Günce...

12 Şubat 2023

Bir çok konuda olduğu gibi deprem sonrasında eğitim ögretimin nasıl sürdürülebileceği konusunda akılcı karar almalarını ummak için hiçbir neden yok elbette. Yüksek ögretim uzaktan devam edecekmiş?


Depremde yıkılan kentler internete istikrarlı erişim için gerekli altyapıya sahip mi? Kırsal bölgelerde zaten varolan erişim sorunlarına, altyapısı depremde çökmüş kentler de eklendiğinde, online eğitime eşitsiz erişimin yarattığı adaletsizlikler nasıl giderilecek?


Olmaz ya, kentlerin elektrik ve iletişime ilişkin altyapı sorunlarının kısa sürede çözüldüğünü varsaysak dahi, depremden sağ kurtulsa da evini kaybeden binlerce ögrenci online eğitime nasıl, nerede erişecek?


Online eğitime ilişkin bireysel erişim sorunu olmadığını varsaysak dahi, depremin yarattığı psikolojik etkiler nasıl aşılacak? İnsanlar evleri hasar görmemiş olsa dahi deprem sonrasında hayatlarına eskisi gibi devam edemeyecekler.


Öğrenciler, depremin yaratacağı kapalı yer korkusu vb. etkiler altında, online derslere konsantre olamayacaklar. Depremzede öğrenciler aleyhine eşitsiz bir durum bu.


İktidar eğitimi insanların kafalarına bir şeylerin tıkıştırıldığı bir şey sanıyor olabilir. Ancak, eğitim, hele de üniversite eğitimi, sosyalleşme, kişinin kendini keşfetmesi, dostlar edinmesi, dostlarıyla dayanışması, acılarını -unutmasa da- paylaşması demektir.


Yukarıda sayılanlarla birlikte, hem öğrenmektir, hem de öğrenmeyi öğrenmektir. Pandemi döneminde toplum sağlığı açısından, altyapı ve internete erişim eşitsizliklerinin çözülmesi koşuluyla, kabul edilebilecek olan uzaktan eğitim, şu an için akılcı bir seçenek değil.


Depremzedelerin konut ihtiyacını çözmek için, kendilerinin bir kısmı da depremzede olan öğrencileri yaka paça yurtlarından atmak değil, kamucu çözümler üzerinde durmak gerekiyor. İşe tarikat ve cemaat yurtlarını kamulaştırarak başlayabilirsiniz örneğin.

***

10 Şubat 2023

Mahkeme kararı olmadığı halde bir gecede KHK'lar yayınlayıp onbinlerce insanı işinden ve haklarından men ettiniz. Enflasyondan ve stokçuluktan haksız kazanç elde eden marketler depolarını açsınlar diye yayımlayabileceğiniz KHK'larınız nerede ?

İktidarınız süresince özel sektörün elektrik üretimindeki payı yüzde otuzlardan yüzde yetmiş beşlere vardı. Depremzedelerden elektrik bedeli tahsis edilmesini yasaklayan KHK'larınız nerede.

Borsayı kapatmadınız, özellikle demir ve çimento hisseleri tavan yaptı. Borsada bu ve benzeri  sektörlerde depremden bu yana elde edilen kazançlara el koymayı hedefleyen KHK'larınız nerede?

Liberallerle birlikte yıllarca "tarikatlar ve cemaatler modern hayatın doğal unsurudur" masalı okudunuz. Yol arkadaşınız olup da sonradan sizi "kandıranları" tasfiye ettiniz. Peki, önünü açmaya devam ettiğiniz tarikatların cemaatlerin kaynakları, yurtları, zenginlikleri nerede? 

***




Beyoğlu Rapsodisi üzerine… 

Tolga Tören, 4 Mart 2020

Türk Dil Kurumu “rapsodi” (Fransızca’da “rhapsodie”) kelimesini “içinde, Homeros'un şiirlerindeki olaylardan birini işleyen şarkı veya parça” ya da “genellikle halk türkülerinden ve millî ezgilerden oluşturulmuş müzik eseri” olarak tanımlıyor. 

Kelime Nişanyan sözlükte ise, “heyecanlı şiir veya müzik parçası” olarak tanımlanıyor. 

Kelimenin Ahmet Ümit’in Beyoğlu Rapsodisi romanının ismindeki kullanılma biçimi ise, bir bağlamda, TDK’nın ve Nişanyan sözlüğün tanımlarının birleşimi biçiminde.

“Bir bağlamda” notunu düşmemin nedeni, Beyoğlu Rapsodisi’nin bir müzik eseri olmayışı. 

Bu durum, tanımın bağlamını değiştiriyor, keza neredeyse tüm tanımlar “rapsodi” kelimesinin ‘müzik eseri’ oluşuna vurgu yapıyor. 

Ümit’in romanının başlığının TDK ve Nişanyan sözlüğün “rapsodi” tanımlarının birleşimi gibi olması ise, romanın çoğu sayfasında; ama aynı zamanda bütününde de, heyecanlı bir Beyoğlu şarkısı söyleniyor oluşu. 

Dizeleri Beyoğlu’nun sokaklarından, yapılarından, meyhanelerinden, batakhanelerinden, ‘kalbur üstü’ mekanlarından, kalabalığından, coşkusundan, renkliliğinden … ve daha bir çok şeyinden oluşan heyecanlı bir Beyoğlu şarkısı. 

Romanı okurken sadece Beyoğlu’nun sokaklarında gezindiğinizi hissetmiyorsunuz; Beyoğlu’nun havasını teneffüs ediyorsunuz, kalabalığına karışıyorsunuz, mekanlarında eğleniyorsunuz, acımasızlığına öfkeleniyor, direnişine şaşırıyor, vazgeçilmezliğine hayran oluyorsunuz.

Bir sayfada Mis sokağa giriyorsunuz, diğer sayfada İmam Adnan Sokak’ta buluyorsunuz kendinizi. Sonrasında Büyükparmakkapı’dan Küçükparmakkapı’ya geçiyor; oradan Ayhan Işık’a uzanıyorsunuz. 

Bir sayfada İstiklal’in kalabalığında koştururken diğer sayfada caddedeki muhteşem kiliselerden birisinin huzuru içinde buluyorsunuz kendinizi. Yeşilçam Sokak’tan travesti genelevlerinin bulunduğu kesmekeşe sapmanız ya da kendinizi Nevizade’de rakı-balık masasında bulmanız işten bile değil.

