28 Aralık 2013 Cumartesi

Fwd: C.tesi: 15.30 - Tolga TÖREN - "Irkçılık Sonrası Güney Afrika'dan Kürt Sorununa Bakmak"


İstanbul Özgür Üniversite



Cumartesi Seminerleri…


"Irkçılık Sonrası Güney Afrika'dan Kürt Sorununa Bakmak

Konuşmacı:    
TOLGA TÖREN

 Tarih: 28 Aralık Cumartesi 2013  - Saat: 15.30
Yer: İstanbul Özgür ÜniversiteHerkese Açıktır…


Kumbaraci Yokusu 57/3 Tünel- Beyoglu Tel: - (0 212) 292 77 40 - 249 12 92     www.ozguruniversite.org 
   www.facebook.com/ozguruniversit                                   



15 Aralık 2013 Pazar

'Yeni' Güney Afrika: 'Sınıfsal apartheid', Evrensel, 15 Aralık 2013


‘Yeni’ Güney Afrika: ‘Sınıfsal  apartheid'
Marikana katliamında 34 madenci öldürülmüştü.


Tolga TÖREN*

Nelson Mandela’nın, Güney Afrika halkının verdiği isimle Madiba’nın, hayatını kaybetmesi, Türkiye ve dünya basınında, anlaşılır bir şekilde, geniş yankı buldu. Anlaşılır; çünkü bahsi geçen, ortaya çıkışı Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin ülkede koloniler kurduğu 1652’ye uzanan, Britanya emperyalizminin bölgedeki altın madenlerini ele geçirdiği 1800’lerin ortasında kurumsallaşan, 1948’de Hollanda kökenli azınlığın temsilcisi Ulusal Parti iktidarıyla en yüksek seviyeye ulaşan ırk ayrımcılığını yenilgiye uğratan hareketin efsanevi lideri. Bu durum, bizi yürütülen mücadelenin sonuçları açısından bir değerlendirme yapmak sorumluluğu ile de yüz yüze bırakıyor ki, Türkiye basınında bu sorumluluktan kaçınma hali göze çarpıyor. Bunun iki nedeni var: İlki, Güney Afrika’da ırkçılık sonrasında olup bitene ilişkin, özellikle de liberal çevreler tarafından yaratılan “mit”. Oysa, Güney Afrikalı şair Dennis Brutus’ün “İnsanların hayatlarını kurban ettiği şey bu mu? Eğer biz kazanmışsak bu kaybetmiş olması gerekenler nasıl oluyor da hiçbir şey kaybetmemişler gibi görünüyorlar”1 sözleri Güney Afrika’da olup biten hakkında fikir verir nitelikte. Irkçılık sonrası Güney Afrika’ya ilişkin devasa literatürü oluşturan bazı çalışmaların başlıkları da cabası: “Neoliberalleştirilmiş Güney Afrika: Emek ve Pasif Devrimin Kaynakları”, “Özgürlük Bildirgesi’nden Washington Konsensüsü’ne”, Elit Değişim, Ertelenmiş Devrim, Apartheid Gerçekten Bitti mi? İkinci neden ise, ulusal soruna “(neo)liberal çözüm” ya da “sermayenin çözümü” olarak tanımlanabilecek olan Güney Afrika modelinin, liberal çevreler tarafından Kürt sorununa uyarlanma eğilimi, ki Kürt siyaseti de bu eğilime mesafeli değil. Bu durumun Kürt özgürlük hareketi açısından anlaşılabilir nedenleri var elbet: Mandela’nın 27 yıllık hücre cezasının ardından devlet başkanı olması, ülkede 11 resmi dilin varlığı ya da ırkçılık sonrası dönemde ortaya çıkan uzlaşmaya rıza üretmek için yaratılmış olsa da bir gerçekliğe de tekabül eden “gökkuşağı ulusu” söylemi bu nedenlerden bazıları. Liberaller açısından ise ırkçılık sonrası Güney Afrika ulusal sorunun, sınıf çelişkilerinden azade ve ülkedeki üretim ilişkilerine dokunmadan “çözümü” açısından, bu anlamda, “kimlik politikalarının zaferi” olarak önem taşıyor. Tam da bu nedenle, ırkçılık sonrası Güney Afrika’ya ilişkin soğuk kanlı değerlendirmeler sosyalistler açısından elzem bir hal alıyor.
BEYAZLARLA BİRLİKTE MÜCADELE
Mandela’nın 27 yıl Roben Adası tutsaklığı hariç, efsaneleşmesine yol açan olgulardan birisi, ırkçılıkla mücadeleyi milliyetçilikten uzak bir temelde yürütmesi. Bu ısrarın en somut ifadesi, mücadele yıllarında “her beyaza bir kurşun” sloganı atanlara verdiği yanıt: “Biz sadece siyahların değil bütün halkların özgürlüğü için mücadele ediyoruz”. Bu yaklaşım, Mandela’nın liderliğini yaptığı Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ile Zulu milliyetçisi, antikomünist ve 1980’lerin ortalarına kadar ANC’ye alternatif olarak sermaye çevreleri tarafından desteklenen Inkhata Özgürlük Partisi arasında 1990 – 1994 yılları arasında 15 bin insanın hayatını kaybettiği çatışmalara yol açtıysa da, çözüm sürecinde ülkedeki beyaz nüfusun can güvenliğinin en önemli zeminini oluşturdu.
