25 Ocak 2012 Çarşamba

Apartheid sonrası Güney Afrika: Ulusal soruna liberal çözüm, Ekmek ve Özgürlük, Sayı 18 (Şubat 2012)

Tolga Tören

Kürt sorununun çözümünde örnek uzlaşmayı ve liberalizmi temsil eden 1990 sonrası Güney Afrika değil, “direnişin Güney Afrikası” olan 1990 öncesinin Güney Afrikasıdır

Güney Afrika Cumhuriyeti Kürt sorunundan hareketle yürütülen tartışmalarda sıklıkla referans verilen bir örnek. Tarihsel ve olgusal düzeyde bakıldığında bu durumun nedenlerini anlamak zor değil:

· Ülkenin çoğunluğunu oluşturan siyah nüfusun apartheid adı verilen kurumsallaşmış ırk ayrımcılığı ile bütün haklarından mahrum bırakıldığı bir rejimin yenilgiye uğratılabilmiş olması,

· Dünyanın en önemli ve eski ulusal özgürlük hareketinin lideri olan, 1962 yılında ABD tarafından ırkçı Güney Afrika rejimine teslim edilmesinin ardından 27 yıl bir adada hapis tutulan Nelson Mandela’nın, dünyanın coşkuyla izlediği bir tören ile önce serbest bırakılması, sonra devlet başkanı olması,

· Ülkenin 1994 yılında kabul edilen ve “gökkuşağı ulusu” retoriğine yaslanan anayasasının, on üç resmi dilin varlığını kabul etmesi,

gibi faktörler, Güney Afrika’ya verilen referansları anlaşılır kılıyor.

Ulusal sorun, liberal çözüm

Güney Afrika örneği Kürt özgürlük hareketi açısından Nelson Mandela’nın 27 yıllık hücre cezasının ardından serbest bırakılarak devlet başkanı olması, ülkede birden fazla resmi dilin varlığı gibi açılardan, yani “ulusal” haklarının elde edilmesi bağlamında önem taşıyor.[i] Liberaller açısından ise ulusal sorunun, sınıf çelişkilerinden azade, yani, ülkedeki egemen üretim ilişkilerine dokunmadan çözümü açısından, bu anlamda, “kimlik politikalarının zaferi” olarak önem taşıyor.[ii] Bu noktada, Güney Afrika, Kürt sorununun adil çözümü için bir örnek/model olabilir mi sorusu önem kazanıyor? Bu soruya verilecek yanıt ise bir başka soruyu gerekli kılıyor: Hangi Güney Afrika?

Direnişin Güney Afrikası ve emek hareketi

Emek hareketi, sosyalist hareket ve ulusal özgürlük hareketi ittifakının apartheidi yenilgiye uğratan mücadele geleneğine, yani, “direnişin Güney Afrikası” olan 1990 öncesi Güney Afrikasına bakılırsa yukarıdaki soruya verilebilecek yanıt oldukça güçlü bir evet. Keza, direnişin Güney Afrikasına, baktığımızda, gördüğümüz önemli aktörlerden birisi,

· Yalnız apartheide ve apartheidin dayandığı kapitalist gelişme sürecine değil, ABD ve İngiltere emperyalizminin apartheidle uzlaşan politikalarına karşı da mücadele yürüten,

· Mücadeleyi ulusal hareket ve komünist hareket ile birlikte sürdürmemenin apartheid ile uzlaşmak olduğunu vurgulayan Güney Afrika Sendikalar Kongresi’dir.