Velhasıl, genel olarak İstanbul’u özel olarak da Beyoğlu’nu özleyenler için hep el altında tutulması gereken bir kitap Beyoğlu Rapsodisi. İstanbul’u doyasıya dinlemek, hissetmek için. 

***

İlişkileri Galatasaray lisesi öğrenciliği günlerine kadar uzanan üç arkadaş olan Nihat, Selim ve Kenan’a gelince: Diğer ikisinden farklı olarak varlıklı bir aileden gelmeyen, lise sonrasında üniversite oku(ya)mayan, Beyoğlu’nda sahaf işleterek geçinmeye çalışan, bir şair ile evli olan ve maddi açıdan çoğu zaman diğer iki arkadaşının desteğine ihtiyaç duyan Nihat. 

Varlıklı bir aileden gelen, hukuk okumasına rağmen sahibi olduğu büyük sigorta şirketinin yöneticiliğini yapan; uçmak ya da vahşi doğa gezileri gibi ‘heyecanlı’ hobileri olan, fotoğrafçılıkla ilgilenen, dahası bu sonuncusu ile anılarak ölümsüzleşmek isteyen Kenan. 

Ve nihayetinde, hikayenin anlatıcısı da olan, baba yadigarı! tekstil şirketini büyük bir markaya dönüştüren, İstanbul’da yabancılarla ortak olabilecek kadar büyük bir tekstil fabrikasının yanında Beyoğlu’nda büyük ve ünlü bir giyim mağazası bulunan; kendisi için her daim kaygılanan bir eşi ve down sendromlu bir oğlu olan Selim. 

Kenan’ın Rus sevgilisi Katya, Selim’in şair eşi Melek ve üniversite öğrencisi kızı Dize, Selim’in sade ve mütevazı karısı Gülriz ve down sendromlu oğlu Burç da romanın diğer karakterlerinden bazıları. 

***

Yukarıda da ifade ettiğim gibi Kenan, ölümsüzlük üzerine kafa yormakta ve fotoğrafçılık alanında elde ettiği ünle ölümsüzlüğü yakalamak istemektedir. Ancak şimdiye kadar açtığı sergiler, bu alanda kendisine istediği ünü getirmemiştir. 

İşin aslı getirmesi için de bir neden yoktur. Keza, her ne kadar fotoğraf gibi bir sanat dalında ünlü olmak istese de aslında Kenan’ın sanat ile ilişkisine dair pek bir şey bulamayız romanda. Sevgilisi Katya iyi bir entelektüeldir ve aynı zamanda Kenan’ın konseptini hazırladığı fotoğraf sergisi için kendisine yardımcı olmaktadır. Ama Kenan’da bir sanatçı derinliği olduğuna dair bir emareye rastlamayız romanda. Arzuları dışında. 

Tersine, kitap okumayan, sanat camiasında yer alan insanlardan pek haz etmeyen, hatta onlara zaman zaman homofobi olarak değerlendirilebilecek ifadelerle yaklaşabilen bir karakterdir Kenan.

***

Romanın asli konusu da Kenan’ın fotoğrafçılık aracılığıyla ölümsüzlüğü yakalama hevesi ile başlar. 

Sanat çevrelerinde ses getiren bir sergi açacaktır Kenan. Fikir, üçlünün Nihat’ından gelmiştir: Beyoğlu’nda işlenen bir dizi cinayet, emniyetten alınmış olay yeri fotoğraflarından hareketle yeniden fotoğraflanacaktır. Bir başka ifadeyle, cesetler de dahil olmak üzere, olay yeri, Kenan’ın, Selim’e ait apartmanda oluşturduğu stüdyoda mankenler aracılığıyla yeniden canlandırılacaktır. 

Bu proje için Beyoğlu Karakolu’unun amiri Cüneyt’ten aldığı cinayet fotoğraflarını incelerken farkettiği bir ayrıntı, Kenan’ın ilgisinin konsepti üzerine çalıştığı fotoğraf sergisinden çok, bir cinayet dosyası üzerine kaymasına yol açar. 

O cinayet dosyası aracılığıyla da Beyoğlu’ndan Fransa’ya uzanan sorgulamalar silsilesine, simyacılığa, Rus devriminden kaçıp da İstanbul’a sığınan Çarlık dönemi Rusya zenginlerine ve nihayetinde bu zenginlerin mallarını ele geçirerek zengin olan kimi iş insanlarına doğru bir yolculuğa çıkarır bizi roman… 

***

Okurken romanın konu edindiği cinayetin daha derinlikli işlenebileceğini düşünmedim değil. Ama romanın sonunda karşılaştığım ve dürüst olmak gerekirse hem biraz hızlıca vardığımızı düşündüğüm hem de beklemediğim sonuç, bu düşüncemi sorgulamama da yol açtı. 

Ölümsüzlük üzerine kafa yoran Kenan ölümsüzlüğü ölümüyle yakalarken, romanın beni yönlendirdiği konu ise cumhuriyet zenginlerinin mülk edinme biçimimleri idi. 

Romanın odak noktası bu değilse de cumhuriyetin arifesinde ve sonrasında Ermenilerin ve Rumların el konulan mülkleri; nereden geldiği karanlık olan Fethullah Gülen sermayesine ait mülklerin AKP çeperindeki sermaye tarafından gasp edilmesi ve nihayet -az miktarda da olsa- Suriye’den gelen sermayedarların sermayelerini kurtarabilmek için çoğu zaman Türk ortak bulmak zorunda kalması gibi gelişmeler yakın tarihimizin gerçeklikleri arasında. 

Bunlara ek olarak Rus devriminden kaçan bir ailenin mülkü ile zengin olan bir aile hikayesinin ilginç geldiğini söylemek isterim.


        ***


Barış bildirisi ve beraat...

26 Şubat 2020

Biraz önce avukatımdan aldım haberi...

Çok sayıda hocam, arkadaşım, meslektaşım gibi "Bu suça ortak olmayacağız" başlıklı bildiriyi imzaladığım için "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla! yargılandığım davadan beraat etmişim.

Vicdan mahkemesine içkin olan beraatin, adil olduğuna inanmamız için hiçbir neden bulunmayan devlet mahkemesinin verdiği beraati, dolayısıyla cezayı, anlamsız kılmasının üzerinden bir hayli zaman geçti.

Hepimiz biliyorduk ki, "terörle mücadele" adı altında girişilen o "operasyon", şu anda tutsak olan Selahattin Demirtaş'ın "seni başkan yaptırmayacağız" çıkışının ve 15 Haziran 2015 seçimlerinde HDP'nin elde ettiği 80 milletvekilinin intikamıydı.