1990 ÖNCESİ: DİRENİŞİN GÜNEY AFRİKASI
Yukarıda yazılanlar, Güney Afrika’nın Kürt sorununun çözümünde model olabileceğine ilişkin şüpheleri ortadan kaldırmıyor. Bunu daha iyi anlamak için Güney Afrika’da 1990 öncesi ve sonrası olup bitene bakmak gerekiyor. 1990 öncesine baktığımızda, gördüğümüz aktörlerden ilki, sadece ırkçılığa değil, ırkçılığa dayalı kapitalist gelişmeye de karşı çıkan, mücadeleyi ulusal hareket ve komünist hareket ile birlikte sürdürmemenin ırkçılık ile uzlaşmak olduğunu vurgulayan Güney Afrika Sendikalar Kongresi’dir (SACTU). İkinci örnek ise, özellikle Halkların Demokratik Kongresi’nin var olduğu bir dönemde önemli bir örnek oluşturan Halk Kongresi’dir. 1955 yılında, Afrika Ulusal Kongresi (ANC), Güney Afrikalı Hint Kongresi (SAIC), Güney Afrika Demokratlar Kongresi (SADOC), Güney Afrikalı Melez Halk Örgütü (SAPCO) gibi örgütlerin katılımıyla oluşturulan Kongre’nin aynı yıl yayınladığı Özgürlük Bildirgesi’nin kimi öğeleri şunlardır:
* Güney Afrika, üzerinde yaşayan, siyah ya da beyaz herkese aittir…,
* Halk yönetecek,
* Bütün ulusal gruplar eşit hakka sahip olacak,
* Halk ülkenin servetini paylaşacak: …Toprağın altındaki maden zenginlikleri, bankalar ve tekeller halka devredilecek, kamulaştırılacak.
1980’lerde gecekondu bölgelerinde yükselen işçi, kadın ve öğrenci direnişleri, kadınların, gençlerin, aydınların ve sosyalistlerin oluşturduğu Birleşik Halk Cephesi (UDF), 1985’te, ülkenin militan sendikal hareketinin muazzam mirası üzerinden yükselen Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu (COSATU) gibi örgütler direnişin Güney Afrikasına bakıldığında görülecek diğer örnekler.
1970’LER: IRKÇILIĞA DAYALI KAPİTALİZMİN YAPISAL SINIRLARI
1970’li yıllar Güney Afrika’nın ırk ayrımcılığına dayalı kapitalist gelişme sürecinin yapısal sınırlarını ifade eder. Bir başka ifadeyle, kapitalist sistemin uluslar arası ölçekte yaşadığı krize ek olarak Güney Afrika’da, ırk ayrımcılığına dayalı kapitalizmin ortaya çıkardığı aşırı üretim sorunu, ırk ayrımcılığını sermaye için işlevsel olmaktan çıkarır. Kuşkusuz bu durumda Kongre İttifakı’nın yürüttüğü efsanevi mücadele de önemli bir rol oynar. Bunun sonuçlarından birisi, sermaye çevrelerinin de ırk ayrımcılığına karşı sesini yükseltmeye başlaması, Güney Afrikalı Yazar Dale T. McKinley’in yerinde ifadesiyle “apartheid karşıtı mücadele vagonuna yeni yolcuların binmesi”dir.
1980’LER: İSTİKRARSIZ DENGE
1980’ler, hem “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir “devrimci durum”, hem de ırkçı rejim ile karşıt güçlerin birbiri üzerinde egemenlik kuramadığı “istikrarsız denge”dir. Kongre’nin “halk iktidarı” ve “kamulaştırma” taleplerinin iyice görünür olduğu bu dönemde Güney Afrika sermayesinin ya da ülkede yatırımları bulunan uluslar arası sermayenin giriştiği işlerden ilki “sorumlu” yani “antikomünist” siyah liderleri desteklemektir. Ancak, Kongre İttifakı’nın “ülkeyi yönetilemez hale getirme” stratejisi uyguladığı bu dönemde gece kondu bölgelerindeki her eylemde Mandela’nın adının haykırılmasının da gösterdiği üzere siyah halk liderini seçmiştir. Bu durum 1980’lerin ortasında sermaye çevrelerinin yönünü Mandela’ya çevirmesinde önemli rol oynar. Ancak, sermayenin birkaç şartı vardır: ANC’nin SACP ile bağını kesmesi, “kamulaştırma” talebinden vazgeçmesi ve “yeni” Güney Afrika’nın (neo)liberal bir cumhuriyet olması. 1990 yılında Roben Adası’ndan salıverildiğinde Mandela’nın bu taleplere yanıtı nettir: “Madenlerin, bankaların ve tekelci endüstrinin kamulaştırması ANC’nin politikasıdır ve bu konuda görüşlerimizde bir değişiklik ya da düzeltme tartışılmaz”.
1990’LAR: SERMAYENİN İDEOLOJİK HAKİMİYETİ
