda tartıştı.
Sokaklarda caddelerde, üniversitelerde ve işyerlerinde dinden, siyasete,
felsefeye ve sanata kadar pek çok temel konuyu kapsayan halka açık toplantılar
yapılıyordu. Sosyalist partiler hızla büyüdü ve yenileri kurulmaya başladı. O
döneme kadar baskı altında olan kadınlar, azınlıklar gibi gruplar önemli bir
konuma yükseldi ve eşit haklar talep etmeye başladı. Yoksul köylüler
çalıştıkları topraklara el koydu. Bağımsız sendikalar kuruldu ve shoras (işçi konseyleri) içersinde grev
komiteleri oluşturuldu. Bunların bazılarında, özellikle de fabrika sahiplerinin
kaçtığı yerlerde işçiler üretime el koydu. Grevler, devrimden sonra da devam
etti. 1979 yılında 350 farklı uyuşmazlık vardı (Bayat, 1987). Ülkenin her yerinde bir özgürleşme
heyecanı ve farklı bir geleceğin mümkün olduğu duygusu hakimdi.
Devrimci
hareketin genel bakış açılarından biri yabancı egemenliğinden kurtulmak, sosyal
adalet ve özgürlüktü. Bazı liberaller ve solcular bunun doğru olmadığını ileri
sürerler, onlara göre azady (özgürlük)
sloganı, demokratik özlemlerin olmadığı hareketlere yakışan, tamamen
anti-emperyalist içerikli bir kavramdı. Bu iddia kelimenin Şah diktatörlüğüne
karşı muhalefet ve Anayasal Devrime kadar uzanan tarihsel yansımasını yok
saymaktadır. “Bağımsızlık, özgürlük, İslam Cumhuriyeti” gibi -devrimin son
haftalarında popülerleşen- kavramlar pek çok insan tarafından bu üçünün
arasında herhangi bir çatışma olmadığı şeklinde algılanıyordu. Ancak
Humeyni’nin gelecek konusunda farklı bir düşüncesi ve “İslam Cumhuriyeti” için
özgün bir tanımlaması vardı. 1970’li yıllarda Humeyni, velayat-e
faqih’in Şii doktrininin yeni bir yorumunu geliştirmişti. Bu yeni yoruma
gore şeriat yasalarının en tepe noktasındaki yorumcu, müminlerine hem siyasal
hem de dini konularda önderlik etmek zorundaydı. Humeyni ve yakın çevresindeki
müttefikleri bu düşünceyi arka planda saklı tutarak, bunun yerine yoksulluk ve
emperyalizme karşı mücadeleye özel vurgu yapmayı seçti. Hatta Humeyni, ruhban
sınıfının bundan böyle dini rehber olarak hizmet vereceği ve siyaset yapma
işini de bu işi bilenlere bırakacağı sözünü verdi. Ama devrimin ardından bütün
yetkileri ve gücü aşamalar halinde ruhban sınıfından bir gruba devretmeye
başlayarak dinci grupları yatıştırdı. Bu mekanizmanın en temel araçları
Humeyni’nin kurduğu, başkanlığını liberal-dinci Bazargan’ın yaptığı geçici
hükümetin gücüne eşit bir güce sahip olan, üyelerinin büyük bölümü kır ve kent
yoksullarından oluşan İslamcı Cumhuriyet Partisi ile İslami Devrim Muhafızları
Örgütü’nden oluşan Devrimci Konsey’in içindeydi.
Devrim görünür
hale gelmeye başladığında Paris’te sürgünde olan Humeyni, pek çok insan için
devrimin erken aşamalarında ayrı duran güçlerin birliğini sembolize eden bir
liderdi. Geri döndüğünde ise gücünü, devrim sonrasında oluşan devlet yapısı
içersinde kendi hakim rolünü tesis etmek amacıyla kullandı. Ancak bunu
yapabilmesinin tek yolu farklı siyasal güçler arasında bir dizi manevra
yapmasını gerektiriyordu ki bu da pek çoklarının Humeyni’nin temsil ettiği
sınıf çıkarlarını yanlış okumasına yol açtı.
Humeyni,
öncelikle, geçici Bazargan hükümeti çevresindeki burjuvazi güçleriyle ittifak
kurdu. Bu güçlü işbirliğinin amacı ise üniversitelerdeki solu marjinalleştirmek
ve yerini İslami Derneklere devretmek zorunda bırakılan işçi konseylerini
(shoras) baskı altına almaktı. Humeyni yandaşları da, eylem, gösteri, yürüyüş
ve genel merkezlerine saldırmak suretiyle solcu örgütlere karşı taarruza
geçtiler. Kadın hakları da bu saldırılardan payına düşeni aldı ve peçe zorunlu
hale getirildi. Hizbullahçılar ise rejim muhaliflerini yıldırma görevini
üstlendiler. 1979 yılı sonunda Devrim Muhafızları’nın Kürt ulusal hareketine
düzenlediği saldırı, örgütünün gücünü göstermesi anlamına geliyordu. Bu
süreçte, karşı-devrim tüm taban örgütlenmelerinin ya bütünüyle kökünü kurutuyor
ya da bu hareketleri İslam Cumhuriyetinin kontrolü altına alıyordu.
Amerikan
Büyükelçiliği’nin 1979 Kasım’ında Humeyni taraftarı öğrenciler tarafından işgal
edilmesi ve elçilik çalışanlarının 444 gün boyunca rehin tutulması Humeyni’ye,
kendini anti-emperyalist bir lider gibi gösterme fırsatını verdi. Bu gelişme,
velayat-e faqih’in
Aralık ayında oylanıp, çoğunluk tarafından kabul edilerek anayasaya
eklenmesiyle aynı zamanda dikkatlerin ruhban sınıfına verilen resmi güçten
uzaklaşmasını da sağladı. Ardından, 1980’li yılların başlarında Humeyni, henüz
yeni başkanlık koltuğuna oturmuş olan liberal-dinci Bani Sadr ile ittifak
kurarak başlattığı sözde “kültür devrimi” ile solun üniversitelerdeki varlığına
son verme harekatının ilk adımlarını attı.
Irak’ın Eylül 1980’de işgal edilmesi Humeyni taraftarları için adeta bir
ganimet gibiydi. Humeyni ve yandaşları bu gelişmeyi kendi güçlerini pekiştirmek
ve Bani Sadr’a karşı düzenledikleri bir saldırıyla gücün en üst merkezi olan
başkanlığı ele geçirmek için kullandılar.
Bütün bu
yaşananlar sonucunda solun kafası iyiden iyiye karışmıştı. Mücahitler’in sol
islamcı gerillaları Bani Sadr saflarına geçtiler ve takip eden süreçte de
katliamlarla ilgili bir kampanya başlattılar. Humeyni ordularına katılmayı
kendilerine yediremedikleri için Irak’a kaçarak İran’a karşı başlattığı
saldırıda Saddam Hüseyin’in yanında yer tuttular. Tudeh Partisi’nin
komünistleri ile laik Fedailer gerilla örgütünün “çoğunluk” grubu Humeyni
rejimine koşulsuz destek vermeye devam etti.
Fedailer’in “azınlık” grubu gibi diğer solcu örgütlenmeler ise İslam
Cumhuriyeti’ne karşı mücadeleye devam ettikleri için sürgün edildiler. Daha
sonra 1983’de yasaklanan Tudeh zihniyeti ile Fedailer “çoğunluğu” temsil eden
gruplar oldu. Bu iki örgütün yüzlerce üyesi tutuklandı. İslam Cumhuriyeti
muhaliflerinden 12.000 kadarı 1981-1985 yılları arasında ya idam edildi ya da
yaşanan silahlı çatışmalarda katledildi. Geri kalan binlercesi ise 1988 yazında
idam edildi.
Buna karşın,
karşı-devrimin başarılmasını sağlayan şey tek başına baskılarla açıklanamaz.
Çünkü karşı-devrim kendi toplumsal tabanını da yaratmıştır. İran solunun bu
gerçekliği kavrayamayışı sol içersinde İslam Cumhuriyetinin doğasını
anlayamamak ve gücünü hafife almak gibi ikili bir sonuca yol açmıştır. Bu
konuya tekrar geri dönmeden önce solun, İslamcıların yükselişinin zeminini
hazırlayan stratejik yanlışlarına bakacağız.
Solun
Trajedisi
Cesareti ve
fedakarlıklarına rağmen, sol, Humeynicilerin iktidarı ele geçirmesine mani
olamadı. İran solunun sürece ilişkin üzerinde ortaklaşılmış açıklaması hala
emperyalizm suçlaması şeklindedir. Bu görüşlerden birine göre örneğin:
CIA yönetimindeki ulusal ve
uluslararası burjuvazinin bütün kaynakları kapitalist ruhban sınıfının burjuva
devletini kurtarıp koruyacak olan temsilcisi Humeyni’nin iktidarı ele geçirmesi için seferber edildi…Bu en önemlisi
değilse bile Humeyni’nin kitle hareketinin başına geçmesinde etkili olan en
başat faktörlerden biriydi (Razi, 2009).
Bu açıklama
sadece hatalı değil, solu kendi hatalarını görmekten ve gelecek için dersler
çıkarmaktan da alıkoyar nitelikte.
Sol iki
stratejik hata yaptı. Her ne kadar bu örgütlere mensup bazı aktivistler devrim
sonrasında “kadın cepheleri” ve “öğrenci cepheleri”nin yanında “işçi cepheleri”
de yaratarak bu açığı kapatmak için çabaladıysa da, sol örgütlerce benimsenmiş
olan gerilla stratejisi bu örgütlerin, gücünü işçi sınıfının gündelik mücadelesinden
alan ulusal bir örgüt inşa etmesine engel oldu. Humeyni, işçi konseyleri
(shoras) ve işçi hareketlerine karşı düşmanca politikaları uygulamaya koymaya
başladığında bunu sadece güç kullanımından başka çaresi olmadığı için
yapmıyordu; bir amacı da kendi İslamcı müminlerine daha fazla nüfuz
edebilmekti. Sol ise bu saldırıları püskürtmek, işçi konseylerini toparlamak ve
gelişip güçlenmelerini sağlamak için gerekli örgütsel kaynaklardan yoksundu.
Solun en büyük
kanadı Tudeh ve Fedailer’in “çoğunluk” gruplarınca yapılan bir diğer stratejik
hata ise Humeyni rejimini, “ilerici” –anti-emperyalist- burjuvazinin temsilcisi
olarak gördükleri için koşulsuz olarak destekleme yönünde aldıkları karardı. Bu
gruplar işçi sınıfını bağımsız bir güç olarak örgütlemek yerine Humeyni
rejimini adım adım izlemeye teşvik ettiler. Stalinist “iki aşama” teorisinden
yola çıkan bu mantığa göre ulusal burjuvazinin ilk görevi bağımsızlık ve
demokrasi mücadelesini tamamlamaktı ve sol, ancak bu aşama tamamlandıktan sonra
sosyalist devrimin ikinci aşamasını başlatabilecekti. Tudeh, devletin Sovyetler
Birliği’ndeki devlet kapitalizmini kopya ederek ve SSCB bloğuna dahil olarak
anti-kapitalist bir yol izlemeyi kabul etmesi halinde birinci aşamadan ikinciye
geçişin yumuşak olabileceğini ileri sürüyordu.
Tudeh ve gerilla
örgütlenmeleri aynı madalyonun iki yüzüydüler: her iki taraf da işçi sınıfı
için diğer alt grupları yedeklemeye çalıştı ve her ikisi de sınıf mücadelesine
ikincil bir rol atfetti. Tudeh, anti-emperyalist olduğu gerekçesiyle İslam
Cumhuriyeti’nin desteklenmek zorunda olduğunu tekrarlıyor; solun geri kalanı
ise onu emperyalizmin kuklası olmakla suçluyordu.
Tudeh,
Humeyni’nin, alt sınıflar içinde popülerliğinin artmasından hoşnut olduğunun
farkında olmasına rağmen, Humeyni iktidarının üstesinden gelmek için hiç bir
şey yapmadı. Bu, ancak merkezinde kent
yoksullarını, kır yoksullarını ve orta sınıfları Humeyni’cilerden uzaklaştırma
gücüne sahip devrimci bir solun bulunduğu bağımsız bir işçi hareketinin inşaasıyla
mümkün olabilirdi. “Marksist” sol ise Humeyni’nin popülaritesini hafife aldı ve1980’lerin
ortasından itibaren İslam Cumhuriyetini hedef alan açık bir saldırıyı başlattı,
ve nihayetinde rejim tarafından ezildi.
İran Devrimi
üzerine çalışmalar yapan bir tarihçi bu sorunu şöyle ele alıyordu:
Diğerlerinin yanında Tudeh’in de
aralarında bulunduğu bir dizi Marxist örgüt İran İslam Cumhuriyeti’nin siyasal
bağımsızlığını Sovyetler Birliği perspektifine yönelen olası bir sapmanın
işareti olarak yorumlarken; ezici çoğunluk bunu açıkça reddetti ve yeni rejimi
emperyalizmin kılık değiştirmiş bir kuklası olarak betimleme çabalarına
girişti. Marxistler yeni iktidarın -en azından görünürdeki- bağımsız doğasını
kabul etmeyi reddettikleri için İslamcıların karşı manevraları karşısında yenik
düştü. Böylesi bir tavır alış Marxist hareketin başa çıkma gücünü yitirmesinde
en önemli rolü oynayan faktörlerin başında geliyordu ve kaçınılmaz bir şekilde
Marxistlerin yenik düşmesine yol açtı ( Behrooz, 2000: 104).
Solun yoksun
olduğu bir diğer strateji ise demokratik haklar için verilen mücadeleyi
sosyalist devrime gitmek için verilecek mücadeleyle birleştirmekti (sürekli
devrim stratejisi). İçersinde biri diğerini reddeden iki duruşu barındıran bir
bakış açısı geliştirildi. Bu mentalitenin en yıkıcı sonuçları ilk kez Mart
1979’da, binlerce kadının Humeyni’nin yeni toplumsal cinsiyet politikalarına,
özellikle de peçe takmayı zorunluluk haline getiren yasal düzenlemeye karşı
düzenledikleri protestolarda açığa çıktı. Sol, kadın hakları konusunda sahte
bir bağlılık gösterdi ama örneğin kadın haklarını korumak ve güçlendirmek için
hiçbir şey yapmadı, hatta destek verenleri bu protestolardan uzak durmaya
çağırdı. Çünkü destekçilerin çoğunluğu orta ve üst sınıflara mensuptu. Sonuç
olarak sol, bir yandan parçalanma diğer yandan aşırı sekterlik sorunları
yüzünden ciddi biçimde eridi. Devrimci olan ve olmayan kadınlar, öğrenciler ve
işçiler arasında bağlar oluşturarak, düşünce özgürlüğü ve örgütlenme gibi ortak
hedefler etrafında bir araya gelerek birliği hedeflemek yerine her bir örgüt
kadın, öğrenci ve işçi hareketleri içersinde kendi cephelerini oluşturdu.