Haziran 2015 seçimlerinde AKP'nin karanlık "yeni Türkiye" programına, "yeni yaşam" programıyla meydan okuyan HDP ve Cizre / Sur halkı somutunda, başkanlık rejimine destek vermeyen Kürt halkından intikam alma operasyonu idi.

AKP'nin bir tekme ile devirdiği, sonrasında da hiç kurulmamış gibi davrandığı barış masasının ardından, daha önceleri "kadın ve çocuk da olsalar gereği yapılacak" demiş olan bir zihniyetin yürüttüğü bilinçli bir intikam operasyonu.

Şehirler yıkıldı, insanların sağlık hizmetlerine, gıdaya ve suya erişememeleri için herşey yapıldı.

Ambülanslar vuruldu; sağlık çalışanları hizmet verdikleri kenti terketmeye zorlandı; insanların evlerine, yatak odalarına girildi, iç çamaşırları ortalığa saçıldı, duvarlarına sapkın yazılar yazıldı.

İnsanlar bodrumlarda yanarak öldüler...

Analar, çocuklarının cesetlerini buzdolabında saklamak zorunda kaldılar; çocukları analarının sokak ortasında yatan cesetlerine günlerce ulaşamadılar; analarının cesetlerini yerden kaldıramadılar.

***

Evet, oldu bunlar...

Gözümüzün önünde oldu. Hepimiz, hepimiz gördük.

Yıktıklarını "Toledo" yapmaktan bahsederken, yüzlerinde yıktıklarından duydukları kıvancı gördük.

Ceset kokusunu duyduk, şehirlerden kaçanlara, kaçmaya çalışanlara şahit olduk, yıkılan evlerin harabelerini görmeye devam ediyoruz.

Neyse ki, tüm bunlara, gayet planlı olan o suçlara ortak olmadık.

Bunun için önce suçlandık, yargılandık; sonra da "bu suça ortak olmuyoruz" demenin suç olmadığını öğrendik!

***

Hadi geçtik gözaltına alınan, hapis yatan, linç tehlikesine maruz kalan, kapısına ölüm tehdidi asılan, fotoğrafı birinci sayfadan yayımlanan, işinden edilen, şehrinden kovulan, sürgüne düşen bu kadar insanı...

Daha dün andığımız Fatih'in hesabını kim verecek ?

"Siz karanlıksınız" diye tehdit eden cumhurbaşkanı mı?

Televizyon ekranlarından tehdit eden, şimdi de yeni partisi eşliğinde herşeyi unutmamızı isteyen dönemin başbakanı mı?

Başkanın "tak" diye emrettiğini "şak" diye yerine getiren bürokratlar mı?

Koşa koşa emniyete ihbar etmeye giden rektörler mi?

Taybet ananın, cesedi buzdolabında saklanan yavrunun, yıkılan şehirlerin... Heabını kim verecek.

***

Beraat kararlarının gelmesinde etkili olan önemli bir faktör, yukarıda aktarılanlar olurken, gösterilen inat ve örülen müthiş dayanışma idi, Türkiye'de ve yurtdışında.

Yani "imzacılar" boyunlarını uzatıp beklemediler. Tersine, alternatif akademilerle, dayanışma örüntüleri ile, yeni kurumlarla, ilişkilerle konuyu hep gündemde tutmayı başardılar.

Beraatin asıl sevindirici yanı, "suçunuza ortak olmuyorum" demenin suç olmadığının kabulünden ziyade, inat ve dayanışmanın nelere kadir olabileceğini görmek bence.

Bir de pasaportumdaki kısıtın kaldırılması için başvuru yapabilecek olmak tabii...


Bu bağlamda kutlu olsun.


***




Sabahattin Ali'ye Saygı ve Kuyucaklı Yusuf'ta Edremitli Muazzez

25 Şubat 2020

Ahmet Oktay şu sözleri dile getirir Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'u için: 
"Yusuf benliğinin derinlerindeki o yetimlik, dahası evlatlık duygusunu hiç unutmaz. Alttan alta özgür olmadığını sezinler, yaşamını denetleyen, onda hak sahibi olan başkalarıdır: Salâhattin Beydir, fabrikatör Hilmi, avukat Hulusi ve hattâ analığı durumundaki Şahinde'dir. İçten içe sevdiği Muazzez'i bile özgürce isteyemez, olayların zorlamasıyla kaçırınca Salâhattin Bey tarafından evlendirilir onunla. Yusuf, baskısız, eziyetsiz bir dünyayı arzular içten içe, olayların nedenleri üzerinde derinlemesine düşünmemesine rağmen, son kertede özgür olmak ve dilediğince davranmak ister. Ama hep bağımlı olduğunu görür, başkalarının gücünü üstünde hisseder. Olup bitenler alabildiğine rastlantısaldır ama bu rastlantısallığın altında derin bir nedensellik olduğunu sezinler Yusuf. "
Berna Moran ise son derece eleştireldir Kuyucaklı Yusuf'a karşı, Türk Romanına Eleştirel Bakış'ta. İyi işlenmemiş, derinlikten yoksun bir karakter olduğunu vurgular Yusuf'un. 

Asıl eleştirisi ise, yazarın, Yusuf karakterini romantizm akımının doğal / yapay ayrımı temelinde inşa ederek sınıfsal bir perspektifin uzağına düşmüş oluşudur. 

Bu durum ise hikayenin arkaplanının, yani Yusuf ile Muazzez'in aşklarının içinde büyüdüğü toplumsal ilişkiler setinin yanlış resmedilmesine yol açarak yazarı toplumculuğun uzağına düşürmektedir Moran'a göre. 

***

Bilebildiğim kadarıyla Kuyucaklı Yusuf değerlendirmeleri daha çok, yukarıdaki örneklerde aktardığım üzere, Yusuf üzerinden yapılır. 

Berna Moran, Pertev Naili Boratav'ın, Yusuf'un aslında romanın sonraki ciltlerinde eşkiya olarak karşımıza çıkacak ve daha derinlikli işlenecek şekilde kurgulandığını yazdığını da belirtir. 

Boratav'ın bu fikrinin gerçek olma ihtimalinin hayli yüksek olduğununun da altını çizer... 

***

İyi bir Sabahattin Ali okuru olduğumu düşünürüm.

Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna, Değirmen ve Marko Paşa Yazıları. Ve şiirleri elbet...