Halk Kongresi ve Özgürlük Bildirgesi

Direnişin Güney Afrikasına baktığımızda gördüğümüz ikinci örnekse, özellikle Halkların Demokratik Kongresi’nin kurulduğu bir dönemde oldukça önemli bir örnek olabilecek olan; 1955 yılında, Afrika Ulusal Kongresi (ANC), Güney Afrikalı Hint Kongresi (SAIC), Güney Afrika Demokratlar Kongresi (SADOC), Güney Afrikalı Melez Halk Örgütü (SAPCO) gibi örgütlerin katılımıyla oluşturulan Halk Kongresi’dir. Kongre’nin aynı yıl yayınladığı Özgürlük Bildirgesi’nin kimi öğeleri ise şunlardır:

· Güney Afrika, üzerinde yaşayan, siyah ya da beyaz herkese aittir ve hiç kimse halkın isteğine dayanmadıkça, ülke üzerinde otorite hakkı iddia edemez,

· Halk yönetecek: Irkları ve cinsiyetleri dikkate alınmaksızın her insan eşit hakka sahip olacak,

· Bütün ulusal gruplar eşit hakka sahip olacak: Bütün halklar kültür ve geleneğini geliştirme hakkına sahip olacak,

· Halk ülkenin servetini paylaşacak: Ülkenin serveti, Güney Afrika’nın bütün mirası, halka devredilecek. Toprağın altındaki maden zenginlikleri, bankalar ve tekeller halka devredilecek, kamulaştırılacak.

Kuşkusuz direnişin Güney Afrikasına bakıldığında, görülecek başka örnekler de var:

· 1980’lerde gecekondu bölgelerinde yükselen işçi, kadın ve öğrenci direnişleri,

· Kadınların, gençlerin, aydınların ve sosyalistlerin oluşturduğu Birleşik Halk Cephesi (UDF),

· 1985 yılında, militan sendikal hareketinin mirası üzerinden yükselen Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu (COSATU) bunlardan bazıları.

1990 Sonrası: Uzlaşmanın Güney Afrikası

Güney Afrika’nın apartheid sonrası dönemini Güney Afrikalı Marksist Patrick Bond “Elit Değişim” ifadesiyle tanımlarken[iii], Güney Afrikalı bir başka Marksist Ben Turok[iv] ise “siyah gecekondularla çevrili gökdelenler ekonomisi” olarak resmediyor. Bu tanımlamaların iki zemini var. İlki, Bond’un mücadelenin kaybedildiğinin resmi olarak tanımladığı[v], uluslar arası finans kuruluşlarının ve ülkedeki yerleşik sermayenin talepleri ile 1996’da uygulamaya konan Dünya Bankası yapımı Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı (GEAR) programı. İkincisi ise, siyahları yoksulluktan kurtarmak gibi bir söyleme yaslansa da, beyaz sermaye ile ittifak halinde bir siyah sermaye yaratmaya hizmet eden Siyah Ekonomik Güçlendirme (BEE) programı.

Bu programların sonuçları ise, ülkenin çoğunluğunu oluşturan siyah nüfusun muzdarip olduğu özelleştirmelere, işsizliğe, HIV/AIDS vakalarına, barınma sorununa, yoksulluğa ve patriarkal şiddete rağmen, yerli yerinde duran beyaz sermaye ve bu kesimle işbirliği halinde yükselen bir siyah sermaye.

Çözüm direnişin Güney Afrikası

Tüm bunlar 1990 sonrası Güney Afrikasında apartheid karşıtı mücadelenin başarıya ulaşmasının en önemli nedenini oluşturan emek hareketi-ulusal özgürlük hareketi-sosyalist hareketin ittifakının sınıfsal boyutunun tamamen ortadan kalktığının kanıtını oluşturuyor. Aynı zamanda liberallerin 1990 sonrası Güney Afrikasına bu kadar vurgu yapmalarındaki amacı açıklıyor: Ulusal sorunun antikapitalist öz barındıran ulusal özgürlük hareketinin sisteme entegre edilerek “çözümü”. Direnişin Güney Afrikası ise madalyonun Kürt sorununun adil çözümünü sağlayacak yüzünü ifade ediyor.