İslamcı Popülizm
Lenin (1966:
28), 1905’i izleyen karanlık günleri anlatan çalışmasında şöyle diyordu: “Geri
çekilmeyi de bilmek gerek. Ayrıca bizler en gerici parlamentoda, en gerici
sendikalarda, kooperatiflerde, sigorta topluluklarında ve benzer yapılarda
hukusal çalışmanın nasıl yürütüleceğini de öğrenmek zorundayız”. Ne yazık ki
İran solu, Bolşevikler gibi geri çekilmedi; onlar daha da küçük parçalara
bölündü ve Lenin’in aynı pasajda “süslü cümleler” adını verdiği akım tarafından
domine edildi. Bunun yegane nedeni yeni rejimde sola uygulanan sistematik
şiddet değildi kuşkusuz; bundan daha önemli olan solun yeni güç dengeleri
konusunda gerçekçi bir değerlendirme yapmayı ve kendi stratejisi ve
taktiklerini buna göre geliştirmeyi başaramamış olmasıydı. Böylesi bir politika
değişikliği solun karşı-devrimle aynı saflara gelmesine yol açacaktı.
İran solundaki
ortak görüş, Humeyni önderliğindeki İslami bloğun ana bileşenlerinin ruhban
sınıfı ve geleneksel küçük burjuvalar olduğu şeklindeydi (Saleth, 2007). Bu
görüş, iki farklı beklentiyi tetikliyordu. Tudeh, çatışan ekonomik çıkarların,
küçük burjuvaların büyükler karşısında zor duruma düşmelerine yol açacağını ve
böylece küçük burjuvazinin işçi sınıfına ve Sovyetler Birliği görüşlerine
yakınlaşacağını düşünüyordu. Solun geri kalanı ise geleneksel orta sınıfın
modern bir devleti ve ekonomiyi yönetemeyeceğini ve işçi sınıfına karşı
burjuvaziyle ittifak yapacağını umuyordu. Humeyni’nin sola ve işçi konseylerine
(shoras) yönelik saldırıları sonrasında bu egemen görüş haline geldi ve süreç
bir burjuva karşı devrimi olarak yorumlandı.[3]
Bu tarz analizler pek çok İran’lı Marxistin rejimin istikrarsızlığını
burjuvazinin “modern” ekonomik çıkarlarıyla
velayat-e faqih içinde temsil edilen “pre-modern” siyasal-dini
sistem arasındaki çatışmayla açıklamasına yol açtı.
Bu teoriler,
yalnızca “cami-piyasa ittifakı”nın etkilerini abartmakla kalmamakta; daha da
önemlisi yeni orta sınıfın hem devrimin hem de İslam Cumhuriyetinin oluşumunda
oynadığı hayati rolü göz ardı etmektedir (Keshavarzian, 2007; 2009). Siyasal
İslam, öğrenci, entellektüel, hukukçu, doktor, mühendis ve profesyonellerden
oluşan çok sayıda insanı sadece bir din olarak değil, esas olarak siyasi bir
proje olması dolayısıyla cezbetmiştir. Tony Cliff gelişmekte olan ülkelerdeki
entelicensiyanın rolünü çok veciz bir şekilde açıklamaktadır:
Entelijensiya
kendi ülkesinin teknolojide geri kalması konusunda hassastır. 21. yüzyılın
bilimsel ve teknik dünyasına katılırken de olduğu gibi kendi ülkesinin geri
kalmışlığı onu boğar. Bu boğulma duygusu bu ülkelerde endemik hale gelmiş olan
“entellektüel işsizliği” ile daha güçlü bir şekilde açığa vurulur…Kendilerini
güvensiz, köksüz, sabit değerlerden yoksun hissederler. Militan milliyetçilikle
beslenen dini dürtülere katılmaya başlarlar…Ülkelerinin ekonomik durgunluktan
çıkmasını sağlayacak önlemler alınması için bütün güçleriyle çalışırlar ama
demokrasi için çok az şey yaparlar. Sermaye birikimi için, ulusal kalkınma
için, sanayileşme için ülkelerin itici gücünü temsil ederler…Tüm bunlar
totaliter devlet kapitalizmini entellektüeller açısından son derece cazip bir
hedef haline getirir(Cliff, 1963).
Humeyni
çevresindeki grubun ortaya çıkışı, Chris Harman’ın İslamcılık üzeine olan
önemli çalışmasında da işaret ettiği üzere, yalnızca geleneksel piyasa-temelli,
parazit tüccar sermayenin bir dışavurumu değildi. Yeni orta sınıf, devrimin ve
devlet aygıtının İslamcı kadrolarının örgütsel belkemiğini oluşturmuştu. Bu
yalnızca basit bir klasik burjuva karşı devrimi değildi. İslamcılar, “kapitalist
üretim ilişkilerine dokunmasalar da Şah’ın çevresindeki bir grubun elinde
bulunan büyük sermayeyi, kendilerince kontrol edilen devlet ve yarı
devletleşmiş kurumlara aktararak İran içersindeki sermayenin sahipliği ve
kontrolünün yeniden organizasyonu işini üstlendiler(Harman, 1994: 45).”
Humeyni
karşı-devrimi, kaybolan siyasal ve toplumsal düzeni yeniden tesis etmeye çalışmayıp
kapitalist toplumsal ilişkilerini koruyarak yeni bir düzen yaratması noktasında
klasik burjuva karşı-devriminden farklılaşıyordu. Val Moghadam (1989) da bir
değil iki devrimi birden kapsayan 1979 ve 1983 arasındaki dönemi yazarken bu
olguya işaret ediyordu.Farklı yönelimlerle ilerleyen iki aşama arasındaki
süreklilik yüzünden bu süreç “yarım kalmış sürekli devrim” şeklindeki yorumlara
da açıktır (Cliff, 1963). Bu kavram ilk kez Tony Cliff tarafından 1949 Çin
devrimi ve 1959 Küba devrimini tanımlamak amacıyla kullanılmış olsa da geri
kalmış ülkelerdeki bazı diğer durumlara da uygulanabilir. Bunların hepsi
aşağıda belirttiğimiz karakteristikleri paylaşmıştır: (a) iç krizler ve dış
baskılara dayanamayarak dağılmış bir toplumsal düzen; (b) tabandan başlayan
devrimci patlamalar; (c) işçi sınıfı ve sermaye sınıfı güçleri arasında denge
durumu; ve (d)görece büyük ve radikalleşmiş bir orta sınıfın varlığı. Böyle
durumlarda orta sınıf öncülüğü devrimci hareketlere bırakabilir ve yukarıdan
sanayileşmeye başlayan bir devlet kurabilir.
Küresel ve
tarihsel bir perspektiften bakıldığında bu tarz bir devrim kapitalizmin eşitsiz
ve bileşik gelişiminden etkilenmiş ülkelerde görülen, bir tür “geri kalmışlığın
devrimi” örneğini teşkil etmektedir (Knei-Paz, 1977). Bu tarz ülkeler, Troçki’nin klasik
Rusya tanımında “kalkınmanın farklı aşamalarının bir arada gösterilmesi” adını
verdiği ve “daha çağdaş biçimler almış arkaik bir karışıma, ayrı adımların bir
birleşimine” yol açan durumlara tanıklık etmektedirler (Trotsky, 1977: 27-28).
Kapitalizmi tek yönlü, ilerici ve homojenleştiren bir süreç gibi okuyan liberal
modernizm teorisi ve onun “Marxist” versiyonlarının tersine sermayenin eşitsiz
ve bileşik gelişimi teorisi, “modern” ve “geleneksel” özelliklerin Humeyni
tarzı birleştiriliş biçimini anlamamızı zorlaştırmaz. Eşitsiz ve bileşik
gelişim teorisi aynı zamanda hem evrenselliğini hem kendine özgülüğünü
göstererek Humeynizm’in “benzeri olmayan bir rejim” olduğunu da gözler önüne
sermektedir.
“Geri kalmışlığın devrimleri” ulusal ve
uluslararası güçlerin spesifik yapılanışlarına göre tarihsel olarak farklı
biçimlerde ortaya çıkmıştır.[4]
Latin Amerika’ya ve Orta Doğu’ya özgü yapılanış biçimlerinden biri popülizmdir.
Humeynizm ya da İslamcılık, genelde, popülizmin özel bir biçimidir. Aşağıda
göstermeye çalışacağım gibi, Humeynism siyasal bir hareket, bir ideoloji,
sosyo-ekonomik kalkınma için bir strateji ve bir yönetme biçimi olarak
popülizmin genel karakteristiklerini paylaşır.[5] Ancak kendi
özgün karakteristikleri de vardır.
Abrahamian’ın (1993:
17) deyişiyle popülizm:
başta kent
yoksulları olmak üzere alt sınıfları emperyalizme, yabancı sermayeye ve siyasal
oluşuma karşı radikal bir söylemle seferber eden bir varlıklı orta sınıf
[siyasal] hareketidir. Popülist hareketler bu “çıkarları ortaklaşmış halkı”
seferber etme çabaları sırasında kitle kültüründe güçlü değerleri temsil eden
karizmatik figürleri, sembolleri, betimlemeleri ve dili kullanır. Popülist
hareketler kitlelere ülkeyi tam bağımsızlığa kavuşturma ve yaşam standartlarını
önemli ölçüde yükseltme taahhütlerinde bulunurlar. Hatta daha da önemlisi radikal bir söylem benimseyerek statükoya
saldırırken; küçük burjuvalara ve özel mülkiyetin bütün ilkelerine yönelik
tehditleri kasten durdururlar. Böylece, popülist hareketler kaçınılmaz olarak
ekonomik-toplumsal devrimin değil, yalnızca kültürel, ulusal ve politik yeniden
yapılanmanın önemini vurgularlar.
Orta sınıfın
domine ettiği çok sınıflı bir koalisyon yaratma becerisi Humeyni popülizminde
merkez bir öneme sahipti:
Bizler İslam
için bir araya geldik, kapitalizm, feodalizm, arazi mafyası için değil,
yalınayak, aç, yoksul sınıflar için. İslamiyet kitlelerin içinden çıktı,
zenginlerin değil. İslam devriminin şehitleri de yoksul sınıflara mensuptular,
köylüydüler, sanayi işçileriydi ve esnaf-sanatkarlardı (Saeidi, 2001: 224).
Humeyni,
çıkarları ortaklaşmış, farklılıkları yok olmuş, ya da tüccarları da dahil
ettiği “yoksul sınıflar”dan oluşan İslam toplumundan (ümmet) bahsederek bu
çelişkili unsurları uzlaştırdı. Ancak, Humeyni hareketi kurumsallaşır
kurumsallaşmaz farklı sınıf çıkarlarını, farklı ideolojik ve dini yönelimleri
yansıtarak farklı politik gruplarla uzlaşmaz çatışmalar yaşamaya başladı.
İdeolojik açıdan Humeynizm modern dünyanın tümden reddini ya da geçmişe tam bir
dönüşü temsil etmiyordu. Rejim “ideolojik uyarlanabilirlik, entellektüel
esneklik, mevcut düzene karşı siyasal protestolar ve kitleleri statükoya karşı
seferber edecek sosyo-ekonomik konular”dan besleniyordu (Abrahamian, 1993: 2).
O hem devrimci hem muhafazakar bir rejimdi. Efsanevi bir geçmişi savunuyor ve
toplumu dönüştürmek istiyordu. Bu nedenle Humeynizm, ruhban sınıfının
geleneksel İslamının bir devamı değil; ama modern politik ve sosyo-ekonomik
konulara İslami bir yanıt üretmek için yeniden yorumlanan bir İslamı temsil
ediyordu. Bu proje ilk kez 1960’lı yıllarda Humeyni, diğer radikal ruhban
sınıfı üyeleri ve ruhban sınıfı dışındaki, makaleleri geleneksel ruhban
sınıfının kılı kırk yaran yorumlarına eleştirel yaklaşan pek çok öğrenci ve
entellektüel tarafından büyük bir ilgiyle okunan Ali Şeriati vb İslamcılarla
birlikte yürütüldü. Devrim sonrasında –ki bu dönemde Humeyni’nin yakın
işbirlikçisiydi- gelenekselcilere karşı çıkan Rafsancani “İslam tarihinde bana
bir tane parlamento, başkan ve kabine üyeleri olan örnek gösterebilirmisiniz?
Gerçekte, elimize ulaşan bilgilerin yüzde 80’i bize İslam tarihinde bunların
hiçbirinin bulunmadığını söylüyor” (aktaran Abrahamian, 1993: 15) diyordu.
Devrim
sonrasında İslam Cumhuriyeti liderlerinin sosyo-ekonomik kalkınma konusunda
açık ve net bir stratejileri yoktu. İçlerinden bazıları devlet müdahalelerini
savunuyor, diğer bazıları ise laissez-faire, yani serbest piyasa ekonomisini
öne çıkarıyordu. Ekonomiyi acilen iflas etmekten kurtarmak ve ardından bütün
kaynakları Irak savaşı için seferber etmek şeklinde tanımlanan ihtiyaç,
kaçınılmaz olarak devlet müdahaleciliği seçeneğine gidilmesine yol açtı. Bu belirlenen
iki hedefe sahipti: yoksul sınıfları yatıştırmak için servetin yeniden
dağıtılması ve sosyal programların uygulamaya konması; ve modern bir ekonomiyi
inşa etmek için sermaye birikiminin restore edilmesi. Bunun doğal bir sonucu
olarak devletleştirilen bankalar, sanayi işletmeleri ve kamu-özel vakıfların
yönetimi altında kurulan muazzam ölçekli holdingler başta olmak üzere devlet
elindeki kapitalist tekeller ekonomiye egemen hale geldi.
Tıpkı genelde
Bonapartizm’den esinlenmiş diğer populist rejimlerde de olduğu gibi İslam
Cumhuriyeti toplumsal sınıflardan göreli bir özerklik elde etti. Bu, Marx’ın
Onsekizinci Brumaire’de analiz ettiği gibi, karizmatik bir liderin kendisine
sınıf farklılaşmaları üzerinde bir yer
talep ettiği ve “halkı” devlet aygıtı ve buna denk düşen kitle örgütleri üzerinden
temsil ettiği bir durumdur. Bonapartist bir devletin göreli özerkliği burjuvazi
ve işçi sınıfı arasındaki güç dengelerine bağlı olduğundan, istikrarsız nitelik
taşır. Ancak, devlet bürokrasisi üretim araçları üzerinde sağladığı kontrol
aracılığıyla kendi bağımsız sosyo-ekonomik tabanını oluşturduğunda bu durum
değişir ve devletin kendisi bir sınıf olarak ortaya çıkar. Tony Cliff’in de (1988)
açıkladığı gibi, Sovyetler Birliği’nde 1920’li yılları takip eden süreçte olan
da budur. İslam Cumhuriyeti Bonapartist bir hareketten (1979-1983) doğmuş,
fakat daha sonra kendisine başta petrol gelirleri olmak üzere ekonominin çok
geniş bölümleri üzerinde kontrol yetkileri bahşeden bir devlet bürokrasisi olma
yolunda bir genişleme göstermiştir.
Böyle yaparak İslamiyet, yüksek bir mobiliteye sahip, rejimin dine
bağlılık ile maddi zenginleşmeyi kaynaştırmasında önemli bir işlev görecek olan
yeni orta sınıftan üyeler kazanmaya başladı.
Devrimden hemen
sonra yeni orta sınıfın İslamcı üyeleri, yerli ve yabancı yönetici ve teknokratların
ülkeden kaçmasıyla boşalan 130.000 devlet kadrosunu dolduruverdi (Harman, 1994:
44). 1979’da 20 olan Bakanlık sayısı 1982’de 26’ya, kamu hizmetlerinde çalışan
memurların sayısı ise aynı dönemde 304 binden 850 bine yükseltildi (Ahrahamian,
2008: 169). Sanayinin devletleştirilmesi, bir dizi kamu-özel ortaklığı
holdinglerinin kurulması ve ordunun büyümesi bürokrasinin kumanda eden
kesiminde de eş anlı bir genişlemeye yol açtı. Bu nedenle, devlet bürokrasisi
sınıfı, ya da devlet burjuvazisi İran’da çok önemli bir role sahiptir. Devlet,
sermaye birikimindeki başat konumu yüzünden sınıf formasyonlarını başka
biçimlerde de etkiledi. Devlet sektörleri, piyasa ve holdingler içinde
“milyoner mullahs” adı verilen yeni bir tür burjuvazi sınıfı ortaya çıkmaya
başladı.