Sadece Sabahattin Ali'nin yazdığı bu kitaplar arasında değil, okuduğum bütün romanlar arasında apayrı bir yeri oldu Kuyucaklı Yusuf'un benim için. 

Bir farkla: Benim için Kuyucaklı Yusuf'un romanı olmaktan ziyade Edremitli Muazzez'in romanı idi Kuyucaklı Yusuf. 

Bütün Muazzezler masumiyeti simgeler miydi ya da masum muydu bilemem; ama gözlerim ve ruhum Kuyucaklı Yusuf ile tanıştığından bu yana, ki 1998 yılı olmalı, masumiyeti hem kelime hem de karakter olarak Muazzez simgeledi benim için. 

Ne zaman masumiyet üzerine düşünsem, Muazzez'i geçirdim aklımdan... 

***

Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde Arapça bir kelime olan "muazzez"in "sayılan, saygı duyulan, sevgili, aziz" anlamlarına sahip olduğunu belirtilir. 

Nişanyan sözlük de "saygı duyulan, yüceltilen" anlamlarına sahip olduğunu yazar "muazzez"in. 

Benim için muazzez, daha doğrusu Muazzez, sadece kelime anlamı aracılığıyla taşımaz bu özellikleri: Sabahattin Ali'nin resmettiği bütün halleri ile; Yusuf'un, varlığını anlamlandıramasa da yokluğunun ne kadar kötü olduğunu çok iyi bilmesine yol açan bütün halleri ile; Yusuf'un, hiç kıyamadığı bütün halleri ile saygıyı ve yüceltilmeyi hak edendir diye düşünürüm hep.

Yukarıda da ifade ettiğim gibi, bütün muazzezler masum mudur bilmem; ama Muazzez'i, (dağarcığım dahilinde elbet) Türkçe romanın ve kişisel hayal dünyamın, masumiyeti en iyi simgeleyen karakteri olarak kabul ederim hep.

***

Sabahattin Ali'nin Markopaşa-Malumpaşa-Merhumpaşa geleneğinden mizah dergilerindeki yazılarını da anmadan geçmemeli... 

16 Aralık 1947 tarihli Alibaba’da şunları yazar örneğin:

“…Mesela bir Alman dostluğudur alıp yürüyor… Derken havalar değişince, dünkü dostlar ‘Tuu, kaka’ oluveriyorlar… Bu sefer Amerika’ya kul oluyorlar. Haydi Amerikan gemileri, Amerikan gazetecileri, Amerikan plakları, Amerikan sanatı, Amerikan malları, Amerikan subayları itibarda. Hatta soysuzun biri çıkıyor ‘Amerika’dan kanunlar alalım, biz Amerika’dan daha mı iyi düşüneceğiz? her şeyimizi oryaya uyduralım’ diye bağırıyor.” 
*** 

113 yıl önce bugün doğdu... 

Saygı ile...


***




Mehmet Fatih Traş için... 

25 Şubat 2020



Aşağıdaki ifadeler, Selahattin Demirtaş’ın, başarıyla iç içe geçirdiği hikayeler aracılığıyla, barış sorunundan teknolojiye, hayatın anlamından insanlığın geleceğine, kapitalizmin aldığı yeni formdan Kürtçe ve Türkçe'nin kimi inceliklerine, mutluluktan distopyalara önemli argümanlar dile getirdiği; bunu yaparken de estetikten ve dil becerisinden hiç mi hiç taviz vermediği Leylan’ından: 

"Aslında kendime bile itiraf edemesem de bu iki yıl hayatımın en berbat dönemiydi. Bazen düşünüyorum, imzamı geri çekmeseydim de başıma gelecekler bundan daha kötü olmazdı. Ben kendimi bitirdim resmen. Ruhumun kirlendiğini, bir hiçe dönüştüğümü hissederek geçirdim her anımı. Aynada bile kendimle göz göze gelmemeye çalıştım. İnsan herkesi aldatabilse bile kendini kandıramıyor. Eskilerden tek bir arkadaşım kalmadı. Üniversiteyi tamamen iktidar yanlısı sözde akademisyenlerle doldurdular. Hiç biriyle tek bir ortak noktam yok, koridorda da karşılaşınca başımla selamlayıp geçiyorum yanlarından. Derslerde öğrencilerin gözlerinin içine bakmamaya çabalıyorum; yine de suçlayan, yargılayan, mahkûm eden bakışları hissedebiliyorum. Yani ne camiye yaranabildim, ne kiliseye. Sonuçta herkesin kendine göre bir tavrı var; imza atanlara ben ne kadar saygı duyuyorsam, onlar da benim fikrime saygı duymak zorundadırlar, diye düşünüyordum. Bir müddet sonra konunun kapanacağını, unutulup gideceğine inanıyordum. Oysa bunca yıldır yaşadıklarımdan, okuduklarımdan, gördüklerinden bir ders çıkarmış olmam gerekirdi. Sanırım dengemi kaybedip temel meseleyi ıskaladım: zulmün, sömürünün, savaşın olduğu yerde tarafsızlık diye bir şey yoktur. Ya ezelden yanasındır ya ezilenden, ortası yoktur. Faşizme yaranmaya çalışarak onunla baş edemezsin. Faşizmin kimseyle uzlaşma alamaz, sadece biat ister veya yok eder. Bu nedenle faşizme karşı ancak direnerek ayakta kalabilirsin.”

Platonik sevdalısı Serap’a, Kürtçe ismiyle Leylan’a, büyü bozulmasın diye açılmayan; ama Leylan’ın başkalarıyla olası evliliklerini de, Leylan’ın da zımni kabulüyle bozan Kudret’in sınıf arkadaşı Netice’nin “Hayat Hep Yarımdır” başlıklı romanının karakterlerinden birisi olan Celal dile getirir yukarıdaki satırları. 

Barış imzacısı olan en yakın arkadaşı Bedirhan karşısında duyduğu utancı dile getirmek için. Celal utanmaktadır, çünkü, "barış metni" olarak da bilinen "Bu suça ortak olmayacağız" başlıklı metne verdiği imzayı çekmiş, sonrasında da dekanlığa kadar önü açılmıştır. 

Hoş imzasını çekmesinden pişmanlık duyan Celal kendisine sunulan bu imkanı elinin tersiyle itip, sürece tersten müdahil olmasını da bilmiştir, o da ayrı. 

***

Çok sayıda meslektaşı gibi işinden ve kamu görevinden ihraç edilmiş, pasaportu iptal edilmiş ve yargı süreci halen devam eden bir "barış akademisyeni" olarak, “Bu suça ortak olmayacağız” metnini imzalamayan hiç bir meslektaşıma gönül koymadım. 