SSCB’nin dağıldığı, sermayenin ve uluslararası finans kuruluşlarının ANC’ye muazzam bir ideolojik basınç uyguladığı, “iki aşamalı devrim” kavramına yaslanan Kongre İttifakı içerisinde siyah sermayedarların ön plana çıktığı 1990’larda çok şey değişir. Mandela açısından da… Örneğin bu dönemde katıldığı bir toplantıda “yabancı sermayenin cazip bulacağı gerekli iklimi yaratmaya kararlıyız” sözlerini sarf eder. 1990’lar boyunca gerçekleştirdiği uluslar arası seyahatlerin çoğunda, Güney Afrika’ya yatırım taahhüdü alır. Örneğin ABD’ye yaptığı bir gezide Rockefeller Vakfı başkanının, Güney Afrika’da, Marshall Planı’nın Avrupa’da oynadığı rolü oynayacak bir kalkınma bankası kurma fikrine yeşil ışık yakar. 1994’te, gene ABD’de katıldığı bir toplantıda “bizim ekonomik politikalarımızda kamulaştırma gibi şeylere dair tek bir referans yok… Bizi Marksist ideoloji ile bağlayacak tek bir slogan yok… ” sözlerini sarf eder.
1994 SONRASI: SERMAYENİN FİİLİ HAKİMİYETİ
COSATU’nun hazırladığı ve gelir dağılımını merkeze alan Yeniden İnşa ve Kalkınma Programı’nı (RDP) seçim beyannamesi yaparak girdiği 1994 seçimlerinden yüzde 62,65 oyla çıkan ANC’nin uygulamalarından ilki, programı, sermaye çevrelerinin talepleri doğrultusunda değiştirmektir. Bu durum Kongre İttifakı içerisinde önemli bir kırılma yaratır. COSATU’nun tepki olarak gerçekleştirdiği eylemlere en sert yanıt veren isimlerden birisi, 17 Şubat 1995’te yaptığı parlamento açılış konuşmasında, COSATU ve SACP’yi, disipline ve sorumlu eyleme davet eden Mandela’dır. Hükümetin acil sorunları çözmek için kaynağa ihtiyacı olduğunu vurgulayan Mandela, Kongre İttifakı’nın ANC dışındaki bileşenlerinin sürdürdüğü eylemleri tehdit olarak tanımlar. Sonraki adım ise, 1996’da Dünya Bankası ve sermaye çevrelerinin basıncı ile uygulamaya konan, ülkedeki kamu kuruluşlarının neredeyse tümünün özeleştirilmesine ve işsizlik oranlarının patlamasına hizmet eden Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı (GEAR) programının hayata geçirilmesidir. COSATU ve Güney Afrika Komünist Partisi’nin “1996 Sınıf Projesi” olarak tanımladığı bu program, siyah bir orta sınıf yaratma söylemine yaslansa da, ülkedeki beyaz sermayeye eklemlenmiş siyah bir sermayedar sınıf yaratmaya hizmet eden Siyah Ekonomik Güçlendirme Programı (BEE) ile birlikte uygulanır. Özelleştirmeler, ihaleler, lisans dağıtımları gibi alanlarda siyah sermayedarlara ya da siyah sermayedarlara hisse devretmeyi kabul eden firmalara öncelik verilir. Kuşkusuz, tüm bunlar, büyük sermayenin üretimi alt sözleşme ilişkileri aracılığıyla parçalama eğilimi ile uyumludur.
SONUÇ: SINIFSAL APARTHEİD
Sonuçta, siyah nüfus içerisinde sınıfsal bir ayrışma yaşanır. Eski egemenler ile yeni siyah sermaye arasında çatışmalar ve uzlaşmalar barındıran, karmaşık ilişkiler bütünü ortaya çıkar. Önceki yıllarda 36 siyah madencinin öldürüldüğü 78’inin yaralandığı Lonmin madeninin ortaklarından birisinin, anayasa yapımı sürecinde Mandela’nın atadığı görüşmeci olmanın yanında BEE programı sayesinde ülkedeki en büyük siyah sermayedar haline gelen Cyril Ramaphosa olması bu konuda çarpıcı bir örnek. Ayrıca, bugün dört büyük şirket ülkedeki sermayenin yaklaşık yüzde 80’ini kontrol ediyor, ülkedeki toprağın yüzde 85’e yakını beyazlara ait, HIV ile enfekte olmuş insan sayısı yaklaşık 5,5 milyon ve neredeyse tamamı siyah ve kadın yoksullar. Bunlar da gösteriyor ki, Güney Afrikalı Marksist Patrick Bond’un “sınıfsal apartheid” terimi ya da Güney Afrika literatüründe yaygın kullanılan “ekonomiyi beyazların, siyaseti siyahların yönettiği ‘yeni’ Güney Afrika” ifadesi bize çok şey söylüyor.
* Toros Üniversitesi, İktisat Bölümü Öğretim Üyesi
1 Yazıdaki bütün alıntılar için bkz. Tören, T (2013) “Yeni”Güney Afrika’da Kapitalizm Irk Sınıf, İstanbul: SAV.(Yayına hazırlanıyor). 