Ruhban sınıfının
bu gelişmelerde ulaştığı tarihsel rol ve güçlü pozisyon, ne bir cumhuriyet
demokrasisi ne de teokratik diktatörlük olarak tanımlanamayacak, özgün bir
siyasal düzeneğe içkin olup; her ikisinin unsurlarından oluşan karmaşık bir
komplekstir. Velayat-e faqih doktrini
doğrultusunda Anayasaya eklenen madde uyarınca Humeyni en üst devlet lideri
oldu. Ruhban sınıfının gücü de müktesep haklar olarak, en üst devlet liderini,
Devrim Muhafızlarını seçme ve denetleme haklarıyla donatılan Mollalar Meclisi
içersinde korumaya alındı. Ruhban sınıfına tanınan yetkiler öylesine geniş ve
güçlüydü ki, örneğin Mollalar Meclisi tarafından seçilen Devrim Muhafızları,
hem siyasal makamlar için aday olanların onayı veya reddi, hem parlamentodan
çıkarılan yasaların şeriat yasalarıyla uyumlu olup olmadığı yönündeki kararlar
hem de Devrim Muhafızları ile Parlamento arasında vuku bulacak uyuşmazlıklarda
arabuluculuk makamı olarak 1988’de kurulan Yürütme Konseyi üyelerini atama
yetkilerine sahipti. Bu kuruluşlara paralel fakat ikincil bir güç ilişkisi de
cumhuriyet kurumlarıydı: Başkanlık, parlamento ve kent konseyleri. Bu
kurumların yöneticileri, seçimle belirlenmekle birlikte; bu seçimde aday olacak
kişiler için Devrim Muhafızlarının onayı gerekmektedir. Bu arada, Mollalar
Meclisi’nin üyeleri de seçimle işbaşına getirilmektedir.
Bu tarz
analizler bize İslam Cumhuriyetinin zayıf ve güçlü olduğu konuları görme
olanağı vermektedir. İran solu 1980’li yılların sonlarında İslam Cumhuriyetinin
kolayca üstesinden gelinebilecek ya da anlaşmaya varılabilecek arkaik ve zayıf
bir sistem olduğuna dair son derece ciddi bir analiz hatası yaptı. İran solunun
sahip olduğu ideoloji, sosyo-ekonomik strateji ve politik güç ülkedeki sol
grupların pek çok düşünce biçiminden çok daha esnek olmasını kolaylaştırdı.
Ayrıca İran solu daha başlangıçtan itibaren bu üç zeminin üçünde de elit
gruplar içinde hizipçi güç mücadeleleri yaratan, solun meşruiyetini ve
toplumdaki toplumsal temelini ciddi biçimde tehdit eden son derece önemli iç
çelişkileri de barındırıyordu. Bu süreç, toplumsal hareketler için kendi
çıkarları doğrultusunda örgütlenme olanakları yarattı.
Popülizmin Yükselişi ve Ölümü (1983-9)
İslam
cumhuriyeti, liberal ve sosyalist muhalefeti baskılamak suretiyle gücünü
pekiştirir pekiştirmez kendi içinde sağ ve sol hizipler şeklinde ikiye bölündü.
Temel konu ekonomi yönetimi olmakla beraber dini ve kültürel temalar da rol
oynadı. Rejim içinde “İslam Solu” adıyla bilinen grup 1980’li yıllarda egemen
bir konuma sahipti. Üyelerinin büyük bir çoğunluğu radikalleşmiş yeni orta
sınıftan geliyordu ama İslam Solu populist ruhban solunu da içeriyordu.
Parlamentoda çoğunluğa sahipti ve önde gelen üyelerinin önemli bir kısmı
hükümet görevlerine getirilmişti. Hüseyin Musavi’nin Başbakan olarak alt
sınıfları, 1988’de kişi başına düşen ulusal gelirin devrim öncesinde bulunduğu
düzeyin yarısına düşmesine yol açmış olan ekonomik kriz ve savaştan korumak
için uyguladığı populist politikalar Başbakanın bu grubun kamusal yüzü olmasını
sağladı. Başbakan, “İslamın yolu sosyal adaletle ilgilenmektir” ve “devrimin
güvenliği yoksulluğun ortadan kaldırılması ve yoksullara hizmet etmeye
bağlıdır…Sermaye hükümranlığı son bulmalı ve rejimin önceliği yoksullar
olmalıdır, refah içindekiler değil” (Moslem, 2002: 120) diyordu.
Hükümet
temel ürünlere sübvansiyonlar sağlamaya, fiyat kontrolleri uygulamaya, en temel
gıda ürünlerinin vesika ile dağıtılması yönünde kararlar almaya ve kamu-özel
holdinglere sosyal programlar uygulatmaya başladı. Toplam 12.4 milyon İranlı,
ya da İran’daki her dört kişiden biri Mazlumlar ve Engelliler Vakfı, Martyrs
Vakfı, İmam Yardım Kurulu ve 15 Khordad Vakfı tarafından dağıtılan sosyal
yardımlardan yararlandı (Saidi, 2001: 232).Her ne kadar İran’daki eşitsizlik
değişmeden kaldıysa da göreli olarak gelirin yoksullara giden bölümünde ve orta
sınıf hane halkı gelirinde artışlar oldu. Ayrıca, nüfusun çok önemli bir bölümü
eğitim, sağlık, altyapı ve sosyal refah programları için yapılan devlet
harcamalarından yararlandı. İran’ın Türkiye’yi yakaladığı bu iyileşmeler 1980’de
0.559 olan insani gelişim endeksinin (HDI) 1990’da 0.671’e; 2000’deki 0.735’den
2005’de 0.770’e yükselmesinden de izlenebilir.[6]
Kırsaldaki hane halkının elektriğe erişimi aynı dönemde yüzde 16.2’den 71.2’ye
yükseldi (Salehi-Isfahani, 2009:20). Ayrıca, devrimden sonra 220 bin köylü
aileye 850 bin hektar büyüklüğünde toprak dağıtıldı: “Daha önceki Beyaz
Devrim’de topraklandırılan ailelerle birlikte alındığında toplam olarak
yaklaşık 660.000 aile muazzam bir kırsal sınıfı oluşturuyordu. Bu sınıf
yalnızca yeni sosyal hizmetlerden yararlanmakla kalmıyor yanısıra devlet
destekli kooperatiflerden ve koruyucu gümrük duvarlarından da yararlanıyordu.
Bu sınıf, rejime kırsal bir toplumsal temel sağlıyordu (Abrahamian,
2009)”.
Tablo 1:
Gelir Dağılımı[7]
1977
|
1986
|
1991
|
||
Gini Katsayısı
|
0.515
|
0.466
|
0.456
|
|
En Alttaki
%40’ın Payı
|
11.36%
|
12.71%
|
13.43%
|
|
Ortadaki
%40’ın Payı
|
31.32%
|
36.51%
|
36.64%
|
|
En Üstteki
%20’nin Payı
|
57.32%
|
50.78%
|
49.92%
|
Kaynak: Behesti, 2003
İslam
Cumhuriyeti kent ve kır yoksullarını kitle örgütlerine ve kampanyalarına dahil
etmek suretiyle de kendisine ilave bir taban desteği sağladı. Örneğin Cihadın
Yeniden Yapılandırılması (Jahad-e Sazandegi) adlı örgüt
binlerce genci, kırsaldaki yoksullara ucuz ve bedava barınma olanakları
yaratarak yardım etmeleri için gönderdi. Devrim Muhafızları’na ve bu grubun
parlamento kanadına üye olmak pek çok yoksul için toplumsal bir statü kazanmak
ve maddi koşullarını iyileştirmek anlamına geliyordu.
Ekonominin
sanayileşmesi için popülist ekonomi politikaları devlet kapitalizmi
yöntemleriyle kaynaştırıldı. Gerçekte ise devlet bir önceki yönetimin
başlattığı ithal ikameciliğine dayalı kalkınma modelini devam ettiriyordu,
fakat farklı bir isimle: kendi kendine yeterlik (khod kafa’i). Bu
stratejiyle, devlet, ithalat lisanları, gümrük tarifeleri ve dış ticarete
ilişkin yasal düzenekleri kullanmak suretiyle dış ticareti kendi kontolü
altında tutuyordu.
Sanayileşmede
belli ılımlı gelişmeler yaşandıysa bile, hükümetin devlet kapitalizmi stratejisi
1980’li yıllardaki gelişmelerle birlikte duraklamaya uğradı. Bu duraklama
kısmen Irak-İran savaşı yüzündense de, özellikle de petrol fiyatlarının 1986’dan
başlayarak hızla düşmesiyle ilişkili idi. Ancak duraklamanın başka önemli
nedenleri de vardı. Bunların başında İran ekonomisinin kapalı ve korunan bir
ekonomi olduğu halde petrol ihracatı ile sermaye ithalatı konularında hala
dünya piyasalarına bağımlı olması geliyordu (Amid ve Hadjkhani,
2005).
Devlet
kapitalizminin başarısızlığı, serbest piyasa politikalarını açıktan açığa
destekleyen İslamcı Sağ’ın pozisyonunu güçlendirdi. İslamcı piyasa güçleri
geleneksel ruhban sınıfı mensuplarıyla piyasadaki tüccar sermayeden oluşuyordu.
Bu grubun siyasal kalkanı, “ilk parlamentoda oylamaya açılan 370 tasarının
102’sinde, ikinci parlamentoda ise 316 tasarının 118’inde bu tasarıların İslama
ya da anayasaya aykırı oldukları gerekçesiyle red oyu kullanan muhafazakar Devrim
Muhafızları’ydı” (Moslem, 2002: 74). Son kertede bu verili hizip çatışmaları
İslami Cumhuriyet Partisini felç etti ve Humeyni’yi Mayıs 1987’de partiyi
kapatmaya mecbur etti. Hizip çatışmaları aynı zamanda Mücadeleci Ruhban
Sınıfı’ndan ayrılan İslamcı Sol gruba mensup bir grupla birlikte “Mücadeleci
Ruhban Topluluğu”nu da felç etti. Bunların içinde ileriki tarihlerde
reformistlerin başına geçecek olan Hatemi ve Karrubi gibi isimler de vardı.
Dini
lider Humeyni bütün bu hizipleri dengede tutmaya çalıştı. Fakat 1988 parlamento
seçimlerinde halkın Kapitalist İslamı savunanları değil yoksullar için
çalışanlar arasındaki adayları seçmesi gerektiğini deklare ederek çubuğu sola
doğru büktü. 1 Ocak 1988’de sol grup tarafından kontrol edilen, devlet
meselelerinin ele alınmasında özgür olan Hükümete hitaben verdiği Cuma hutbesi
sırasında Hükümetin, İslamın öncelikli emirlerinden biri olduğunu ve imamların,
diğer dini önderler de dahil olmak üzere bütün ikincil makamların üzerinde
olduğunu belirtti (Moslem, 2002: 74). Bütün konuların İslam Devleti açısından
neyin en iyi olacağı düşünülerek sonuca bağlanması gerektiğini ileri sürerek
“Maslehat” (Amaca Uygunluk) kavramını gündeme getirdi. Eğer biri Humeynizmin
İslamlaşan politikalar anlamına geldiğini düşündüyse, toplumun uygulanan
politikaların kesinlikle bunun zıddı olduğuna ikna edilmesi gerekiyordu.
Humeyni’nin
bu yenilenen popülizmi bir tesadüf değildi. Amaç, kamu desteğini kazanmaktı.
Fakat aynı zamanda, düşen petrol fiyatlarının ve küstürülmüş tüccar
burjuvazisinin baskısı altında Musavi hükümeti piyasa yanlılarına bazı tavizler
verdi. Tahran Borsası Eylül 1988’de
yeniden açıldı ve Nisan 1989’da hükümet bir özelleştirme politikası
başlatacağını duyurdu.
700
bin İranlının yaralanmasına ve 300 bininin de ölümüne yol açan yıkıcı savaştan
10 yıl sonrasında İslam Cumhuriyetine bağlı nüfus içersindeki coşku hızla
sönümleniyordu (Hiro, 2005: 233). Yaklaşık 1.6 milyon insan Irak sınırına yakın
olan evlerini terkederek ülkenin içlerine doğru kaçmak zorunda kaldı. Irak
savaşının Ağustos 1988’de son bulmasının ardından Humeyni’nin Temmuz 1989’da
ölümü İslam Cumhuriyeti’nin ardından giden büyük bir çoğunluğun iki önemli
unsurunun kaybolması anlamına geliyordu. Hamaney, Mollalar Meclisi
tarafından yeni dini lider olarak atandı ama Humeyni’nin hem genel olarak halk
hem de ruhban sınıfı arasında geçerli olan yetkilerinden yoksun bırakıldı.
Savaş ve Humeyni’nin otoritesinin merkezi etkilerinin bulunmadığı bir ortamda
hizip savaşları daha da yoğunluk kazandı.
Rejim bir yandan
da ideolojik meşruiyet problemleriyle karşı karşıyaydı. “İslamlaşma”nın ilk 10
yılı sonrasında “İslamlaşma”nın resmi ideolojisiyle toplumsal değerlerin
çeşitliliği ve topluma yansımaları arasında hala büyük bir uçurum vardı. Bu
öyle bir uçurumdu ki laikleşme eğilimleri takip eden onyıllarda artmaya devam
etti. İslamcıların kendi aralarındaki ideolojik farklılıklar çözülmemiş ve
onları farklı cephelere yöneltmeye başlamıştı.
Savaşın bitmesi
son derece önemli bir dönüm noktasıydı. Çünkü yoksul ailelerini terk ederek
orduya katılan,İslamcılara bağlı pek çok İranlı evine geri döndüğünde sosyal
adalet söylemi ile ruhban ve çarşı sermayesinden (bazaaris)[8]
oluşan yeni ve zengin bir sınıfın gerçekliği arasındaki uçurumun hala ortadan
kalkmadığını görmüştü. Bu düş kırıklığı Mohsen Makhmalbaf’ın, 1989 yapımı
“Kutsanmış Evlilik” adlı filminde çok başarılı bir şekilde işleniyordu. Filmde
Hadji adlı genç bir asker savaştan psikolojik travmalarla döner ve yeni duruma
uyum göstermekte ciddi zorluklar yaşamaya başlar. Filmin en başında ise kamera,
üzerinde bir Mercedes logosunun bulunduğu bir duvarın önünde devrimci sloganlar
atan işçilere odaklanır. Mercedes otomobilin sürücüsü, ileride Hadji’nin
kayınpederi olacak olan zengin bir din adamıdır. Zengin din adamlarının
ikiyüzlülüğü altında ezilen Hadji kendi düğününde konuklara hoşgeldin demek
için ayağa kalktığında şöyle der: “Yoksul olduğu için ayağında farklı
çoraplarla gelen dostlarım hoşgeldiniz! Farklı otomobillerle gelen sizler de
hoşgeldiniz!”