Bilindiği üzere metin yayımlandıktan sonra televizyon ekranlarından teşhir edildik, fotoğraflarımız gazetelerin ilk sayfasına basıldı, sosyal medyadan tehditler aldık, çok sayıda meslektaşımız, hocamız gözaltına alındı, cezaevine giren arkadaşlarımız oldu, karşı karşıya kaldığı linç tehdidi nedeniyle yaşadığı şehri, eşyalarını dahi alamadan terketmek zorunda kalan meslektaşlarımız, arkadaşlarımız oldu…

Muhalif, eleştirel akademisyenler arasında oldukları halde metni imzalamayanlara gönül koymadığım gibi, yukarıdaki süreçleri yaşayıp da imzasını geri çeken arkadaşlarımızı yargılama eğiliminde de olmadım.

İmzacılar arasında olana da rastlamadım. 

Tam tersine eğilim hep, insanları koruma yönünde idi. Ve anlayış gösterme. Ki imzasını çekenlerin sayısı da, yanılmıyorsam, bir elin parmaklarını geçmiyor. 

***

O günlerde canımızı en çok acıtan, hiçbir şey olmamış gibi davranan pek sevgili meslektaşlarımızdı. Oda komşularımız, bölüm arkadaşlarımız, mesai arkadaşlarımız. 

Yani, o büyük “sessizlik ordusu”. 

Daha atılma tebligatımız gelmeden yerimize insan bakanlar, bir geçmiş olsun demek için dahi kapımızı çalmayanlar, atıldıktan sonra kendilerine kalacak ek derslerin hesabını tutanlar, açılacak kadroların yolunu gözleyenler, elde edecekleri yeni pozisyonlara ellerini oğuşturanlar, koridorda karşılaşmamak için elinden geleni yapanlar, sırf katılımcısı olduğumuz için “güvenlik gerekçesi” ile iptal edilen akademik etkinlikliklere sessiz kalanlar. Kendilerinin davet ettikleri dahi...

Sessizlik ordusu canımızı acıtıyor, kalbimizi kırıyordu. Ama adı üzerinde, bu bir sessizlik ordusu idi… O ordunun temel kuralı susmak, görmemiş gibi yapmaktı.

***

Bir de haysiyetini bir kenara bırakıp konuşanlar vardı. 

Ziyadesiyle konuşanlar, hayasızca konuşanlar, yalan konuşanlar, üstlerine yaranmak için konuşanlar, ihbar etmek için konuşanlar, karalamak için konuşanlar…

En tepedeki kürsüden sürekli birilerine parmak sallayan “reis”ler gibi… 

Neden görevimizden uzaklaştırdığımızı soran, sorgulayan öğrencilerimize “haklarında istihbarat raporları var” diyen “kahve tüccarı” akademisyenler; bütün belgeler tam aksini ortaya koysa da, işimizden atılmamızı “performansımız”a bağlayan rektörler; “ben sizin haklarınızı korumaya çalışıyorum” deseler de atılma kararlarımızda imzası olan dekanlar, atılmamıza şerh düşmemek için toplantılardan kaçan müdürler vs... 

İşte “o günler”de kaybettik Mehmet Fatih’i… O Adana’da idi… Çukurova Üniversitesi’ndeki “sessizler ordusu”nun hemen yanında biriken “haysiyetsizler ordusu” idi Mehmet Fatih’in katilleri. 

Çukurova Üniversitesi’nin İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde birikmiş bir dizi haysiyetsiz… 

Bu haysiyetsizlerle ilk karşılaşmamın hikayesini şurada anlatmıştım. 

İşte bu haysiyetsizler, bizim de Mersin Üniversitesi’nde bolca karşılaştığımız türden tutumlarla Fatih’i çok sevdiği mesleğinden uzaklaştırdılar.

Derslerinin elinden alınmasına, işsiz kalmasına; ama daha da önemlisi tutkusundan uzak kalmasına yol açtılar.

Yakın arkadaşlarından birisi olan bir meslektaşımızın bir gün önce cenazesini kaldırdığı arkadaşının ardından gözyaşları eşliğinde dile getirdiği “…hocam Fatih intihar edecek birisi değildi. Ama ona yapılan ithamları, elinden derslerinin alınmasını, gördüğü muameleyi de hiç bir zaman hazmedememişti” sözleri kulaklarımda hala. 

Ne bu sözleri unuturum, unuturuz; ne de Mersinli ve Adanalı barış akademisyenlerinin haberleşme platformunda, gecenin bir yarısı, gün boyu Fatih’e ulaşmaya çalıştığını, ama bir türlü ulaşamadığını söyleyen; bunu söyledikten bir kaç saat sonra da Fatih’in haberini veren arkadaşımızın sabaha kadar süren çaresiz çırpınışlarını… Çabalarını... 

Belirtmeden geçmek istemem. Fatih’in son görüştüğü kurumun, Mersin’de bulunan bir özel üniversite olduğu söyleniyordu. Benim de bir dönem çalıştığım; yukarıda bahsettiğim yazımın sonraki bölümünde hikayesini anlattığım bu üniversitenin Çukurova’daki dersleri elinden alındıktan sonra Fatih’i uzun süre iş verme vaadiyle oyaladığı, hatta kendisine kimi işler de yaptırdığı da söyleniyordu o dönemler. 

Velhasıl, sevgili Fatih'in, işten çıkarmalar başladığında oluşturduğumuz Mersin Dayanışma Akademisi’nin o sessiz, mütevazı katılımcısının gidişi bir intihar değil, cinayet idi. 

Katili mi arıyorsunuz: Cumhuriyet’in bugünkü kurumlarını baştan aşağı süzün. Tepeden, tırnağa… 

Katilin silueti belirecektir…


***


Gurbette öğrenci mektubu

18 Şubat 2020


Mersin Üniversitesi'nde çalıştığım süre zarfında en yakınımızda olan öğrencilerimizden birisi idi sevgili Semra. 

Sevildiğimi(zi) hep ve en çok hissettiren öğrencilerim(iz)den. 

***


Güzel öğrencilerimiz vardı... O güzel öğrencilerimizle geçirdiğimiz güzel günlerimiz... Sanırım, bir arada olduğumuz kısa sürede birbirimizin yüreğine dokunmayı da becerebildik, ki en önemlisi bu. 