Irkçılık sonrası Güney Afrika: Ekonomide beyazlar, siyasette siyahlar, Siyaset, Sayı 10, Aralık 2013

Tolga Tören
 
Nelson Mandela’nın hayatını kaybetmesi, Türkiye ve dünya basınında, anlaşılır bir şekilde, geniş yankı buldu. Anlaşılır; çünkü bahsi geçen, kökleri Hollanda kolonilerinin kurulduğu 1652’ye kadar uzanan kurumsal ırk ayrımcılığını yenilgiye uğratan hareketin efsanevi lideri. Bu durum, bizi yürütülen mücadelenin sonuçları açısından bir değerlendirme yapmak sorumluluğu ile de yüz yüze bırakıyor. Bunun iki nedeni var: İlki, Güney Afrika’da ırkçılık sonrasında olup bitene ilişkin, yaratılan “mit” dışında, bilgi eksikliği ise, diğeri, Siyaset’in önceki sayılarında vurguladığımız üzere, “ulusal soruna neoliberal çözüm” olarak tanımlanabilecek olan Güney Afrika modelinin, liberal çevreler tarafından Türkiye’deki ulusal sorun(lar)a uyarlanma eğilimi. Bu ikinci neden, ırkçılık sonrası Güney Afrika’ya ilişkin soğuk kanlı değerlendirmeleri sosyalistler açısından elzem kılıyor.

Beyazlarla bir arada mücadele

Mandela’nın, 27 yıl Roben Adası tutsaklığı hariç, efsaneleşmesine yol açan önemli olgulardan birisi, ırkçılıkla mücadeleyi milliyetçilikten uzak bir temelde yürütmesi. Bu ısrarın en somut hali, milliyetçi siyahlarla arasına mesafe koymasına ek olarak “her beyaza bir kurşun” sloganı atanlara verdiği yanıt: “Biz sadece siyahların değil bütün halkların özgürlüğü için mücadele ediyoruz”.  Bu yaklaşım, başta Buthelezi liderliğindeki Zulu milliyetçisi Inkhata Özgürlük Partisi olmak üzere, mücadeleyi, beyazlarla birlikte yürütmeye karşı çıkan milliyetçi siyah çevrelerle 1990–1994 yılları arasında 15 bin insanın hayatını kaybettiği çatışmalara yol açtıysa da, çözüm sürecinde ülkedeki beyaz nüfusun can güvenliğinin en önemli zeminiydi.