İlerleyen on
yıllarda bu İslamcılardan film yapımcısı Makhmalbaf gibi bazıları sistemin
reform edilmesi yönünde çalışmalar yapanlara katılırken; diğer bazıları ise
“yeni-muhafazakarlık” olarak isimlendireceğimiz akıma dahil oldular.
Rafsancani’nin ekonomik liberalizasyonunu izleyerek yıllar içinde uygulamaya
konan çeşitli projeler, Hatemi’nin politik reformları ve Ahmedinecad’ın yeni
popülizmi, bütün bunların hepsi rejimin karşı karşıya kaldığı meşruiyet krizine
yönetici sınıfın bir kesimi tarafından üretilen bir cevap olarak okunabilir.
Ekonomik Liberalizasyon ( 1989-1997)
Yönetici sınıf
içinde hiç kimse, İslam Cumhuriyetinin karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlar
dağının, hayatta kalmak için yapılacak işlerin artık değişmek zorunda olduğu
anlamına geldiğini 1989 yılında başkanlığa seçilen Rafsancani’den daha iyi
anlayamadı. Rafsancani’nin iktidara yükselişi hem yeni bir siyasal hizip
odağının, İslamcı Modern Sağ (“Pragmatistler”) fraksiyonunun hem de yeni bir
teknokratlar grubu ile sonradan görme zenginler (nouveau rich) grubunun ortaya
çıkışını yansıtıyordu. Bu yeni oluşumlar, geleneksel sağın piyasa yanlısı
politikalarını paylaşmakla birlikte esas olarak piyasa ekonomisine bel bağlamak
yerine modern bir sanayi bazlı ekonomiyi destekliyorlardı. Bu grupların bir
diğer önemli özelliği ise sosyo-kültürel eğilimlerle daha zayıf bağlarla
ilişkilenmiş olmak ve Batı ile daha iyi ilişkiler geliştirme arzusu taşımak şeklinde
özetlenebilir.
Rafsancani’nin
savaş sonrası yeniden yapılanma çağrısı halka dönük bir yakarış gibiydi.
Cumhurbaşkanı, 1980’li yıllarda üretilen kendi
kendine yeterlik (khod kafa’i) kavramını terk ederek bunun yerine serbest
piyasa ekonomisine geçileceği anlamına gelmek üzere kalkınma(towse’eh) ve reform
(islahat) kavramlarını getirdi. Haziran 1990’da İran’a resmi bir ziyarette
bulunan IMF ve Dünya Bankası temsilcileri onuruna verilen resepsiyon bu yeni
dönemi sembolize eden en önemli işaretti. Rafsancani reformları esas olarak IMF
ve Dünya Bankası tarafından ekonominin yeniden yapılanması amacıyla hazırlanan,
özelleştirme, kuralsızlaştırma, dış borçlanma, yabancı yatırımcıların
özendirilmesi, serbest bölgelerin kurulması, Tahran Borsası’nın güçlendirilmesi
ve bankacılık-finans kesiminin yeniden düzenlenmesi başlıklarından oluşan
reçetelerden ilham alıyordu.
Bu tamamen
piyasa yanlısı reformlarla Rafsancani İslam Cumhuriyetini burjuvaziye
yakınlaştırıyor, sermaye sınıfına karlarını arttırmaları için bir dizi olanak
bahşediyordu. Bu arada Rafsancani, ailesi ve yakınları kendi servet dağını da
yaratıyordu. Araştırmacı gazeteci Klebnikov 2003 yılında devrim sonrasında yeni
bir sermaye grubunun nasıl oluştuğunu anlatan bir çalışma yayınladı:
1979 devrimi Rafsancani
aşiretini tüccar sermayeye dönüştürdü. Kardeşlerden biri ülkenin en büyük bakır
madenini ele geçirirken; diğeri devlet televizyon şebekesini satın aldı; bir
kardeş Kerman eyaletinde vali oldu; kuzenlerden biri İran’ın 400 milyon $ lık
fıstık ihracatını kontrol eden bir donanım firması kurdu; yeğenlerden biri ile Rafsancani’nin
oğulları Petrol Bakanlığı’nda çok kilit noktalara getirildi; Başkanın bir diğer
oğlu, bugüne kadar 700 milyon $ düzeyinde yatırım yapılan Tahran metro inşa
projesinin başına geçti. Rafsancani ailesi
bugün, çeşitli vakıflar ve büyük şirketlerdeki faaliyetleri üzerinden
İran’ın en büyük petrol mühendisliği şirketlerinden birini, Daewoo otomobil
şirketini ve Iran’ın en iyi hava yolu şirketini ve daha nicelerini de kontrol
etmektedir… Rafsancani’nin en küçük oğlu Yaser, Tahran’ın kuzeyindeki elitler
arasında son derece revaçta olan, dönümü 4 milyon $ değerinde olan Lavasan’da
30 dönüm büyüklüğünde bir at çiftliğine sahiptir. Peki, Yaser bu parayı nereden
buldu? Belçika’da eğitim görmüş bir işadamı olarak bebek maması, şişe suyu ve
sanayi makineleri de dahil olmak üzere çok büyük bir ithalat-ihracat şirketini
yönetmektedir (Klebnikov, 2003).
Bu
liberalizasyon süreci çarşı sermayesinin de (bazaaris) yararınaydı:
Asadollah
Asgaroladi fıstıktan, kimyona, kurutulmuş meyveye, karides ve havyara kadar bir
dizi ürünün ihracatını; şeker ve ev aletleri gibi başka bazı ürünlerin de
ithalatını yapmakta olup, İran Bankaları bu kişinin tahmin edilen servetinin
400 milyon $ olduğunu tahmin etmektedir. Asgaroladi 1980’lerde ticaret
bakanlığı görevinde bulunan ve son derece kazançlı ticaret lisanslarının
verilmesinden sorumlu olan kardeşi Habibollah’tan çok az yardım almıştı (Klebnikov,
2003).
Rafsancani orta
sınıfa ve işçi sınıfına tüketim kalıplarının genişletilmesi ve bir tüketim
toplumuna dönüşüm sürecine politik destek vermeleri karşılığında “ekonomik
pazarlık” hakkı tanıdı. İthalat şirketlerinin İran piyasalarını işgal
etmelerine izin verdi ve bu politikasını da “tanrının erişiminize izin verdiği
şeylerden kendinizi neden mahrum edesiniz? Tanrının nimetleri toplumun ve
tanrıya inananların emrindedir. Kendini dünya nimetlerinden mahrum etmek ve
tüketmeyi reddetmek iş imkanlarını daraltır, üretimi zayıflatır ve kalkınmaya
zarar verir” diyerek meşrulaştırdı (Moslem,
2002: 144).
Buna karşın
gerçekte, ekonomik liberalizasyon gerek işçi sınıfı gerekse kent yoksulları
içindeki desteği zayıflattı. Rafsancani’nin ekonomi politikaları tüketici
fiyatları endeksinin 1993’deki 23 seviyesinden 1994’de 60’a yükselmesine yol
açtı (Nomani ve Behdad, 2006: 52). Dış ticaretin milli gelire oranı 1990’daki
yüzde 7.6 düzeyinden 1995’de 58.2’ye yükseldi. Hükümet ithalatta 1991-1992
düzeylerine oranla görülen artışı sert bir dille eleştirmek zorunda kaldı. Özelleştirilen işyerlerinde binlerce işçinin
işten atılması işsizliği çığ gibi büyütürken zengin ve yoksul arasındaki uçurum
daha da derinleşti. Toplumun en yoksul kesimlerini doğrudan etkileyen bir diğer
durum da pek çok sektörde devlet desteklemelerinin kaldırılması oldu.
1980’lerin
devlet ve alt sınıflar arasındaki populist ilişkileri adım adım çözülüyordu.
Resmi sendika “İşçi Evi”nin bile güç koridorlarına erişimi giderek
zorlaştırıldı ve örgüt gitgide yabancılaştı (Habidzadeh, 2008). Alt sınıflar
arasındaki hoşnutsuzluk 1991-1995 yılları arasında yedi ayrı ayaklanmaya yol
açmak suretiyle daha da arttı (Mirza’i, 2002: 69-74). Bayat’a (2002:4)göre:
Tahran’da
Ağustos 1991’de yaşanan ayaklanmalar barınaklarından zorla uzaklaştırılan ya da
tahliye edilmiş işgalciler tarafından organize edilmişti. 1992’de Mashhad ve
1995’de İslamshahr kentlerinde başlayan isyanlar çok daha dramatikti. Mashhad protestolarını tetikleyen olay
belediyeden resmi onay talep eden gecekondu sakinlerinin bu talebinin
reddedilmesiydi. Ordu’nun bastırmayı başaramadığı bu kitlesel ayaklanma bir
düzineden fazla insanın ölümüne yol açtı. Islamshahr’da üç gün boyunca devam
eden ayaklanmalar da Tahran’ın güneyindeki kalabalık kayıt dışı topluluğun
savaş sonrasında artan yoksulluk özellikle de Rafsancani döneminde yükselen
petrol ve otobüs fiyatlarına karşı isyan etmesinden kaynaklandı.
Rafsancani’nin
piyasa yanlısı politikalarına rağmen, İran ne solun zaman zaman ileri sürdüğü
gibi neo-liberal bir ekonomi haline geldi ne de dünya kapitalizmine bütünüyle
eklemlendi. Devlet sektörünü yüzde 8 oranında küçültme gibi bir niyet olmasına
karşın devletin ekonomideki payı 1990’ların başında yüzde 3
büyüdü (Khajehpour, 2000: 583). Yalnızca 48 şirketin yönetimi hissedarlara
devredildi. Bu sürece eşlik eden gelişmelerden biri yolsuzluklar diğeri ise
devlet işletmelerinin hükümetle bağlantısı olanlara ve çok ucuza satılmasıydı.
Tıpkı diğer gelişmekte olan ülkelerde de görüldüğü gibi özelleştirme Joseph
Stiglitz’in deyişiyle “rüşvetçiliğe” dönüştü. Devletteki bürokratik sınıf,
ihtiyaç duyduğunda ekonomiyi yerli ve yabancı sermayeye açarak, ihtiyaç
olmadığında ise kapalı tutarak ekonomide oynadığı kilit rolünü sürdürmeye devam
etti. Özel sektörde dirilen ve yeniden güç kazanan burjuvazi, bir yandan devlet
işletmelerine tanınan ayrıcalıklardan şikayet ederken bir yandan da yabancı
sermayeye karşı koruma ve desteklenmiş yabancı dövizi ve ucuz kredi biçiminde
petrol gelirlerine erişim talep etmeye
başladı. Sonuç olarak İran’da David Harvey’in Çin kavramsallaştırmasıyla
söyleyecek olursak “İran tarzı bir neo-liberalizm” ya da Kaveh Ehsani’nin
deyişiyle “neo-liberal devlet kapitalizmi”nin olduğu tespitini yapmak mümkündü
(Ehsani, 2009). Devletin ekonomideki merkezi rolü ortadan kalkmamış; yalnızca
yoksullara koruma sağlama hedefi değişmiş ve sermaye birikimine koruma sağlama
hedefi haline gelmişti.
Rafsancani
yönetimi yüzlerce kamu iktisadi teşekkülü kurdu. Belli bir bakanlığın satın
alma dairesi tıpkı bir işletme gibi faliyet gösterecek, kar amacı güdecek ve
bakanlık fonlarıyla edinilen malları yine bakanlığa satacaktı. Edinilen karlar
daha sonra çoğunluğu aynı bakanlığın personeli olan hissedarlar arasında
paylaştırılmaktaydı (Karbassian, 2000: 637). Bu sürecin kontrolünü üstlenenler
ise çok büyük kazançlar elde ediyordu. Mazlum ve Engelliler Vakfı bu konuda
aydınlatıcı bir örnek oluşturuyor. Vakfın temel amacı toplumun “en yoksun
kesimleri”ne bağışlar üzerinden hizmet götürmekti ancak Vakıf muazzam
büyüklükte bir ekonomik çıkar örgütüne dönüştü. Muhafazakar bir tahmine göre Vakfın
800 kadar bağlı ortaklığı, 700 bin çalışanı ve 1990-1995 döneminde 430 milyon dolaraulaşmış
olan bir karı vardı. Bu karların çok önemli bir kısmı hisse senedi satın almak
ya da özelleştirilen devlet işletmelerinin satın alınması için kullanılıyordu.
Elde edilen karların bir bölümü de Devrimci Muhafızlar Örgütü ile küçük ve orta
ölçekli tüccarlara (bazaaris) akıyordu. Yolsuzluk bu sürecin hem bir parçası
hem de dış görüngüsüydü. Vakıf başkanının kardeşi 1995 yılında zimmetine 450
milyon $ geçirmek suçuyla yargılandı.
Hamaney, kendine
Devrimci Muhafızlar’ınkomutanları arasında bir destek zemini yaratmak için
yoğun bir şekilde çalıştı. Devrim sırasında ikincil bir rol oynayan fakat Irak
savaşında öncü bir konumda olan İslamcıların genç jenerasyonuyla bağlantılar
tesis etti. On yıl sonrasında “yeni muhafazakarlar” (neo-conservatives) adıyla
politik bir güç olarak ortaya çıkan bu genç İslamcılar, Hamaney ile ilk
ilişkilenmelerinin ardından yeni bir grubun çekirdeğini oluşturdular. Hamaney
bir yandan da parlamentodaki muhafazakarlar ve Muhafızlar Konseyi içindeki
nüfuzunu kullanarak Rafsancani hükümetini zayıflatma çalışmalarına başladı.
Yanısıra geniş halk kesimlerinden de destek arayışlarına girdi. Stratejisinin
en temel desteği “islami değerleri restore etme” ve Batı’nın kültürel
saldırılarına karşı bir savaş başlatma yönündeki taahhütleriydi. Bu dönemde
oldukça popülerleşmiş olan uydu antenler mağaza raflarından kaldırılmaya
başlarken; ahlak polisi de kılık kıyafet yasalarıyla ilintili kontrollerini
arttırdı.
Muhafazakar
değerler için ülke ölçeğinde yürüyüşler yapma girişimi işe yaramadı. Toplum
1990’ların ortalarından beri değişmiş, muhafazakar mesajlara duyarlılığı
azalmıştı. Rejimin toplumsal cinsiyet politikaları çelişkili sonuçlar
vermekteydi. 1980’lerin başlarında kamusal yaşamın dışına itilmesinin ardından
kadınların emek piyasalarına katılımı ve eğitimleri artmaya başladı. 1996
yılına gelindiğinde kadının istihdamdaki payı devrim öncesindeki düzeylere
kadar yükselmişti. Üniversitelerdeki kadınların oranıdevrimden önce sadece
yüzde 12 iken; 1996’da yüzde 40’a ulaşmıştı. Kadınlar, hem dindar hem laik
kadınları somut hedefler etrafında biraraya getiren kendi bireysel azimleri ve
kollektif mücadeleleri üzerinden önemli gelişmeler elde ettiler.
Toplum hızla
kentleşiyor ve laikleşiyordu. 1980’lerin ortalarında nüfusun yüzde 61’i
kentlerde yaşıyordu. Bir araştırma, düzenli televizyon seyreden genç
İranlıların sadece yüzde 6’sının dini programlar izlediğini gösteriyordu. Kitap
okuyanların ise sadece yüzde 8’i dini literatürle ilgileniyordu. Gençlerin
neredeyse yüzde 80’i ruhban sınıfına karşı ya tamamen kayıtsızdı ya da olumsuz
düşünceler besliyor, yüzde 86’sı ise her gün dua etmiyordu (Bayat, 2007: 61).