[ii]Liberal yazarların Güney Afrika ilgileri için: http://tinyurl.com/d6byens

[iv] Turok, Ben (2008) From the Freedom Charter to Polokvane the Evolution of ANC Economic Policy, Cape Town: CTP

14 Ocak 2012 Cumartesi

Hafızanın Kara Deliği, Özgür Gündem, 01.07.2012

Giovanni GIACOPUZZI


(Çeviri: Nevra Akdemir - Tolga Tören)

Tarihsel bellek İspanyol ve Bask politikalarını etkileyen bir kördüğümdür. Bütün bir Bask toplumu, hakikati dile getirmek için, yüzlerce insanın siyasi hayatının gelişiminde ve sosyal ilişkilerinde sonuçları olan ve olacak olan bir sorunu nasıl işaret edeceği üzerinde düşünüyor. Bu adımları atmak önemli. Çünkü on yılların çatışmasının yol açtığı bireysel yaralar bir anlaşma ya da yasayla kapatılamaz. Tarihin bir bölümünü kapatıp yenisini açmaya dönük sosyal taleplerin bulunduğu bu dünyada; kişisel alana girmek için sorumluluğun kolektif kabulünü aşan, referans kaybıyla, varlık hissiyle, kişinin kendi hayatının mekânında bırakılan boşluk ile çatışan duruşlar var. Tarihi yeniden yazmanın tehlikesi hakkında gerek Sosyalist Parti (PSOE) gerekse Halk Partisi (PP) tarafından dile getirilen yakınma, politik geçiş ile deneyimlenen “suskunluk yasası”ndan elde edilen derslerin şimdi nasıl da İspanyol-Bask çatışmasının şiddetli doğasının üstesinden gelmek için uygulanmak istendiğini gösteriyor. Franko’nun gerçekleştirdiği katliamı kabul etmeyenler ya da buna değinmeyenler hangi tarihsel ve politik meşruiyetle tarihsel bellekten bahsedebilirler ki? Frankocuların katliamları tek bir günde ETA’nın elli yıllık tarihindekinin üç katından daha fazla insana mal oldu. Kısa bir zaman öncesine kadar Badajoz kasabı olan Yague’nun adını taşıyan sokaklar ve meydanlar vardı. İspanyol-Bask çatışmasının şiddetli sonuçları üzerine bir tartışma var ve olacak; çünkü, kurbanların hüzünlü listesinde tarih yazımına ilişkin fakat aynı zamanda politik çalışmaların ve hakikatler komisyonunun aydınlatabileceği yalanlar var. Bununla birlikte bir gerçeklik var: ETA’nın ve diğer örgütlerin eylemlerinin neden olduğu ölümlerin sorumluluğu bu silahlı örgütlerin kendileri tarafından pratik olarak tamamıyla sahipleniliyor. Bu durum, bu dramatik olayların tarihsel okumaya tabii tutulmasının önünde engel oluşturmaktan çok bunu destekler. Bu, son yıllarda farklı bakış açılarından hareketle yürütülen temel bir süreç. Bir tarihsel kayıt, bu doğanın diğer çatışmalarında nadiren görülen bir incelikle oluşturulmuş durumda. Daha da derinleştirilmeye ihtiyacı olacak bu şeffaflık, gelecektekiler için, fakat aynı zamanda çatışmaların yaşandığı dönemde, çatışmalara katılmayıp seyredenler için de bir eğitim aracı haline gelecek. İlişkilerinde, kodlarında ve referanslarında daha derine inmek isteyen bir toplum “kendi geçmişiyle hesaplaşma” yetisine sahip olmalı. Peki devlet bunu ne zaman yapacak? Bugüne kadar, ne insanları ne de hukuk aracılığıyla, geçmişiyle bağlarını koparmamaya karar vermiş bir devlet? Eğer bir politik-askeri stratejinin sonucu olarak, konuşmak ve sorumluluk almak için bir zorunluluk varsa açık ki aynı şeyi “şiddet tekeline” sahip olan devlet de yapmalıdır. Bu demokrasinin derinleşmesinde