Sevgili Semra'ya gelince: "Normal zamanlarda" cin gibi bakışlarıyla sorduğu güzel mi güzel, anlamlı mı anlamlı sorulara, atıldığımızdaki hıçkırık ve gözyaşları eklendi. 

Ama sonra anlaştık Semra ile, gözbebeğimiz olan bir sürü sevgili öğrencimizle anlaştığımız gibi: Umutsuzluğa düşmek yoktu; geçmiş değil "gelecek olsun" du... 

Çok sayıda sevgili öğrencimiz gibi, Semra da hep hatırlattı kendisini... Biliyorum sadece bana değil. Coğrafi olarak uzakta olan ya da coğrafi olarak uzakta olmasa da kendi doğal ortamının, fakültesinin, uzağına düşmüş başka hocalarına da... Nerede olursak olalım bir arada olduğumuzu, yalnız olmadığımızı.... 

Atıldığımızda tutamadığı gözyaşlarını, bir simyacı gibi 
altından umut toplarına çevirdi sevgili Semra... Bizlere uzaktan umut saçmaya devam ediyor. 

***

Fotoğraflara gelince: Bir tanesi, "imzacı" olduğum için işten atıldıktan sonra, odamı toplarken... Sevgili Mehmet hocamın aldığı tabloyu indirmişim duvardan... Semra ve fakültemizin büyük üstadı, sevgili Metin Altıok... Mersin'de iken de hep "İstanbul Ağrısı" çektiğim için, bir güzel hediye olan "İstanbul" tişörtüm de üzerimde. 

İkincisi, sanıyorum bahçede hep beraber söylediğimiz türkülerden hemen sonra idi... Üçüncüsü de akademiye kendileri ile dahil olduğum, akademiden de kendileri ile birlikte gittiğim sevgili Mehmet hocam ve Fuat hocam ile bir ömürlük dostlarım Elif ve İlker'in katıldığı, bir kaç saatlik veda dersinin hemen sonrası... 

***

Bugün aldım, fiziksel olarak kalın ama ruhsal olarak ince zarfını, sevgili Semra'nın. Çiçekli mektup kağıdına yazmış... Hal hatır sormuş, kendisini anlatmış... Şallarıma gönderme yapmış... Atıldıktan hemen sonra fakültenin önünde oturup hep birlikte şarkı söylememize... 

Her zamanki gibi, sevecen... İçtenliğini satırlarından hissediyor insan... 

Bir de Nazım kitabı gönderivermiş... 1966 yılında yapılmış birinci basım: "Yeni Şiirler". 

Aynı günde doğduğumuz için Nazım ile, şal değil de Nazım kitabı göndermek istemiş... 

***

Ne diyeyim ki sana ben sevgili Semra: Gönlündeki dizeler eksilmesin...

***



"Gülizar"ın yetimliği: Teşekkürler Kıvanç Someren

30 Ocak 2020

İçinden nehir geçen kente, Eskişehir'e gittikten sonra, bu kente yolu düşen her muhalifin bir Mayıs şarkısı olduğunu öğrenmem, Mayıs'ın, bu kentten yetişme her bir muhalif, "şarab-i eşkıya" için, özel bir yeri olduğunu öğrenmem uzun vakit almayacaktı.

Tıpkı, 1995 yılında lisans eğitim için gittiğim, kendimi bulduğum ve sonrasının temellerini attığım bu kente vardıktan sonra, en azından bir dönemler, kentin en popüler binalarından olan Esnaf Sarayı'nın en üst katını keşfetmemin uzun vakit almadığı gibi.

Kasetçiler çarşısı idi en üst kat.

Cumartesileri, Papağan'dan çiğ börek ya da Cömert'ten bir buçuk porsiyon ıspanaklı / kıymalı karışık kol böreği yedikten sonra gittiğim bu karmaşık çarşı, Eskişehirliliğimin ilk demlerinde heyecanla ziyaret ettiğim mekanlardan oldu uzunca bir süre.

Biraz, o dönemlerde Leman'da Pantolon başlığı altında çizdiği karikatür bantlarında ya da "Ayrıntılar" başlığı altında yazdığı eğlenceli yazılarda, kimsenin aklına gelmeyen ayrıntıları işleyen Metin Fidan'ın yazdıklarını / çizdiklerini andırdığı için...

Biraz da Hasan Hüseyin'in "Tuhaf" şiirindeki tuhafiyecileri. Nitekim "...bir tozlu kasabada bir tozlu tuhafiye / cıncık boncuk helva zeytin / krem pertev ve göztaşı / çekoslavak kurşunkalem / öğrencisiz sarıdefter / cetvel silgi açıölçer / çıplak kadın fotoğraflı aynalar / solgun kuka iplikleri kazak şişleri / ve kurumuş birkaç sinek / ve şahiçe süreyya / ve keriman halis ece / güzellik kraliçesi / bir de bismillah” dizelerini anımsatan tuhafiye dükkanlarını geçtikten sonra varırdınız esnaf sarayının kasetçiler "meydanına"...

Cahit Berkay, Taner Öngür, 3 Hürel, Moğollar, Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray, Edip Akbayram, Selda Bağcan, Esin Engin, başta olmak üzere Anadolu rock, Anadolu folk ya da Anadolu pop tabir edilen türün bütün temsicilerinin neredeyse bütün albümlerini; ama özellikle de piyasada bulunmayan albümlerini bulmanız son derece kolaydı.

Hatta bu isimlerin korsan albümlerini, belki kendilerinin dahi bihaber oldukları "kasetlerini".

Cem Karaca ve Moğollar'ın bütün albümlerini (kasetlerini) toplamıştım mesela oradan.

O zamana kadar (1995 - 1996) ismini dahi duymadığım isimlerle, müzisyenlerle de tanışmıştım o çarşıda, tezgahta kaset satan kasetçileri aracılığyla.

Bu ismini duymadığım; ama kaset kapağı, albümün adı, ya da ne bileyim, müzisyenin dış görünüşü ilginç geldi diye aldığım kastler arasında hayal kırıklığı yaratanlar da oldu kuşkusuz.

Bir kere dinledikten sonra bir daha hiç dinlemediğim.

Ama Esnaf Çarşısı'ndan bilmeden aldığım iki albümün, daha doğrusu albüm biçiminde hayatıma giren bir dizi müzisyenin hep çok özel yeri oldu gönlümde.

Bunlardan bir tanesi, keşfettikten yıllar sonra solistlerin İstanbul'dan hem de çok yakınımdan bir dostun olduğunu öğrendiğim Seyir Defteri gurubu idi.