Bütün bunlar elbette gençlerin din-karşıtı ya da hatta daha az dindar olmaya
başladıkları anlamına gelmiyordu. Genç nüfusun ezici bir çoğunluğu kişisel dini
inançlarıyla, muhafazakar ruhban sınıfının kurallarını yok sayan sosyal
pratikleri uzlaştırmaya çalışıyordu. Bir diğer gelişme ise İslamcı
entellektüeller içinde yeni bir “dini düşünürler” grubunun ortaya çıkmasıydı.
Diğer bazılarının yanısıra Soroush, Kadivar ve Shabastari İslamın zamana ve
mekana gore yorumlanması gerektiğini, demokrasiyle uyumlu bir İslama ancak bu
şekilde ulaşılabileceğini savunuyorlardı. Bu düşünce akımı İslamiyetin
barındırdığı muazzam çelişkilerin oldukça önemli bir göstergesidir. İronik olan
şey şuydu ki, üniversitelerdeki etkilerini arttırmak için Marx, Weber ve diğer
düşünürlerin çalışmalarını okuyarak çok fazla zaman harcayan Soroush ve diğer
İslamcılar da bu düşünce akımından etkilenmişti. İşçi ve öğrenci hareketlerinin
yeniden canlandığını gösteren işaretler de alınmaktaydı ki bunlara aşağıdaki
bölümde değineceğim.
1990’ların
ortalarında tüm bu değişiklikler, katı politik sistemle ve muhafazakar
değerlerle giderek artan biçimde çatışmalar yaşayan dinamik, öz bilince sahip
ve direngen bir toplum yaratmıştı. Rafsancani’nin başkanlığının ikinci
döneminin sonlarına doğru (1993-1997) ekonomik liberalleşmenin rejimi istikrara
kavuşturamadığı, fakat rejimin en temel taşıyıcısı olan popülist sınıf
ittifakını istikrarsızlaştırdığı açıkça görünür hale gelmişti.
Coşkudan Düşkırıklığına: Siyasi Reformlar (1997-2005)
Reformist aday Muhammed
Hatemi’nin oyların yüzde 70’ini alarak ezici bir seçim zaferi kazandığı Mayıs
1997’deki başkanlık seçimi yeni bir süreci ortaya çıkardı. Hatemi, 4 Ağustos
1997 tarihinde, başkanlık görevini devralırken yaptığı konuşmada, “başkan ile
ulus arasında” bir sözleşme olarak değerlendirdiği reform programını açıkladı:
Bireylerin
özgürlüğünü ve ulusun haklarını korumak, anayasal özgürlüklerin gerçekleşmesi
için gerekli koşulları sağlamak, sivil toplum kurumlarını güçlendirmek ve
genişletmek, kişisel onura, haklara ve yasal özgürlüklere karşı şiddeti
engellemek [başkanın zorunluluklarıdır]. Hukukun gelişmesi sosyal ihtiyaç ve
taleplerin yerine getirilmesi için elverişli bir çerçeve sunacaktır. Yurttaşların
hakları ve sınırları, haklarını iyi bilen ve hukuk ile yönetilen bir toplumda dikkate
alınır.[9]
Hatemi’nin,
politikacıların halka saygı duyması gerektiği biçimindeki mesajı, çoğunluğu
kendileri ile (Rafsancani tarafından temsil edilen) servet sahibi politik
elitler arasındaki büyüyen mesafeden ve önceki yılların muhafazakar saldırısından
nefret etmiş olan seçmenler tarafından iyi algılandı. Mesaj,siyasi reformları, yönetici
elitler arasındaki hizip çatışmalarını denetim altına almak için gerekli olarak
görenler için de cazipti. Dolayısıyla, Hatemi’nin reform projesi aşağıdan gelen
baskıya ve de yukarıdaki çelişkilere bir yanıttı.
Hatemi’nin reform
projesinin birleştirici mantığı, değişimi ilerletmek değil, İslami cumhuriyetin
içinde yönetmekti.Projenin merkezi düşüncesine bakıldığında bunun bu gün gibi
açık olduğu görülebilir: “Siyasi kalkınma” (towse’-ye siyasi).
Kavram,
1990’ların başında, reformistlerin stratejik beyni Saeed Hajjarian tarafından
yönetilen bir think-thank tarafından geliştirilmişti. Hajjarian, “öncelikle
ekonomik kalkınmanın önkoşulu olduğu ve sonrasında ekonomik büyümenin yan
etkilerini –eşitsizlik ve sosyal huzursuzluk- frenleyebileceği” gerekçesiyle
siyasi kalkınmanın yaşamsal öneme sahip olduğu fikrini ileri sürüyordu (Bayat,
2007: 95).
Hatemi’nin reformları, eleştirel gazeteler, kitaplar ve
filmler için daha açık bir alan yarattı. Öğrenci ve kadın örgütleri canlandı ve
etkinliklerini arttırdı.1980’lerin başından bu yana ilk defa, emek hareketi militanları
toplantılar, yürüyüşler örgütledi ve yayınlar çıkardı.
Bu gelişmelere hiddetle
tepki gösteren muhafazakarlar, hükümetin altını oymak için, dini lider Hamaney’in
desteğini, yargıdaki öncü pozisyonlarını, silahlı güçleri ve Muhafızlar Konseyi’ni
kullandılar. Nisan 1998’de, Qom’da, Devrim Muhafızları’nın genel başkanı, adamlarına,
Mohajerani’yi, “yolun [basın özgürlüğüne
izin vermek] ulusal güvenliği tehlikeye atıyor” sözleriyle uyardığını söyledi.Bir
kaç ay sonra bir kaç entelektüel ve siyasi muhalif öldürüldü. Yargı, öne çıkan
reformist gazete Salaam’ı kapattı ve yaklaşık 500 öğrencinin protesto düzenlediği
Haziran 1999’da hizbullah’ın (hezbollahi) şiddetli baskısı vardı.
İzleyen günlerde öğrenciler 22 şehirde protesto organize ettiler.
Öğrencilerin
Haziran 1999’daki ayaklanmaları bir dönüm noktasının işaretiydi. Öğrencileri muhafazakarlara
karşı savunmakta başarısız olunca, daha da kötüsü, öğrencilerin sloganlarını
“demagojik, provakatif ve ulusal güvenlik için bir tehlike” olarak ilan edince,
Hatemi’nin demokratik hakların bir savunucusu olduğu biçimindeki imajı zarar
gördü.[10]
Muhafazakarlar, reformistlere siyasi alan açılmasına izin vermenin, ne
reformistlerin ne de kendilerinin kontrol edebileceği sosyal hareketlerin
zincirlerinden kurtulmasına yol açacağını anlamışlardı.İlerleyen dönemlerde,
Devrim Muhafızları’nın 24 komutanının Hatemi’yi, sistem karşıtı “şiddeti”
durdurmadığı takdirde, kendilerinin eyleme geçecekleri yönünde uyarmış olduğu
ortaya çıktı (Hiro, 2005: 311).
1999
protestolarından sonra reformist liderler izleyicilerine gösterilerden uzak durarak
2000’deki parlamento seçimleri ile 2001’deki başkanlık seçimlerini kazanmaya
odaklanmaları talimatını verdi. Muhafızlar Konseyi’nin adaylarının yüzde 10’unu
onaylamamalarına rağmen, parlamentodaki 290 sandalyenin 189’unu reformistler
kazandı ve Hatemi ikinci dönem için başkan seçildi. Muhafazakarlar karşı
saldırılarını, daha fazla gazete kapatarak ve reformist entelektüelleri
tutuklayarak yoğunlaştırdılar.Bu durum,aydınlar ve Hatemi’yi destekleyen
aktivistler arasında büyüyen bir hayalkırıklığına yol açtı. Çoğunluğu
duyarsızlaşırken, azınlık, radikalleşiyor, Marksist siyasete sempatiyle yaklaşmaya
başlıyor ve gözünü, ilerlemesine katkı sağlamak üzere aşağıdan yükselen
mücadeleye dikiyordu. Talepleri ise, Hatemi’nin taahhütlerini yerine getirmesiya
da istifa etmesiydi.
2003’teki Kent Konseyi
seçimleri, reformistlerin büyüyen hayal kırıklığını yansıttı. İran için genel
katılım düşüktü (yüzde 48) ve Tahran’da seçmenlerin yalnızca yüzde 12’si seçime
katılmıştı. Düşük katılım neo-muhafazakarların Tahran Şehir Konseyi’nde çoğunluğu
elde ederek Mahmud Ahmedinecad’ı yeni belediye başkanı seçmelerine olanak
sağladı. Artık neo-muhafazakarların 2004’teki parlamento seçimlerini
kazanmaları daha da kolaydı; çünkü Muhafızlar Konseyi, reformistlerin neredeyse
tümü parlamentarist olan 2400 adayını seçimlerden men etmişti. Hatemi’nin
seçmen tabanının erozyonu ilerleyen dönemlerde de devam etti ve Ahmedinecad’ın
2005’teki başkanlık seçimlerini kazanmasına olanak sağladı.
Reformistlerin
başarısızlığının iki ana nedeni vardı.Reformist stratejist Saeed Hajjarian bunları
şu şekilde dile getiriyor: “Meclis’te sandalyesi bulunan
reformistler sıklıkla uzlaşma düşünüyorken, dışarıdakiler, aşağıdakiler,
sisteme radikal bir meydan okuyuşu düşünüyorlardı.... Biz meydan okuma ile varmadığımız
uzlaşma arasında bir denge bulmalıydık.” Hajjarian, reformist seçmen
koalisyonunun yeni orta sınıfın çıkarlarını temsil ettiğini de ekleyerek soruyordu:
“İşçi sınıfı ile ilişkimiz nedir?”[11]
Reformistler “uzlaşma”
peşinde koşmuştu çünkü aşağıdan yükselen hareketin kontrollerinden çıkmasından
ve sisteme meydan okuyan bir noktaya varmasından korkuyorlardı. Hatemi
görevinden ayrılırken bu durumu şu şekilde ifade ediyordu: “İçerdeki kavganın
ve kaotik koşulların ülkenin varlığı ve İslam Cumhuriyeti için ölümcül zehir
olduğuna inandık”. Rafsancani’nin modern sağ kliği, aynı gerekçeyle ve siyasi
istikrarsızlığın burjuvazinin çıkarlarına zarar vereceğinden korktuğundan Hatemi’ye
verdiği kamusal desteği geri çekti. İran özel sektörünün yakın gözlemcisi ve
Tahran merkezli Finansal ve Yatırım Danışmanlığı’nın yöneticisi Atieh Bahar da
bu iddiayı doğruluyor.Bahar, durumu, muhafazakarların belediye seçimlerini
kazanmasının ardından siyasi krizin sona ermesiyle ulusal ve yabancı
sermayedarların rahatladığı biçiminde yorumluyordu (Farhadian, 2004). Bu durumu Mayıs 2005’te Hajjarian da
onaylıyordu:
Hatemi’nin ilk dönemi boyunca, özel
sektör reformist hareketin başlıca dayanak noktasıydı fakat bu durum artık
geçerli değil. Özel sektör demokrasiden çok istikrar ve düzen için kaygılı ve
muhafazakârlarla ilişkiler geliştirmiş durumda. Özel sektör şimdi İran’daki
sorunun parçası (Khojasteh Rahimi
and Sheibani, 2005).
Hajjarian’ın
yaklaşımı “Komünizm”in çöküşünden sonra dünya çapında ortaya çıkan anti-Marxist
iklimden etkilenmiş ilerici entelektüeller tarafından yeterince anlaşılamamış
durumda. Bu kesimler hepbirlikte,
elbette ki kendisi de ideolojiler, kurumlar ve en önemlisi, kapitalist pazarın
kendi işleyişi aracılığıyla sınıf ayrışmalarının karmaşık bir şekilde yaşandığı
bir alan olan “sivil toplum”un gücüne bel bağlamış durumdalar. Söz konusu
çevreler, işçi sınıfının tarihsel rolünü ihmal ederek, burjuvazinin demokrasiyi
halklara kuşaktan kuşağa devrettiği biçimindeki liberal efsaneyi de tekrar edip
duruyorlar.[12]
Bayat’ın belirttiği üzere, reformist düşünürlerin entelektüelbagajı fazlasıyla
Habermas ve Foucault taşıyorsa da yeterince Marx ve Gramsci’ye sahip değil
(Bayat, 2007: 134). Demokrasinin
özneleri için bütün yanlış yerlere bakıyorlar.
Bu durum reform
hareketinin başarısızlığa uğramasının ikinci nedenini de ortaya koyuyor.
Hareketin orta sınıfa bel bağlaması. Bununla birlikte, Hajjarian’ın yorumundan
farklı olarak, hareket işçi sınıfıyla husumetli bir ilişkiye sahipti. Hatemi,
sübvansiyon ve sosyal koruma sistemini daraltarak ve özelleştirmeleri
hızlandırarak Rafsancani’nin ekonomik liberalizmini sürdürdü. Hatemi’nin
kurduğu Özelleştirme Örgütü’nün sunduğu verilere göre 1991 yılından 2007 yılına
gelindiğinde, gerçekleştirilen özelleştirmenin parasal tutarı 16 milyar doların
üzeride bir rakama ulaşmıştı. Bu rakamın yüzde 25’inden daha fazlası Rafsancani’nin
başkanlığı döneminde, yüzde 43,3’ü Hatemi’nin başkanlığı döneminde ve yüzde
30,7’si de Ahmedinecad’ın başkanlığının ilk yılı döneminde gerçekleştirildi.Parlamentonun
istatistik bürosuna göre kırsal nüfusun yüzde 50’si ve kentsel nüfusun yüzde
20’si İran’ın yoksulluk eşiğinde yaşıyordu.[13]
Dünya Bankası’nın 2006 verileri ulusal gelirden nüfusun en zengin ondalığının aldığı
payın 33,7 olmasına karşın en yoksul ondalığının aldığı payın yüzde 2 olduğunu;
en varlıklı yüzde 20’nin ulusal gelirin yaklaşık yüzde 50’sine el koyarken, en
yoksul yüzde 20’nin sadece yüzde 5,1’i ile yetindiğini gösteriyor.[14] Politik elitlerin yönetimlerini sosyal adalet
söylemi ile meşrulaştırdıkları bu ülkede yüksek seviyedeki eşitsizlik alt
sınıflar arasındaki huzursuzluğun asli nedenini oluşturuyor.
Şubat 2000’de Hatemi
hükümeti beş ya da altında işçi çalıştıran kuruluşları çalışma yasalarına
uymaktan muaf tuttu. İki yıl sonra bu politika 10 ya da daha fazla işçi
çalıştıran işletmelere doğru genişletildi (Malm and Esmailian, 2007: 56.). Bu politika sadece küçük işyerlerinde çalışan
işçilerin yaklaşık yarısını etkiledi. Hükümet, bazı üyelerini İslamcı Emek
Partisi kurmaya yönlendirerek İşçi Evi’nin etkisini kısıtlamak için kimi
önlemler de aldı. İşçi Evi’nin günlük
gazetesi, Ocak 2003’te çalışma bakanına karşı, bir çok şeyin yanında,
“işçilerin greve gitme hakkının yasal olarak tanınmasını”, “sömürünün başka bir
formu olarak küreselleşmeye karşı çıkılmasını” ve “özelleştirmelerin
durdurulmasını” talep eden bir manifesto yayınladı (Habibzadeh, 2008: 102-112).İşçiler büyük oranda Hatemi için oy
kullanmışlardı. Hatemi’nin sekiz yıllık hükümetinden sonra nasıl bir
hayalkırıklığı ve hüsran içinde oldukları hayal edilebilir.[15]
Sosyal hareketlerin
yükselişi
Gördüğümüz üzere,
Hatemi’nin siyasi reformları bir parça aşağıdan gelen baskılara yanıttı,buna
karşın, öğrencilerin, kadınların ve işçilerin yeni ağlar yaratarak kendi
talepleri için mücadele edebildikleri bir zemin oluşturdu.