“Kamulaştırma” politikamızdır
Güney Afrika’nın 1980’leri, hem bir “devrimci durum”, hem de ırkçı rejim ile karşıt güçlerin birbiri üzerinde egemenlik kuramadığı bir “istikrarsız denge” dönemidir. Servetini ırk ayrımcısı politikalarla biriktirmiş olmakla birlikte, artık sermaye birikimi için işlevselliğini kaybetmiş olması nedeniyle ırkçılığa karşı tutum alan Güney Afrika sermayesinin bu dönemde giriştiği işlerden ilki “sorumlu” yani antikomünist “siyah liderleri” desteklemektir. Ancak, Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) liderliğini yaptığı Kongre İttifakı’nın gecekondu bölgelerinde gerçekleştirdiği her eylemde Mandela’nın adının haykırılmasının da gösterdiği üzere siyah halk liderini seçmiştir. Bu durum 1980’lerin ortasında sermaye çevrelerinin yönünü Mandela’ya çevirmek zorunda kalmasında önemli rol oynar. İki şartla:  Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ile ilişkilerin kesilmesi ve “kamulaştırma” talebinden vazgeçilmesi. 1990 yılında Roben Adası’ndan salıverildiğinde Mandela’nın bu taleplere yanıtı nettir: “Madenlerin … kamulaştırılması ANC’nin politikasıdır…., tartışılmaz”.  

Sermayeye yeşil ışık

Sovyetlerin dağıldığı, sermayenin ANC üzerinde ideolojik basınç yarattığı, siyah sermayedarların iyice görünür olduğu ilerleyen yıllarda ise çok şey değişir. Mandela açısından da… Örneğin bu dönemlerde katıldığı bir toplantıda “yabancı sermayenin cazip bulacağı gerekli iklimi yaratmaya kararlıyız” sözlerini sarf eder. 1990'lar boyunca gerçekleştirdiği uluslararası seyahatlerin çoğunda, Güney Afrika'ya yatırım taahhüdü alır. Örneğin ABD'ye yaptığı bir gezide Rockefeller Vakfı başkanının, Güney Afrika'da, Marshall Planı'nın Avrupa'da oynadığı rolü oynayacak bir kalkınma bankası kurma fikrine yeşil ışık yakar. 1994’te, gene ABD’de katıldığı bir toplantıda “bizim ekonomik politikalarımızda kamulaştırma gibi şeylere dair tek bir referans yok…. Bizi Marksist ideoloji ile bağlayacak tek bir slogan yok… ” sözlerini sarf eder.

Yeni anlaşma: Ekonomide beyazlar, siyasette siyahlar

COSATU (Güney Afrika Sendikalar Kongresi) tarafından hazırlanan ve gelir dağılımını merkeze alan Yeniden İnşa ve Kalkınma Programı’nı seçim beyannamesi yaparak girdiği 1994 seçimlerinden yüzde 62,65 oyla iktidar olarak çıkan ANC’nin uygulamalarından ilki programın birçok öğesini, sermaye çevrelerinin talepleri doğrultusunda değiştirmek olur. Bu durum Kongre İttifakı arasında önemli bir kırılma yaratır. COSATU’nun programın uygulanması için gerçekleştirdiği eylemlere en sert tepki veren isimlerden birisi, Mandela’dır. Hükümetin acil sorunları çözmek için kısıtlı kaynaklara ihtiyacı olduğunu vurgulayan Mandela, Kongre İttifakı'nın ANC dışındaki bileşenlerinin sürdürdüğü kitlesel eylemleri tehdit olarak tanımlar.  Bir sonraki adım ise, sermaye çevrelerinin basıncı ile 1996’da uygulamaya konan, ülkedeki kamu kuruluşlarının neredeyse tümünün özeleştirilmesine ve işsizlik oranlarının patlamasına hizmet eden Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı (GEAR) programının hayata geçirilmesidir. COSATU ve SACP’nin “1996 Sınıf Projesi” olarak tanımladığı bu program, siyah bir orta sınıf yaratma söylemine yaslansa da, ülkedeki beyaz sermayeye eklemlenmiş siyah bir sermayedar sınıf yaratmaya hizmet eden Siyah Ekonomik Güçlendirme Programı ile birlikte uygulanır. Sonuç, Güney Afrika literatüründe yaygın kullanılan bir tanımlamayla, “ekonomiyi beyazların, siyaseti siyahların” yönettiği “yeni” Güney Afrika’dır.