sadece İspanyol-Bask çatışmasına dair değil İspanyol toplumunun kendisi için de bir adım olacak. Burada devletler ile devletlerin kurumsal sosyal ve ekonomik modeline ve aynı zamanda bunların hukuksal zeminine karşı itiraz edenlerin hafızası arasında da asimetri sorunu ortaya çıkıyor. Dayatılan ve uzlaşmayı tarihin bir diyalektik paylaşımı aracılığıyla değil ama şanlı tarihin kurumsallaşması aracılığıyla güçlendirmek için gerekli olan bir asimetri bu. Bu asimetriden ise eleştirel olmayan bir kamuoyu türüyor. İtalya’da “gerginlik stratejisi”nin, devlet güvenlik güçleri, gizli servis ve faşist gruplar tarafından iki yüzden fazla kişinin öldürülmesine neden olduğu gibi. Ve henüz bu ölümler için tek zanlı bile yok. Bununla birlikte, güncel bir araştırmaya göre, İtalya’nın en kızıl (sol eğilimli) şehri olan Bologna’da öğrencilere Ağustos 1980’de kentin tren istasyonuna 80 kişiyi öldüren bombayı koyanları sorarsanız cevap yüzde 60 oranında Kızıl Tugaylar olacak! Bombayı yerleştiren neo-faşist grupları kınayan bir ibarenin bulunmasının, potansiyel olarak katliam emrini verenler olarak P2 mason locasının ya da İtalyan gizli servislerinin listelenmesinin ise bir önemi yok. Yaşayan bir belleğin kurumsal küçümsemesi ve söylem, üzerinde güncel bir yalan inşa edilecek bir çöl yarattı. Bu nedenle sorumluluktan kaçınmak ve çatışmanın sonuçlarını başka formlarda sürdürmek için sessizlik yasasının “unutma” tekniğine ihtiyaç duyuluyor. Fransa’da 17 Ekim 1971’de, Nazi işgali boyunca Nazilerle işbirliği yapan Paris polis şefi Maurice Papon’un emriyle, Fransız güvenlik güçlerinin barışçı bir yürüyüşte yürüyen 200’den fazla Cezayirlinin kurşunlarla ve sopalarla delik deşik edildiği Paris katliamı hakkında kolektif bir unutma söz konusu. O gün Sen Nehri kırmızı aktı ve şehrin duvarlarına “Burada Cezayirliler boğuldu” yazıldı. Yıllar sonra bazı insanlar hâlâ Paris’in banliyölerinde ya da farklı Fransız şehirlerinde, çoğu zaman bir Mağriblinin ölümünün polis tarafından yapılan açıklamasına inanmama gerekçesiyle başlayan şiddetli ayaklanmalara şaşırır. Orta Amerika çetelerin yarattığı şiddetten muzdariptir fakat çoğu zaman yetmişlerde ve seksenlerde, hükümetlerin ve Washington emrindeki ceza muafiyeti ile ödüllendirilmiş paramiliter örgütlerin, on binlerce küçük köylüyü, öğrenciyi, sendikacıyı, rahibi sistematik şiddet kullanarak nasıl temizlediğini unutulur. Ülkedeki şiddetin sadece yüzde 10’undan sorumlu olmasına rağmen uzunca bir süredir Kolombiya’daki FARC hakkında yazılır ve konuşulur, ordu ve paramiliter örgütlerin Nazi yönetimi altında karşılaştıklarımızın ötesine geçen sistematik katliam yöntemlerinde önemli rol oynamış olmalarına rağmen. Peki ya Avrupalıların yol açtığı bir soykırımdan kaynaklanan Filistin sorununa ne demeli? İsrail devletinin kuruluşu ile tazmin edilen Holokost, şimdi Araplara uygulanıyor. Tarihsel hafıza sadece geçmişi kabul etmek değildir fakat aynı zamanda geleceğin üzerine inşa edileceği bir zemindir. Aynı zamanda Bask ülkesinde (Euskal Herria) inşa edilen kapsamlı bir demokrasi, unutmanın değil ama karşılıklı tanımanın doğru bir aracı olabilmenin ölçüsüdür.