1990’larda,
öğrenciler resmi öğrenci birliği olan Birliği Güçlendirme Bürosu’nu (Daftare
Vahdat) kampüslerde etkinlik organize etmek için değerlendirdiler.
Reformist düşünceler geliştirmiş olan diğer İslamcılar gibi, bu örgütün önde
gelen üyeleri de Hatemi’nin aktif destekçileri oldular ve ilerleyen dönemlerde Hatemi’den
hayalkırıklığına uğrayan kimi öğrenciler sola kaydılar. Öğrenci aktivizminin
yeniden ortaya çıkışı üniversitelerde bağımsız ve sosyalist öğrenci ağlarının
gelişmesine de olanak sağladı.
Ne yazık ki, kampüslerdeki bazı solcular, reformistlere
ılımlı bakan öğrencilere karşı sekter bir yaklaşım geliştirdiler. Bu kesimler,
otoritelere cesurca karşı koyuşlarına rağmen, muhafazakar saldırılara karşı
demokratik hakları savunacak geniş bir öğrenci hareketi geliştiremediler. Bu sekter
yaklaşım, otoritelerin, farklı ayrışmalar nedeniyle zayıflamış olan sol
aktivistleri baskı altına almalarını ve tutuklamalarını kolaylaştıran taktiklere
yol açtı. Bazı öğrenci aktivistler, üniversitelerde sekter olmayan sosyalist
politikaya imkan veren bu deneyimin yeniden değerlendirmesine giriştiler.
En yaygın ve aktif olan hareketlerden birisi ise kadın
hakları hareketiydi. Devrim, toplumdaki kadınların pozisyonunda oldukça
çelişkili etkilere sahipti. Kadın hakları aktivistleri, reformtaleplerini dile
getirmek için bu çelişkileri kullanmaya çalıştılar. Kadınların takdirinin
başkanı seçmek için yeterli görülmesine karşın, hakim olmalarına izin
verilmemesi nedeniyle mahkemelerde yeterli sayılmamasının absürdlüğü kadın
hakları aktivistlerinin dile getirdiği noktalardan birisini oluşturuyor. Seküler
kadın hakları aktivistleri, İslami feministlerle ortak platform oluşturmakta başarılı
oldular. Bu durum, binlerce kadınla ilişkilenen ve kimi reformlar elde eden
geniş bir hareketin yükselmesine olanak sağladı. Örneğin, Ağustos 2006’da kadın hakları
aktivistleri, “kadınlara karşı ayrımcılık taşıyan yasaların değiştirilmesinin
desteklenmesi için”, kapı kapı gezerek, toplantılar organize ederek, interneti
kullanarak imza topladıkları Bir Milyon İmza Kampanyası başlattılar.
1990’ların sonlarından itibaren işçi hareketi yavaş bir
toparlanmaya başladı. Bunu, kısmen, ekonomideki canlanma uyarmıştı. 1980’lerde
küçük burjuvazinin saflarını şişiren çoğu işçi, genişleyen imalat ve hizmet
sektörlerinde iş bulmuştu. Nomani ve
Behdad’a göre, işçi sınıfının çalışan nüfus içindeki payı yüzde 1986’da
24,6’dan 1996’da yüzde 31,1’e yükselmişti. Ancak gerçek rakamlar, Nomani ve
Behdad’ın eğitim ve sağlık alanındaki işçileri hariç tutmasından dolayı,daha
yüksek olmalı. Öte yandan, (50 ve daha fazla işçi istihdam eden) büyük özel sektör
işletmelerinde çalışan işçilerin payının 1986’da yüzde 35,3’ten 1996’da yüzde
40,2’ye yükselmesi nedeniyle işçi sınıfı görece daha az parçalanmış durumdaydı.
En büyük kuruluşlara sahip olan kamu sektörü de dahil edildiğinde, bu oranlar
daha da yüksek bir noktaya varıyordu. Bu eğilimler hala devam ediyor.
Sadece 1998 yılında, Isfahan çelik fabrikasındaki,
Behshahr tekstildeki, Hamedan cam üretim tesislerindeki grevler ve Abadan
rafinerisindeki işçilerin farklı gösteri ve grevleri de dahil büyük
sektörlerde, kayıt altına alınan 90 işçi
eylemi vardı.Bir anket, Nisan 1999’dan Nisan 2000’e kadar 266 grev olduğunu
belirtiyor. Bunların neredeyse yarısını, ücretlerin ödenmemesi ve geçici işten
çıkarmalar tetiklemişti. 1999 yılında İşçi Evi, tabandan gelen baskı sonucunda
1 Mayıs’ın kamusal kutlanmasını örgütlemek zorunda kaldı. Bazı işçiler bu
fırsatı çalışma yasasındaki reform planlarını protesto etmek için değerlendirdiler.
Benzer protestolara 2000 yılında daha da fazla katılım oldu. İlerleyen yıllarda
ise1 Mayıs kutlamaları işçilerin kendileri tarafından örgütlenen karşı çıkışın
sembolü oldu.
2004 sonrasında ses getiren bir dizi grev, yükselen
işçi hareketine ulusal düzeyde görünürlük elde etme imkanı sağladı. Bunların
ilki, Ocak 2004 tarihinde inşaat işçilerinin bakır eritme fabrikası inşa ettiği
Khatounabad katliamı sonrasında meydana geldi. Fabrikanın açılmasından hemen önce,
250 işçinin dışındakilerin hepsi işten kovuldu. İşçiler, ailelerinin de
katılımıyla birlikte binayı ablukaya aldılar. Sonrasında, ateş açan güvenlik güçleri
ile çıkan çatışmalarda çok sayıda işçi öldü ve 300’ü de yaralandı. Aynı ay
boyunca İran Khodro’da, iş güvenliği, geçici iş sözleşmelerine son verilmesi ve
gece vardiyaları için gecelik ödeme talep eden başka önemli bir grev daha meydana
geldi. Grevi yirmili yaşlardaki iki işçinin kalp krizi sonucu ölmesi tetiklemişti.
İşçiler benzer bir kazanın ardından, Mayıs ve Haziran 2005’te, 2005’in sonunda
ve Mart 2006’da yeniden greve gittiler. İran
Khodro söz konusu tarihten bu yana direnişin önemli bir sahnesi olarak kalmaya
devam ediyor.
Uluslararası çapta en çok bilinen işçi mücadelesi ise 2004’te
bağımsız bir sendika olarak kurulan Tahran ve Banliyöler Otobüs Şirketi İşçi Sendikası’nın
yürüttüğü mücadele. Lideri Ossanlou de dahil olmak üzere sendikanın bir çok
üyesi fiziksel saldırıya uğradı ve hapse atıldı.
Ekim 2005’te 140
ve ardından Kasım’da kaydedilen 120 grevle birlikte, Hatemi’nin başkanlığının
sonunda, işçi militanlığının, özellikle de protestolar politize oldukça,
hükümet ve işverenler için temel sorun oluşturduğu açıktı. 2005’te Reuters bu durumu “Tahran’da afiş taşıyan
binlerce İranlı işçi, İşçi Günü’nü, İslami Cumhuriyetin kararlı özelleştirme
planlarına karşı çıkışın sembolü haline getirmek için yürüdü. İşçiler
‘Özelleştirmeyi durdur’, ‘geçici iş sözleşmelerini durdur’ sloganlarını attılar”
ifadeleriyle dile getirdi.
Neo-popülizm komedisi
(2005-…)
Hatemi’nin siyasi reformları, rejim içindeki hizip
kavgalarının yoğunlaşması, sosyal hareketlerin yükselişi ve emperyalist
tehditler, Ahmedinecad’ta cisimlenen neo-muhafazakarları güçlendirdi. Ahmedinecad,
2005’teki seçim kampanyasında, zengin “petrol mafyası”na saldırarak 1980’lerin
popülist retoriğini yeniden canlandırdı. Ahmedinecad’ın seçim yayınları da onun
imajını petrolden gelen parayı halkın masasına koyma sözünü tutacak olan basit
bir “halk adamı” imajını güçlendirdi.
Bu durum, seçmenlerin
katılım oranının düşüklüğü ile birlikte, Ahmedinecad’ın, ikinci turda oyların
yüzde 62’sini alarak, Rafsancani’yi
yenmesine izin verdi. Sonuç, İran’ın zengin ve yozlaşmış elitlerine bir ‘hayır’ı;
sosyal adalet ve ulusal bağımsızlığa ‘evet’i temsil ediyordu.
Beyaz Saray’dan
gelen tehditler ve İran sınırındaki Amerikan birlikleri, ulusal duyarlılıkları
ayağa kaldırmış ve seçmenlerin çoğunu,İran’ın ülkesini savunabilecek bir
başkana ihtiyacı olduğu fikrine ikna etmişti. Seçmenler, George Bush’un 2008’de
İran’ı şer cephesi içine almasını hatırlamışlardı. ABD, İran’ın, her siyasi
inançtan İranlı arasında ulusal gurur meselesi haline gelen nükleer enerji
geliştirme hakkını reddederek Ahmedinecad’a büyük bir hizmette bulunmuştu. Ahmedinecad’ın
yükselişi, güvenlik kadrosunun nüfuzunun
artışının işaretlerini de verdi. Siyasi kariyerini kısmen Devrim Muhafızları
aracılığyla yapmış birisi olarak, Ahmedinecad, iktidarınkapılarını askeriyeye
sonuna kadar açtı. Kaldı ki, ilk kabinesindeki 21 bakanın 9’u Devrim
Muhafızlarının ya da Basij’in eski üyeleriydi. Atadığı 30 il
yöneticisinin yarısından fazlası da aynı örgütlerden geliyordu (Ehteshami ve
Zweiri, 2007).
İktidara
geldiğinde Ahmedinecad’ın 1980’lerin popülist ekonomisini yeniden canlandırma
tahhüdü tatmin edici olmaktan uzak kaldı. Ahmedinecad’ın politikaları, himayeci
bir biçimde yoksulların bir kısmına yöneldi. Hükümetinin ilk iki yılında, Ahmedinecad’ınsosyo-
ekonomik politikalarının bütün etkisinin alt sınıflar tarafından sert bir
şeklide hissedildiği bir zaman diliminde, başkanlık ofisi nakit olarak yaklaşık
on milyon dolar dağıttı. İran Merkez Bankası istatistikleri Mart 2005 ile Mart
2007 tarihleri arasında, enflasyonla düzeltildiğinde, eğitim, sağlık, sosyal
yardım ve barınma gibi sosyal
harcamaların hiç bir şekilde yükselmediğini, petrol gelirlerinde ise önemli
yükselişler olduğunu gösteriyor.[16]Ahmedinecad’ın
finansal politikaları, varlıklı kesimlere fayda sağlarken, orta sınıf ve işçi
sınıfı için konut satın almayı imkansız hale getiren bir emlak balonu yarattı.
Hükümet, basıncı, emekliler, genç çiftler, çiftçiler için ucuz kredi imkanları
sunarak ortadan kaldırmayı denediyse de bu kesimler zaten ağır bir borç yükü
altındaydı. Enflasyon, Eylül 2008’de yüzde 29’a vardığında, işçi sınıfı
ailelerinin sıkıntısı neredeyse katlanılmaz bir hal almıştı. Son dört yılda, şehirde yaşayan bir ailenin
yaşam maliyeti, ücretlerden daha fazla artarak, neredeyse iki katına çıkmış
durumda. Bir işçinin tahmini aylık ücreti, yoksulluk sınırının altında olan 223
dolar. 2009’da resmi işsizlik yaklaşık yüzde 13’tü; fakat Ahmedinecad’ın bakanlarından birisine,
Muhammad Abbas’a göre, işsiz sayısı, yüzde 18’e denk gelen 4 milyona vardı ve bu muhtemelen ihtiyatlı bir
tahmin.
Hiçbirşey, Ahmedinecad’ın
popülizminin sahteliğini, hükümeti altında yürütülen özelleştirme politikasının
akıbetinden daha iyi kanıtlamaz.Ahmedinecad hükümeti 2006’dan 2007’ye kadar Rafsancani’nin
1989’dan 1997’ye kadar gerçekleştirdiğinden daha fazla özelleştirme gerçekleştirdi.
Durumu daha iyi ortaya koyan asli öge ise özelleştirmenin nasıl yürüdüğü ve
özelleştirmeden kimlerin faydalandığı. Özelleştirme Örgütü üzerine yapılan bir
meclis soruşturması, örgütün çoğu etkinliğinin “özelleştirme olarak dikkate
alınamayacağı” sonucuna vardı. “Bazı işletmelerin devrinden sonra, satın alan
firmalar işçileri işten çıkarıp, işletmenin bölgesini değiştirerek ve işletmenin
varlıklarını sattıktan sonra, işletmenin arsası üzerinden spekülasyon yapıyordu”.[17]
Özelleştirilen şirketler çoğu zaman hükümet kurumları, bonyads[18]ya da devrim muhafızları
tarafından satın alınıyordu. Bunun son örneklerinden birisi Tahran’ın Uluslararası Fuar Merkezi’nin özelleştirmesi.
Ahmedinecad’ın yeniden seçilmesinden sadece bir kaç hafta sonra Etemaad-e
Melli, Özelleştirme Örgütü’nün,Fuar Merkezi’nin arazilerinin ve varlıklarının
yüzde 95’ini, öteki satın alıcıların teklifte bulunmasına fırsat vermeden, Silahlı
Kuvvetler Sosyal Güvenlik Örgütü’ne transfer ettiğini rapor etti. 2007’de gerçekleştirilen Ulusal
İran Bakır Sanayisi Şirketi’nin 1.1 milyar dolarlık özelleştirmesi ise bir
başka örnek. Bu örnekte ise satın
alıcılar, emekli sandığı, çelik ve yayıncılık şirketleri de dahil olmak üzere devletin
sahip olduğu işletmelerdi.
Ahmedinecad,
bütün bunları, özelleştirmeyi sosyal adaleti güçlendirecek bir uygulama olarak
sunarak kamufle etmeye çalıştı. Hükümeti, özelleştirileceği belirtilen
varlıkların yüzde 40’ını, sosyal paylaşım başlığı altında düşük gelirli halka dağıttı. Bir hesaba göre,
nüfusun en fakir yüzde onu arasında yer alan yaklaşık beş milyon alıcının,
devlet işletmelerinin hisselerinin kabaca 3 milyar dolarlığını satın alabilmek
için 337 kooperatifte örgütlenmesi gerekiyordu.
Bununla birlikte,
Rusya deneyiminin gösterdiği üzere, bu kooperatifler iyi bağlantıları olan kişiler
tarafından kolaylıkla kurulabilir. Düşük gelirlilerin küçük hisselerini küçük
yatırımcıdaki serveti toplamak için gerekli paraya sahip olan bireylere (ya da
şirketlere) satma konusunda çok istekli olacakları ise şüphesiz (Ehsani, 2006).
Özelleştirme
sadece, bonyads ve
devrim muhafızları da dahil, bürokratik devlet sınıfının ayrıcalıklı
kesimlerinin kar elde etmesi için bir kanal oldu.