Her ölüm yıldönümünde, kendisini hep ihmal etmiş olduğumu düşündüğüm Gülten Akın'ı anmak için, onun şiirinin bestelenmiş hali olan "Uzun Yağmurlardan Sonra" başlıklı şarkıları ile birlikte kendileri ile tanışma hikayemi de paylaştığım o naif gurup, Seyir Defteri...

İkincisi ise, kurşun kalemle çizildiği izlenimi veren kaset kapağıyla; ama asıl olarak, bırakın geç kalmışlık hissini, 'yaşlılığı dolapta tutan' "Gülizar" ile; "Benim adım yalnızlık" ile; "Varoluşma" ile, muazzam bir İran tekerlemesi olan "Caklakarah" ile... Mayıs Müzik topluluğu...

Biliyorum sadece benim için değil, yolu Eskişehir'den geçen; kimisi bu dünyadan göçen, kimisi bu dünya malına fazlaca bel bağlayan; kimisi büyük medya kuruluşlarında büyük işler yapan; kimisi küçük medya kuruluşlarında büyük işler yapan; kimisi anne, kimisi baba olan; kimisi geç kalan, kimisi erken gelen; kimisi müzisyen; kimisi bankacı; kimisi oyuncu; kimisi işletmeci; kimisi parti başkanı; kimisi akademisyen; kimisi işsiz; kimisi esnaf olan; akıntıya karşı yürüyen ya da akıntıya kapılıp giden; iyi insan kalan, belki de bozulan ... bir çok "Eskişehirli" için...

Eskişehir'de yetişen bir çok muhalif için...

Naiflik ve içtenlikleri ile... Ama gene de ve ille de "Gülizar" ile...

...

"Serçeler toplanmış saçakta
Kapıda ölümler sevdalar
Nerde sevincin gül yüzün
Nerde Gülizar

Askerden yeni döndü yüzün
Saksıda şaşkınlık çiçekleri
Dolapta duruyor yaşlılık
Nerde Gülizar..."

Kendi adıma Eskişehir'den İstanbul'a, İstanbul'da da yaşadığım ya da bir şekilde yolumun / gönlümün geçtiği Mimar Sinan'dan Beylikdüzü'ne; Halkalı'dan Mecidiyeköy'e; Yeldeğirmeni'nden Moda'ya; yani Kadıköy'e; ama ille de Kadıköy'e ve en çok da Kadıköy'e...

Kadıköy'den Mersin'e, azıcık Adana'ya ve nihayet sürgünlük haliyle önce Tiran'a; oradan da Kassel'e taşıdığım Mayıs ve Gülizar...

Taşımakla kalmayıp içimden de taşırdığım ve sevdiğim herkese mutlaka dinlettiğim...

Çatılarında şarap içtiğim, ortasından geçen nehirdeki bindiğim kayıklarında şiirler okuduğum, sarhoş olduğum, ilk yazımı yazdığım, ilk pankartımı hazırladığım, ilk defa izlendiğim, bazısı ekmek almaya polis takibiyle gittiğim; sonraları, çok sonraları güzel gülüşlü Ali İsmail'i yitirdiğimiz o güzel kentten yolu geçen her arkadaşımın içinde taşıdığını, içinden taşırdığını bildiğim gibi.

***

Bu akşam öğrendim yukarıdaki her satırı, anımsamanın da ötesinde, yaşayarak ve hissederek yazmama vesile olan Mayıs Müzik Topluluğu'nun solisti Kıvanç Someren'in bir trafik kazasında göçtüğünü.

Kendisini tanımazdım... Ama ne çok anımız varmış meğer... Ne güzel anılarımız varmış...

***

Teşekkürler Kıvanç Someren...


İçimize işleyen tüm o güzel şarkılar için...







2000'li yılların ortasıydı. İstanbul'da aynı eğitim kurumunda çalıştığım ve dünya güzeli bir insan olan kardeşi getirmişti albümünü. 

İlk tanışmam o vesile ile olmuştu Dodan ile, mükemmel sesi ile, müziği ile. 

Özellikle "Neçe" şarkısı ilk dinlediğim anda vurmuştu beni, kelimenin tam ve gerçek anlamı ile. 

Her defasında başa alıp defalarca dinlerdim, bu mesajı yazarken olduğu gibi... Melodinin, o mükemmel sesin ve düzenlemenin verdiği coşku ve "ne yazık ki" anlamadığım sözlerinin hissettirdiği hüzün ile... 


*** 

Yıllar sonra bir müzik yarışmasında birinci olduğunu duydum. Yarışmayı hiç izlemezdim; sonrasında internetten buldum... 

"O ses Türkiye" isimli yarışma idi. Dodan "Haydar Haydar"ı, "Avşar Elleri"ni söylüyordu ile o muazzam sesi ile. "O Türkiye"nin bildiği ama kabul etmediği dilinde değil elbet... 

Sevinmiştim onun adına; yıllardır müziğe emek verdiğini biliyordum ve bu yarışma belki bu bağlamda biraz yardım ederdi kendisine... 


*** 

Bir haber vesilesi ile yeniden karşılaşmış oldum kendisi ile dün... 

Batman'da bir kafede şarkı söylerken Kürtçe söylediği için mikrofonunu elinden almıştı polis. 

Dodan'ın dili sadece ulusal kanalda yayımlanan bir yarışmada engellenmemiş, Batman'da, muhtemelen sadece onlarca kişinin bulunduğu bir kafede de engellenmişti... 

Dodan, "O ses Türkiye'deki" gibiydi. Haklılığının bilncinde ve vakur... 

Meclis'ten kovulan Orhan Doğan gibi; Samsun'da yumruklanan, defalarca meclisten kovulan, belediye başkanlığı elinden alınan Ahmet Türk gibi; Anadoluluğuyla hep gözümüzün önünde olan Hrant Dink gibi; hapisteki Selahaddin Demirtaş; bir medya operasyonu sonrasında katledilen Tahir Elçi; mahpus Selma Irmak, Gültan Kışanak ve daha niceleri, niceleri, niceleri gibi. 

"O Türkiye" ise aynıydı... 

Bir genci öldürdükten sonra tankın arkasına bağladığı gibi; onlarca genci bodrumlarda öldürdüğü gibi; anaların cesedini evlatlarının gözü önünde sokakta bıraktığı gibi; anaları buzdolabında evladının cesedini saklamak zorunda bıraktığı gibi; karın tokluğuna sınır ticareti yapan köylüyü, insanlı ya da insansız araçlarla öldürdüğü gibi; akademisyenin ve vekilin kürsüsünü altından çektiği gibi; gazetecinin kalemini, makinesini yere atıp kırdığı gibi... 

