3 Mart 2009 Salı

Renklerle Gurur Duymak (www.bianet.org)

Tolga Tören

"Neredensin” diye soruyor? “Türkiye’denim” diyorum. Neşeli bir çığlık atıyor, gülüyor, “kaç saat” diye soruyor. Uçakla yaklaşık on saat olduğunu söyleyince, daha bir şaşırıyor, “çok uzak” diyor. “Avrupa Birliği üyesi mi ülken?” diye soruyor. Bütün dünyanın ilgisinin senin ülkenin üzerinde olduğu yanılsamasından olsa gerek, ilk duyduğumda yadırgadığım, ama duya duya alıştığım bu soruya, “Değil ama uğraşıyor”, yanıtını veriyorum. Bir merak işareti beliriyor yüzünde.
11 özgür dil
Daha önce tanıştığım nice işçi, öğrenci, genç ya da yaşlı gibi, nihayet aynı soruya geliyor… “Hangi diller konuşuluyor orada? Kaç dil konuşuluyor” Benim açımdan zor bir soru, malum, duraklıyorum, düşünüyorum… “Resmi dil olarak sadece Türkçe konuşuluyor” diyorum. Devamını getirmemi beklemeden, lafımı kesiyor, “sadece Türkçe mi?” diyor. “Evet” diyorum, “resmi dil olarak sadece Türkçe, ama başka diller de var, mesela Kürtçe, ama onlar resmi dil değil…” Yüzündeki ifadeden belli ki, şaşırıyor, anlamakta zorlanıyor. Kafasından geçenleri okumak zor değil: “Bir ülkede nasıl tek bir konuşulur ki, hem de sadece o dili konuşanlar yaşamıyorsa?” Kısa süren bir sessizliğin ardından ellerini önce “on” yapıp bana doğru iterek, sonra da işaret parmağıyla “bir”i ekleyerek ve yüzünde gururlu bir ifadeyle “bizde” diyor, “tam on bir dil konuşuluyor”.
Burası, Güney Afrika, Johannesburg. 1940’ların sonlarından 1994’e kadar, “Irak’a demokrasi götürenler”in de desteklediği “apartheid” yönetimi altında, şehirlerin, işyerlerinin ırk esasına göre bölündüğü ve yapılandırıldığı, siyah kadınlar ve adamların bütün özgürlüklerinin elinden alındığı, 1994 sonrasında ise, özellikle siyah işçi hareketinin, başta Afrika Ulusal Kongresi ( ANC) olmak üzere, çeşitli ulusal özgürlük hareketlerinin ve tabii ki komünistlerin mücadeleleriyle her şeyin tersine döndüğü ülke. Yukarıda aktardığım konuşma da, Witwatersrand Üniversitesi’nin konaklama tesislerinin tadilat işlerini yapan taşeronlardan birisi ile bu satırların yazarı arasında geçiyor.
Şimdi sorma sırası bende: “Seçimlerde kimi destekleyeceksin?” diye soruyorum, önümüz Nisan’da yapılacak genel seçimleri kastederek. Gene aynı coşkuyla, “ANC” (Afrika Ulusal Kongresi) diyor, yumruğunu sallayarak. Herhangi bir sendikaya üye olup olmadığını sorduğumda ise, önceden olduğunu ama şimdi olmadığını söylüyor. Neden istifa ettiğini soruyorum, o da açıklıyor. Meğer istifa etmemiş!: “Eskiden üniversitede çalışıyordum, sonra beni işten çıkardılar ve benimle sözleşme imzaladılar, şimdi sadece yüklenici olarak iş yapıyor ve kendi hesabıma çalışıyorum. Yani işçi değilim artık.” “Hikâye oldukça tanıdık” diye geçiriyorum içimden.
Renk farkı bilmeyen kriz...
Başka tanıdık hikâyeler de var elbette. Her şeyden önce, burası da kapitalizmin insanlığın başına bela ettiği sorunlardan muzdarip. Hem de fazlasıyla. HIV/AIDS, suç ve şiddet, ülkenin özellikle kuzey sınırına yakın bölgelerinde sıtma, işsizlik, yoksulluk, “teğet” geçip geçmediği burada da tartışılan -ve tabii ki geçmeyen- ekonomik kriz, buna bağlı olarak son dönemlerde gündeme gelen, özellikle de Afrika ülkelerinden göç edenlere karşı oluşan yabancı düşmanlığı gibi konular güncel politikanın temel başlıkları. Bunlara, Nisan ayında yapılacak genel seçimleri ve bu yönde resmi bir kararı bulunan hükümet dâhil çoğu kişi ve kurum tarafından “apartheid” hükümeti olarak tanımlanan, öğrenciler ya da işçiler tarafından sıklıkla protesto edilen İsrail’i de eklemek gerekiyor. Hatta Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu –COSATU-, geçtiğimiz günlerde, Güney Afrika/İsrail çifte vatandaşlığına sahip olan ve İsrail ordusunda paralı asker olarak görev alıp, Filistin’e karşı yürütülen operasyonlara katılan Güney Afrikalı Yahudiler için soruşturma açılması gerektiğini bildiren bir basın açıklaması yayınladı. Demek ki, İsrail’e “one minute” diyen tek ülke ve başbakan bizimkisi değilmiş, İsrail’i hükümet kararı ile kınayan ve sahiden kınayan, dahası, onu “apartheid” hükümeti olarak tanımlayan ülkeler de varmış dünyada.
Benzer sorunlar
Bizlerin, Avrupa ile Ortadoğu arasında sıkışıp kaldığını düşünsek de, aslında bal gibi “Ortadoğu”da olan coğrafyamızdan bakıldığında, buralar genelde “sorunlu” görülür. Kapitalizmin iliklerine kadar işlediği her coğrafyada olduğu gibi buralar da sorunludur elbet. Ama gene de bu algılama, bu “sorunlu” görme hali, kendini, biraz üstün görmenin de sonucudur. Öyle ya, başlattığı bir cumhuriyet ve “modernleşme hamlesi” ile, “mazlum milletler”in yapamadığını yapıp onlara “örnek” de olan ve böylece “muasır medeniyet”e ulaşma yolunda hızla ilerleyen bir ülke, Ortadoğu ya da Afrika ülkeleri ile aynı sorunları yaşayacak değil ya...! Oysa gazetelerin üçüncü sayfalarında her gün okuduğumuz haberlere, Karadeniz bölgesinde Çernobil sonrası artan kanser vakalarına ya da siyanürlü altın aramaları vesilesiyle oluşan hastalıklara, ülkenin bir yanında süregelen ve on binlerce cana mal olan savaşa/şiddete, büyük kentlerde “kentsel dönüşüm” adında yerlerinden-yurtlarından edilenlere, gündelik hayatta oluşmasından korkulan ve zaman zaman da açığa çıkan yabancı düşmanlığına/ırkçılığa, yaşanan yoksulluğa, iş cinayetlerinde ölenlere, bireysel silahlanmaya baktığımızda, durumun çok da öyle olmadığı aşikar hale geliyor.
Üstelik benzerlikler sadece sorunlarda bitmiyor, yaşanan sosyal sorunların çözümü için uygulanmaya çalışılan reçeteler için de aynı durum geçerli. Mesela “bölge kalkınma ajansları”, “kentsel dönüşüm”, “dünya kenti olma”, “sosyal sorumluluk” gibi, daha çok Dünya Bankası mahreçli kavramları burada da duymak mümkün. İktidarda olan Afrika Ulusal Kongresi’nin, Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ve Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu (COSATU) tarafından desteklenmesine rağmen, madenlerde ölen işçileri, taşeronlaştırma vb. uygulamaları, hükümetin sermaye çevrelerini ve sendikaları “sosyal partnerlerimiz” diye tanımlamasından anlaşılacağı üzere, gene Dünya Bankası mahreçli bir kavram olan “yönetişim” uygulamalarını da.
Ama benzerliklere vurgu yaparken farklılıkların altını da çizmek gerekiyor, değil mi? İsrail örneğinde olduğu gibi mesela. Ya da uzun süren bir ırkçı yönetimin ardından, başını Nelson Mandela’nın liderliğindeki Afrika Ulusal Kongresi’nin çektiği özgürlük hareketinin, ama elbette ki özellikle de siyah işçi hareketinin ve sosyalist/komünist hareketin de önemli desteğiyle oluşturduğu ve on bir resmi dil başta olmak üzere, bütün farklılıklara hayat hakkı tanıyan anayasa, örneğin. Uğrunda mücadele edilmiş ve haliyle uğrunda mücadele edenlerin çocukları, yaşadıkları birçok soruna rağmen, anayasalarıyla ve o anayasanın getirdiği en önemli özgürlüklerden birisi olan on bir resmi dil ile övünüyorlar. Haksızlar mı? (TT/EK)