Ahmedinecad
askeri aygıtın kapitalist çıkarlarını da güvence altına aldı.Economist’in 2007’de
belirttiği üzere:
Son iki yılda Muhafızların (Pasdaran)
ticari nüfuzunun artması tesadüf değil. Muhafızların, Ghorb olarak bilinen,
mühendislik koluna, gaz boruhatlarının inşası ve Tahran metrosunun yeni
bölümleri de dahil olmak üzere, devlet projelerinin yağlı dilimi bahşedildi.
Eski hükümet yetkilisi ve şu aralar Tahran’da özel ekonomist olarak çalışan
Sayeed Laylaz, Muhafızlar’ın, İran’ın nomenklaturası – ekonominin egemenliği
tarafından kurulan yeni sınıf - olduklarını belirtiyor. Laylaz, Bay Ahmedinecad’ın
seçilmesinden sonraki 10 ay içinde, muhafızlara, çoğu rekabetçi ihale
süreçlerine gidilmeksizin bahşedilen sivil sözleşmelerin 4 milyar dolardan 12
milyar dolara ulaştığını belirtiyor.[19]
Kapsamlı bir
çalışmaya göre “devrim muhafızları, etkisini, lazerli göz ameliyatından inşaata,
otomobil imalatına ve gayrımenkule kadar, İran piyasasının neredeyse bütün
sektörlerinde arttırdı
(Wehrey ve diğerleri, 2009: 55).” Devlet bürokrasisinin ekonomik çıkarlarını
geliştirdikleri süreç 1980’lerde halihazırda başlamış durumdaydı. Bu süreç Rafsancani
ile Hatemi yönetimi altında hızlandı. Aynı dönem, devlet sektörü, bonyads ve özel sektör arasında şaibeli
bir alanda faaliyet yürüten, bazı üyeleri tamamen özel sektörde faaliyet
gösteren bir burjuvazinin ortaya çıkışına şahit oldu. Ekonomik kaynaklar
üzerindeki kontrol için rekabet Ahmedinecad yönetimi altında oldukça kritik bir
noktaya vardı ve klikler arasındavarolan çatışmaları besledi.
Seçim anlaşmazlıklarının
anlamı
Bu durum, başkanlık seçiminin yapıldığı 12 Haziran 2009’un
perde arkasını oluşturdu. Seçimi önceleyen haftalar, devrimin erken
dönemlerinden bu yana en canlı seçim kampanyalarına şahit oldu. Son haftalarda
siyasi tansiyonu yükselten önemli bir faktör, dört aday arasındaki canlı
televizyon tartışmalarıydı. Ahmedinecad, diğer adayları, kendisinin
yozlaşmış olarak tanımladığı, eski güçlü
başkan Ekber Haşemi Rafsancani’nin uşakları olarak itham etti. Musavi, Ahmedinecad’ın ekonomiyi mahvettiğini,
yoksulluk yarattığını ve İran’ı uluslararası ilişkilerde izole ettiğini
savundu. Vurguladığı bir başka nokta daAhmedinecad’ın ülkeyi diktatörlüğe doğru
götürdüğüolan Musavi, siyasi özgürlükler, kadınve azınlıkhaklarına dair
taahhütlerde bulundu. Bu tartışmalarda, örneğin İranlıların çoğu için aşikar
olan yüksek enflasyonu önemsiz göstererek ekonominin durumunu sağlıklı olarak
sunan başkanın imajı büyük hasar gördü.Bu durum,onbinlerce insanı sokaklara
dökerek ve Musavi’nin ikinci tura ulaşabileceği umudunu yükselterek Musavi’nin
kampanyasına bir son dakika itişi sağladı
Resmi seçim
sonuçları tam bir şoktu. Seçmenler, Ahmedinecad’a, Musavi’nin aldığı yüzde 34’ ten
bir hayli yüksek bir oranda, yüzde 63’e yakın oy vermişlerdi. Seçim sonrasına
ilişkin kimi analizler seçimlerin yönlendirildiğine dair kanıtlar buldu.[20]Fakat
solun bir kısmı, seçim sonuçlarının manipülasyondan azade olduğunu iddia etti. Temel kanıtlardan biri, seçimlerden yalnızca
üç hafta önce, Terörsüz Yarın adlı Amerikalı bir NGO tarafından yürütülen bir kamuoyu araştırmasıydı.Söz konusu
araştırma, Ahmdinejad’ı bire iki marjininde önde gösteriyordu.[21] Ancak, bu yöndeki değerlendirmeler, ankete
yanıt verenlerin sadece yüzde 51’inin tercihlerini açıkladığını ihmal ediyor (Ahmedinecad
için yüzde 34, Musavi için yüzde 14, Karrubi için yüzde 2, Rezai için yüzde 1).
Kalan yüzdelik dilimya “bilmiyorum” diye yanıtlamıştı (yüzde 27) ya da herhangi
bir yanıt vermeyi reddetmişti (yüzde 24). Solda yer alan kimilerinin, seçimin
hileli olduğu yönündeki söylentilerden endişeli olmasından daha rahatsız edici olanı
ise,kimi kesimlerin,seçim sonuçlarının iptal edilmesini ve seçimlerin özgürce yapılmasını
talep eden protestoları basitçe “emperyal istikrarsızlaştırma” olarak
reddetmesiydi (Petras,
2009). Seçimlerden sonra gösteri
yapanlar, bu kesimler tarafından, Ahmedinecad’ın “yoksullara, işçi sınıfına ve
kalkınmalarında önemli rol oynadığı kırsal seçmenlere bağlılığından” dolayı ona
muhalefet eden “sokaklardaki liberal elitler” olarak tanımlandı. Böylelikle
siyasi kriz, emperyalizm yandaşlığı ya da karşıtlığı ve neo-liberalizm
yandaşlığı ya da karşıtlığı sorununa indirgendi.
Bu argümanlar İran’ın sosyal ve politik
gerçeklerini tamamen görmezden geliyordu. Seçim sonrasında yaşanan çalkantılar,
İran’ın yönetici sınıfının gerçek ayrışmalarını yansıtıyordu. Yukarıda
da dile getirildiği üzere, Ahmedinecad alt sınıflarınsadakatini sağlamışken, yoksulluğun, eşitsizliğin, yüksek işsizliğin
ve siyasi baskının sürmesi onun popülaritesini azaltmıştı. Aynı zamanda, Musavi,
seçmenler tarafından katı bir neoliberal olarak görülmemişti. İslami sol
grupların diğerleri gibi,Musavi de 1990’larda, serbest piyasanın rolünü kabul
ederek sağa kaymıştı; ama aynı zamanda 1980’lerin eşitlikçi ekonomisine de sıkı
sıkıya bağlıydı. Reformistlerin kendi
adayları olarak Musavi’yi seçmesi, Hatemi altında işçi sınıfının ve alt
sınıfların oylarını almakta başarısız olduklarının farkında olmalarından
kaynaklanan, taktiksel bir hareketti.
Musavi’nin seçim
kampanyasında kamuoyu karşısına ilk çıktığı yer dikkatlice seçilmişti. Musavi, “Mir
Hossein ghareman - hamiye mostazafan”(Mir Hossein kahraman – ezilenlerin destekçisi)
sloganları ile selamlandığı Nazi Abad’da - Tahran’ın Güney’inde bir işçi sınıfı
bölgesi-bir konuşma yapmıştı.Konuşmasında, “bu kaotik dünyada, İslam
Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının büyük bir başarı” olduğunu söyledi ve ekledi: “devrimden
önce ülkemizin her sektöründe yabancı danışmanlar vardı ve İran, Batı’nın
güvenlik sisteminin bölgedeki merkezi bağı olarak görülüyordu”.Konuşmasının,
İran’ın nükleer teknoloji geliştirmesindeki başarısını iddia ettiği
kısmında, nükleer teknoloji
geliştirmenin “bağımsızlığa” ve kendisinin merkezi bir rol oynadığı Irak işgaline
karşı “kutsal savunma”ya sahip olmadan mümkün olmayacağını belirtti. Humeyni’nin mirasına referans vererek, gerçek
İslam’ın yoksullara ait olduğunu vurguladıktan sonra sözlerine şu şekilde devam
etti: “Biz toplum bir çok sorundan muzdarip olurken sahip oldukları şeylerle
gösteriş yapanlara karşıyız… İmam [Humeyni] çalışanlarla çalıştıranlar
arasındaki ilişkileri bozmak istememişti, fakat aynı zamanda ticarileşmeyi de
istememişti”.
Musavi’nin
“yoksulluk olmayan gelecek” taahhüdü işçi sınıfından oy almıştı; fakat işçiler,
onun başkanlığı altında daha fazla demokratik hak elde eddecekleri mseajına da
kayıtsız değillerdi. Onlar eyleme ya da greve hazırlandıkları her dönemde baskıyla
karşılaşma deneyimine birinci elden sahiptiler.
Çoğu, çocuklarını, “ahlaki kurallar”a karşı geldikleri gerekçesiyle polis
merkezlerinden toplama deneyimine de sahipti.
Bu nedenle, protestolar patlak verdiğinde, sadece orta sınıfı değil
fakat birikmiş hayal kırıkları ve öfkelerine çıkış arayan çoğu işçiyi de cezbetmişti.
Robert Firsk’in protestolardan bildirdiği gibi, katılanlar sadece “Kuzey Tahran’ın
modayı izleyen, genç, güneş gözlükü kadınları değildi. Yoksullar daoradaydı,
sokak içileri ve tamamen kara çarşaf içindeki orta yaşlı kadınlar da (Fisk, 2009).”
Bir çok
katılımcının, bilinçli olarak, Ahmedinecad’ın ve Batıdaki neo-muhafazarların yaydığı
yalanları ortaya seren sloganlarla belli ettiği üzere, Protestolar dindar
insanlar ile dindar olmayanlar arasındaki çatışmalara dair değildi. Protestocular “Allahu ekber” ve “çarşaflı ve
çarşafsız, kahrolsun diktatörler” diye slogan atmışlardı. Protestolar
emperyalizm yanlıları ile enperyalizm karşıtları arasındaki bölünmeye dair de
değildi. Protestocular ne dış müdahale talep etmişti ne de İran’ın –ezici
çoğunluk tarafından hala 1979 devriminin bir başarısı olarak görülen ve çok
değer verilen- bağımsızlığının bir çırpıda harcanmasını. Protestolara dair başka bir efsane kentsel ve
kırsal alanlar arasında keskin bir ayrışma olduğu yönünde idi. Ahmedinecad and Hamaney’in
kırsal alanlarda daha çok desteğe sahip olduğu gerçekse de nüfusun neredeyse
yüzde yetmişinin kentsel alanlarda yaşadığı da doğruydu (5000’in üzerinde
nüfusu olan yerler şehir olarak tanımlanıyor).
Seçim sonrası anlaşmazlıklaryukarıda
ifade edilen alanlara ilişkin çatışmalara dayanmıyordu. Tersine, söz konusu anlaşmazlıklar,
İran’ın yönetici sınıfı içinde, daha önceleri seçimler aracılığıyla denetim
altına alınan ve aşağıdan kitle hareketliliği içinde memnuniyetsizlik haline
gelen, ayrışmalar yaratan nitel bir dönüşüm olarak yorumlanmalı.
Seçim sonrası
kriz Ahmadinaejad, dini lider Hamaney ve bütün siyasi gücü kendi ellerinde
toplayarak reformistleri iktidarın merkezinden uzaklaştırmak için hareket eden
devrim Muhafızları arasında bir ittifakın ortaya çıkışının işaretlerini de verdi.Bu
durum, İslam Cumhuriyeti’nin doğası için temel öneme sahip; çünkü seçilmiş ve
seçilmemiş kurumlar arasında daima varolan sürekli gerilimler,ikincisine mutlak
güç vererek çözülüyor. Bu Ahmedinecad’ın, “bir başkan,vali-ye
faqih [Hamaney] tarafından onaylandığında,
başkana itaat etmek allaha itaat etmektir” diyen dini danışmanı,
ultra-muhafazakar Ayetullah Mesbah-Yazdi
tarafından doğrulanmıştı.Musavi, en önemlisi siyasi gücün sadece halk tarafından
meşrulaştırılabileceğini dile getiren Montazeri olan çeşitli ayetullahlar ve
diğer reformistler, bu eğilime karşı çıkıyorlar.
İran’da risk altında olan şey yalnızca siyasi sistemin
doğası değil, aynı zamanda egemen sınıf fraksiyonları arasındaki güç dağılımı.Rafsancani
ve Ahmedinecad’ın, özel sektörde gelişmekte olan burjuvazi ile devlet, bonyads
ve Devrim Muhafızları tarafından kontrol edilen monopoller arasındaki ekonomik çatışmayla
yapacak çok şeyi var. Bu durum, Rafsancani’nin, seçimler sürecince ve
seçimlerden hemen sonra Musavi’nin tarafını tutmasını da açıklar nitelikte. Bununla
birlikte, Rafsancani’nin desteği, protestoların kontrol dışına çıkabileceği ve Hamaney
ile bir anlaşmaya varma imkanına zarar verebileceği korkusuyla kararsız bir destek.
Rafsancani’nin ilgilendiği şey demokrasi olmaktan çok İran’ın kapitalist
sınıfına petrol gelirlerini ve yeni kar kanallarını açmak. Musavi’nin siyasi
statükodaki sıkı kökleri, -1980’lerde binlerce sosyalist idam edildiğinde
başbakandı- İslam Cumhuriyeti’ne ve serbest piyasa ekonomisine bağlılığı ise onun
işçi sınıfının müttefiki olmasını
imkansız kılıyor.
Bununla birlikte, seçim kavgaları basitçe yönetici
sınıfın parçalanması değil. Yönetici sınıffraksiyonları arasındaki çatışma
hiçbirisinin kontrol edemediği sosyal güçleri zincirlerinden kurtardı. 12 Haziran seçimlerinden sonraki ilk
haftalarda, Tahran’da, İsfahan’da, Shiraz’da, Mashad’da, Babol’da, Rasht’da,
Orumiyeh’te ve öteki ana kentlerde seçim sonuçlarının iptal edilmesini talep
eden kısmen spontane protestolar patlak verdi. 15 Haziran’da bir milyondan
fazla insan, Moussavi’nin partisi tarafından çağrısı yapılan izinsiz yürüyüşe katıldı.
Gerçekte, Moussavi, danışmanları kendisine yüzbinlerce insanın toplandığını
söyledikten sonra bir konuşma yapmak için meydanda göründü.
İzleyen günlerde hareket Moussavi’den liderlik talep
etti ve Musavi’nin kendilerini vazgeçirmeye çalışmasına rağmen gene de eylemlerine
devam etti. Eylemciler, “Tanklar, silahlar, Basiji artık etkiye sahip değil” sloganları
atarak ve çatılardan “Allah büyüktür”
—1979 devriminin yeniden ortaya çıkan sloganı- diye bağırarak, devlet baskısına
cesurca karşı yürüttükleri eylemlerine geceye kadar devam ettiler. “İnsanlar,
neden sessizsiniz?İran Filistin gibi oluyor. Korkmayın, hep beraberiz” diye
bağırdılar. 18 Haziran’da Tahran’da, önceki günlerdeki ölümleri anmak için
siyah giyen 1 milyondan fazla insan yürüdü.Aynı gün Shiraz’da 200.000’den daha
fazla insan protesto gösterisinde bulundu. Gösterilerin büyüklüğü yeni bir
özgüven duygusu yarattı. Bazıları, “Akhare hafte, Ahmadi rafteh” (“Haftanın sonunda,
Ahmedinecad gitmiş olacak) diye bağırdı. Yaşlılar, atmosferin devrim günlerini
hissettirdiğini söylüyordu.
19 Haziran
sonrasında iklim değişti. Ayetullah Hamaney Cuma namazları süresince Ahmedinecad’ın
arkasında durdu ve otoriterlerin artık gösterilere tolerans göstermeyeceğini
ilan etti. Bu Devrim Muhafızları’nın protestoculara göz açtırmaması için yeşil
ışıktı. İlerleyen günlerde binlerce genç Basij ve güvenlik güçleri ile karşı
karşıya geldi. Çok sayıda gösterici öldürüldü, bazıları tecavüze ve işkenceye
maruz kalan 2000’den fazlası da tutuklandı.Protesto hareketinin daha fazla gözünü
korkutmak için, otoriteler, protesto hareketinin liderleri olarak görülen
yaklaşık 100 reformist entelektüel, gazeteci ve siyasetçi hakkında göstermelik
duruşmalar organize ettiler. Protestolar, bütün bunlara rağmen, daha küçük bir
ölçekte olsa da devam etti.
Kitlelerin
hoşnutsuzluğunun nedenleri ortadan kalkmış değil ve seçim sonrasında ortaya
çıkan krizinin sonuçları hükümeti istikrarsızlaştırmaya devam edecek. Hükümetin
yasaklamalara devam etmeyi seçmesi, meşruiyet krizinin derinleşmesi riskini
taşıyor. Bu durumda, daha fazla insan kaderlerini seçimler aracılığıyla
değiştiremeyeceği sonucunu çıkararak radikalleşecek. İran’da siyasi sistemin
kirli çamaşırları önemli ölçüde ortaya serilmiş durumda. Aynı zamanda, sosyo-ekonomik
koşullar kötüleşiyor. Seçimlerden iki ay önce hükümet,bazı kamu çalışanlarının
ve emeklilerin maaşlarını arttırdı. Sadece bir ay sonra ise işçiler ücretlerini
gösteren ödeme çeklerinin seçimlerden önceki seviyeye düştüğünü görerek şoka
uğradılar.[22]
Şüphe yok ki bütün politik güçler hareketi kendi sınıf
çıkarlarına hizmet edecek bir yöne doğru evriltmeye çalışacaklar. Batılı güçler
de İran’daki siyasi krizi bölgedeki çıkarlarını geliştirmek için kullanmaya
çalışacaklar. Barak Obama Birleşik Devletler’in George Bush döneminde
başlattığı ‘demokrasi’yi güçlendirme programını geri çekmiş değil.
Protestoların halihazırdaki burjuva ve orta sınıf liderleri –Musavi ve Rafsancani-
hareketi öteki fraksiyonlara karşı kendi pozisyonunu güçlendirmek için bir
kaldıraç olarak kullanmaya çalışacak.
Demokrasi
yanlısı mücadele sadece işçi sınıfının İslami Cumhuriyet’in kapitalist
mantığına meydan okuması durumunda yol alabilir. Ancak bu, safkan bir işçi
hareketi ortaya çıkana kadar devrimci Marksistlerin, güncel protestolardan uzak
durması gerektiği anlamına gelmez. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da
yazdığı gibi, “Komünistler heryerde varolan sosyal ve siyasi düzene karşı her
devrimci hareketi desteklerler. Bu hareketlerin herbirinde, söz konusu
zamandaki gelişiminin derecesini dikkate almaksızın, asli sorun olarak mülkiyet
sorununu öne çıkarırlar”.Bir başka ifadeyle, işçi sınıfının, demokrasi için
mücadelede öncü rol oynayarak ve hareketi anti-kapitalist bir yöne çekerek
hegemonya kazanmaya ihtiyacı var. Bu, kısacası, devrimci bir hareket inşa etmek
için, İran’daki sosyalistlerin yeni bir kuşağını silahlandırabilecek sürekli
devrim teorisi stratejisidir.
Kaynakça
Abrahamian, E.(1982) Iran Between Two Revolutions, Princeton
University.
Abrahamian, E. (1993)
Humeynism: Essays on
the Islamic Republic, University
of California.
Abrahamian, E. (
2008) A History of Modern Iran,
Cambridge University.
Abrahamian, E.(2009),
“Why the Islamic Republic Has Survived”, Middle
East Report 250,www.merip.org/mer/mer250/abrahamian.html
Afary, J. (1996) The Iranian Constitutional
Revolution 1906-1911: Grassroots
Democracy, Social
Democracy and the Roots of Feminism, Columbia
University.
Amid, Javad, and
Amjad Hadjkhani, 2005, Trade,Industrialisation
and the Firm in Iran: The
Impact of Government Policies on Business (IB Taurus).
Bayat, A. (1987) Workers and Revolution, Zed Books.
Bayat, A. (1997) Street Politics: Poor People’s Movements in Iran,
The American University in Cairo.
Bayat, A.(2002)
“Activism and Social Development in the Middle East”, International Journal of Middle
East Studies 34,www.merip.org/mer/mer226/226_bayat.html
Bayat, A. (2007)
Making Islam Democratic: Social Movements and the Post-Islamic
Turn, Stanford University.
Behdad, S.(2000)
“From Populism to Liberalism: The Iranian Predicament”, in Parvin Alizadeh
(ed), The Economy of Iran: Dilemmas of an Islamic state , IB Taurus.
Beheshti, M.B. (2003)
“Iran’s Economic Development and Structural Change in Human Resources”, in Ali Muhammedi
(ed), Iran Encountering
Globalisation: Problems
and Prospects, Routledge Curzon.
Behrooz, M.(2000)
Rebels with a Cause: The Failure of the Left in Iran, IB Taurus.
Cliff, T. (1963),
“Deflected Permanent Revolution”,International Socialism 12 (first series),www.marxists.org/archive/cliff/works/1963/xx/permrev.htm
Cliff,T.(1988) StateCapitalismin Russia, Bookmarkswww.marxists.org/archive/cliff/works/1955/statecap
Colás, A. (2004)
“The Re-Invention of Populism: Islamist Responses to Capitalist Development in
the Contemporary Maghreb”, Historical
Materialism, 12, (4).
Ehsani, K.(2006)
“Iran: The Populist Threat to Democracy”,Middle East Report 241,www.merip.org/mer/mer241/ehsani.html
Ehsani, K.(2009)
“Survival Through Dispossession: Privatisation of Public Goods in the Islamic
Republic”, Middle East Report
250, www.merip.org/mer/mer250/ehsani.html
Ehteshami, A. ve
Mahjoob Z. (2007) Iran and
the Rise of its Neoconservatives: The
Politics of Iran’s Silent Revolution, IB
Taurus.
Farhadian, M.
(2004) “Beyond Hatemi’s Reform Era: Economic Talibanisation or
Liberalisation?”, Iran Analysis
Quarterly, 1(3).
Fisk, R. (2009),
“Iran’s Day Of Destiny”, Independent,
16 June 2009,www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fisk-irans-day-of-destiny-1706010.html
Habibzadeh, A. (2008) Mosharekat-e Siyasi
Tabagheh Kargar, Kavir.
Harman, C. (1994)
“The Prophet and the Proletariat”,International Socialism 64,
http://pubs.socialistreviewindex.org.uk/isj64/harman.htm
http://pubs.socialistreviewindex.org.uk/isj64/harman.htm
Hiro, D. (2005) Iran Today, Politicos.
Karbassian, A. (2000)
“Islamic Revolution and the Management of the Iranian Economy”, Social Research, 67 (2), http://findarticles.com/p/articles/mi_m2267/is_2_67/ai_63787346/
Keshavarzian, A.
(2007) Bazaar and State in
Iran: The Politics of
the Tehran Marketplace, Cambridge
University.
Keshavarzian, A.
(2009) “Regime Loyalty and Bazari Representation under the Islamic Republic of
Iran: Dilemmas of the Society of Islamic Coalition” International Journal of Middle
East Studies 41.
Khajehpour, B. (2000)
“Domestic Political Reforms and Private Sector Activity in Iran”, Social Research, 67 (2), www.iranchamber.com/government/articles/political_reform_private_sector_iran.php
Khojasteh R. ve
Sheibani (2005) “Gerdhamai Roshanfekran Bara-ye Democracy”, Shargh, 18 May 2005.
Khosravi, K. (2001)
“Jame’e Shenasiye Entekhabate Iran”,Andishe Jame’e, sayı 17 and 18.
Kinzer, S. (2003) All the Shah’s Men: An American Coup and the Roots of
Middle East Terror (Wiley).
Klebnikov, P. (2003)
“Millionaire Mullahs”, Forbes, July 2003, www.forbes.com/forbes/2003/0721/056_print.html
Knei-Paz, B. (1977)
“Trotsky, Marxism and the Revolution of Backwardness”, in Shlomo Avineri (ed), Varieties of Marxism,
Jerusalem Van Leer Foundation.
Lenin, V. I.(1966) Left-Wing Communism: an Infantile Disorder, in Collected Works, volume 31
(Progress),www.marxists.org/archive/lenin/works/1920/lwc/
Malm, A., ve
Shora E. (2007) Iran on the
Brink:Rising Workers and Threats of War ,Pluto.
Marshall, P. (1988) Revolution and Counter-Revolution
in Iran, Bookmarks.
Matin, K.(2006),
“Uneven and Combined Development and ‘Revolution of Backwardness’: the Iranian
Constitutional Revolution, 1906-1911”, in Bill Dunn and Hugo Radice (eds), 100 Years of Permanent Revolution: Results and Prospects, Pluto.
Mirza’i, M. M. (2002) Tragedi-ye Shoraha,
Rowzaneh.
Moaddel, M. (1993) Class, Politics and Ideology in the
Iranian Revolution, Columbia
University.
Moghaddam,
V.(1989) “One Revolution or Two? The Iranian Revolution and the Islamic
Republic”, Socialist Register
25,http://socialistregister.com/index.php/srv/article/view/5560/2458
Moslem, M.(2002) Factional Politics in Post-Humeyni
Iran, Syracuse University.
Nomani, F. ve
Sohrab B.(2006) Class and
Labour in Iran: Did the
Revolution Matter? Syracuse University.
Parsa, M. (1989) Social Origins of the Iranian
Revolution, Rutgers University.
Petras, J. (2009)
“Iranian Elections: the ‘Stolen Elections’ Hoax”, 18 July 2009, http://petras.lahaine.org/articulo.php?p=1781&more=1&c=1
Poya, M. (1987)
“Iran 1979: Long Live Revolution!... Long live Islam?”, in Colin Barker (ed), Revolutionary Rehearsals,
Bookmarks.
Razi, M. (2009)
“Why Revolutionary Marxists Should not Support Islamic Fundamentalists”,www.pishtaaz.com/english/fundamentalism2.htm
Rueschemeyer,
D., Evelyne H. S. ve John D. S. (1992) Capitalist
Development and Democracy, Polity.
Saeidi, A.(2001)
“Charismatic Political Authority and Populist Economics in Post-Revolutionary
Iran”, Third World Quarterly,
22 (2).
Salehi-Isfahani,
D.(2009) “Oil Wealth and Economic Growth in Iran”, in Ali Gheissari (ed), Contemporary Iran: Economy,Society and
Politics, Oxford University.
Saleth, T.(2007)
“Class Nature of the Iranian Regime”,Critique, 35 (3) www.informaworld.com/openurl?genre=article&issn=0301%2d7605&volume=35&issue=3&spage=435
Saleth, T.(2009)
“On the 30th Anniversary of the Iranian revolution”,
http://www.critiquejournal.net/torab-iranrev.html
http://www.critiquejournal.net/torab-iranrev.html
Trotsky, L. (1977)
[1930], The History of the
Russian Revolution, Pluto,www.marxists.org/archive/trotsky/works/1930-hrr/
Wehrey, F. vd.(2009) The Rise of the Pasdaran:Assessing
the Domestic Roles of Iran’s Islamic Revolutionary Guards Corps, Rand.
[1] Yazının
orijinali için bkz. http://www.isj.org.uk/?id=585
[2] “İran Dini
Liderinin Başkan Ahmadinejad’ın Görevi Devralış Törenindeki Konuşması”, Iranian
Students New Agency, 4 August 2009.
[3]Sorunlu olsa da çok dillendirilen
bir analiz, İslami Cumhuriyet’i bir Bonapartist burjuva devletin bir formu
olarak dikkate alan yaklaşım, 1979’daki en küçük örgütlerden birisi olan Rahe
Kargar tarafından sunulmuştu.
[4] Gramsci’nin pasif devrimler
olarak tanımladığı ve diğer Marxistlerin yukarıdan burjuva devrimleri
olarak tanımlamakta oldukları şeyler
özel örneklerdir. 1917’deki Rus Devrimi sosyalistlerin
sürekli devrimi savunduğu stratejinin bir örneğidir.
[5] Bu argümanın Cezayir, Fas ve
Tunus’ta İslamizm’e uygulanması için bakınız Colas (2004).
[6] Bu konu ile ilgili veriler için http://hdr.undp.org adresine bakılabilir.
[7] Gini katsayısı gelir dağılımı
eşitsizliğini ölçen ve sıfır ile bir arasında değer alan bir katsayıdır.
Katsayının sıfıra yaklaşması gelir dağılımı adaletinin daha adil olduğu
anlamına gelir.- e.n.
[8] Bazaaris ifadesi bu çalışmada,
İran’ın geleneksel çarşısı olan Bazaar’da faaliyette bulunan, İslami kültüre
sıkı sıkıya bağlı, 1979’daki İslam Devrimi’ne önemli destek sunmuş, Şii uleması
ile önemli ailevi, finansal ve kültürel bağları olan ticaret ve finans
sermayesi anlamında kullanılmaktadır. Çalışmada buradan sonra bazaar yerine
çarşı, bazaaris ifadesi yerine de çarşı sermayesi ifadesi kullanılacaktır.
- ç.n.
[9] Bakınız Ettela’at,
5 Ağustos 1997
[10] Bkz. İran Times, 16 Haziran 1999
[11] Bkz. Vagha’ye Etefaghiye, 22
July 2004
[12] Bu efsanenin tahribatı için Rueschemeyer
ve diğerlerinin 1992 tarihli çalışmasına bakılabilir.
[13] Bu konudaki
veriler için bkz. www.baztab.com, 6 February
2005.
[14] Söz konusu verilere www.devdata.worldbank.org adresinden
ulaşmak mümkün.
[15] Bir ankete göre, beş işçiden daha az işçi
çalıştıran işyerlerindeki ezici olarak Khatemi’’’ye oy vermişlerdi. Bkz. Khosravi,
2001: 6
[16] Bu konuda bkz. Sarmayeh, 18
Ağustos 2009
[17] Agy.
[18] 1979’daki İslam devriminin
ardından kurulan ve özellikle düşük
gelir gruplarına dönük, sosyal yardım, rehabilitasyon ve benzeri hizmetler
sunan, bu alanda faaliyette bulunan çeşitli vakıfları kontrol etmek suretiyle
büyük finansal kaynaklara sahip olan yarı-resmi kuruluşlar. Ç.n.
[19] Bakınız Economist, 19 Haziran
2007
[21] Söz konusu kuruluşun web sayfası
için bkz. www.terrorfreetomorrow.org
[22] Bu konuda bkz. Sarmayeh, 30
Haziran 2009