Gibi, gibi, gibi... 

Haksız ve en nazik ifade ile, hoyrat, ceberut... 


Ne büyük bir gurur tüm bunları "benim adıma yapma" diyebilmek; ne büyük bir onur "O Türkiye"nin suçlarına ortak olmayıp, öyle ya da böyle başka bir Türkiye düşlemek, düşleyebilmek... 

Ve ne büyük bir utanç Dodan'a ve tüm Dodanlara yapılanlara şahit olmak... 

Pazarınız güzel geçsin yazacaktım; bunlar çıktı... 


Neyse ki Dodan ve "Neçe" var...

04 Eylül 2019 - Karaburun Bilim Kongresi...



Ne güzel olurdu şimdi Karaburun'da olmak. Kongrede... 

Kim, ne çalışıyor, görmek, dinlemek; uzun zamandır bir araya gelinemeyen dostlarla bir araya gelmek; akşamları limanda ya da Bodrum koyunda eş dost ile bir kaç kadeh içerken memlekette olup biteni konuşmak, belki azıcık "gıybet" yapmak, ama ille de, bol miktarda kahkaha atmak; gündüzleri ara ara kaytarıp erkenden denize kaçmak; sunum aralarında Nergis çay bahçesinde soluklanmak; teyzelerden reçel, börek, çörek; yayınevi-dergi tezgahlarından kitap-dergi almak; ha, bir de Nergis'in yanındaki dondurmacıdan dondurma yemek...


Bir iki gün erken gelip bir iki gün geç dönüp, azıcık da hayattan çalmak...

Uzaktan da olsa varlığını sürdürdüğünü bilmek çok güzel Karaburun Bilim Kongresi'nin.

Emektarların aklına, emeklerine sağlık.

Ve teşekkürler, hiç unutturmadığı için:

"Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar".

01 Eylül 2019 - Immanuel Wallerstein

Fotoğraf toplumsol.org sitesinden alınmıştır.


İçinde yetiştiğim akademik gelenek, kapitalist üretim ilişkilerinin analizinde içsellik-dışsallık ayrımını ortadan kaldırması, kapitalist üretim ilişkilerinin tanımlanması ve güncel olarak analiz edilmesinde daha çok dolaşım ilişkilerine odaklanması gibi nedenlerle bir hayli eleştirel idi çalışmalarına karşı. 

Kendisini, 2009'da Johannesburg'da, yüksek lisans yaptığım Witwatersrand Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nün, hem akademik çalışmaları hem de Güney Afrika'daki ırkçı rejime (apartheid) karşı, cezaevi ve sürgünü zorunlu kılacak kadar militan tavrı nedeniyle akademik rol modelim olan sosyolog Harold Wolpe'nin adını taşıyan vakıf ile birlikte organize ettiği "Kriz - Neyin krizi?" başlıklı seminerde dinleme imkanı elde etmiştim. 

Krizi analiz ederken, Kapital'den Fransa'da Sınıf Savaşları'na, Louis Bonaparte'a; Güney Afrika Komünist Partisi'nden (SACP) Hindistan Kerala'ya uzandığı, tartışmalı ve bir o kadar da öğretici bir etkinlik idi. 

Kendisi de son derece dinç ve dikkatli. 

Mersin Üniversitesi'nde çalışmaya başladıktan sonra kimi metinlerini, lisans ve yüksek lisansta vermeye başladığım "İktisadi Kalkınma" derslerinin okuma listesine koydum. 

Bu, benim için de, kendi yüksek lisans ve doktora derslerimden uzunca bir süre sonra yeniden okuma anlamına geliyordu Immanuel Wallerstein'i. 

Dolayısıyla yazdıkları üzerine yeniden düşünme imkanı elde etmek. 

Sekiz - on yıl öncesine kıyasla daha farklı düşündüğümü farketmiştim. 

Kavramsal çerçevesinin "sonsuz sermaye birikimi (endless accumulation of capital)", "yarı-çevre", "küçük üreticiliğin sürekliliği", "karşılığı ödenmeyen emek (unpaid labour)", "ürün döngüleri" gibi sonuçlarına yaklaşımım daha farklı idi. 

Kaleme aldığı "Gulbenkian Komisyonu Raporu / Sosyal Bilimleri Açın" başlıklı metinde muazzam bir biçimde açıkladığı sosyal bilimlerde bütünsel yaklaşımın önemi, içinden geldiğim akademik geleneğin de etkisiyle baki idi. 

Ama bu "yeniden okuma" sürecinde, tarih, sosyoloji, ekonomi, siyaset bilimi gibi disiplinler içerisinden süzdüğü bilgiyi, bir bütünlük içerisinde operasyonel kılmadaki yetkinliği de daha fazla dikkatimi çeker oldu Wallerstein'ın. 

Aynı şey, ekonomi politiğin kurucusu Adam Smith'in, pazarın ve işbölümünün, dolayısıyla bir bütün olarak kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimindeki rolü hasebiyle temel öneme haiz bulduğu; Marks'ın Kapital'in ikinci cildinin neredeyse tümünü ayırdığı; Marksist kuramcı David Harvey'in ise son yıllardaki eserlerinde ısrarla vurguladığı "dolaşım ilişkileri"ne atfettiği önem konusunda da geçerli idi. 

Max Weber'in formüle ettiği "statü" kavramını Marksist bir analize entegre etmeye dönük girişimini de çeşitli bağlamlarda üzerine düşünmeye değer olarak görmeye başlamıştım. 

Tüm bunlar Wallerstein'in yazdıklarında eleştirdiğim hiç bir yanın kalmadığı anlamına gelmiyor kuşkusuz; ama açık ki, bahsettiğim bu yeniden okumaları yapar ve yukarıda yazdıklarımı düşünme imkanı elde ederken, kendisi, beni, düşünmeye, yeniden ele almaya, başka yerden bakmaya teşvik eden en büyük faktör idi. 

Elbette yazdıkları itibarıyla. 

Türkçelerini sendika.org, İngilizcelerini zcomm.org aracılıyla takip etmeye çalıştığım güncel analizleri de gösteriyordu ki, düşünmeye ve üretmeye hep devam etti. 

Öte yana göçtüğüne göre var olsun diyemeyeceğim; ama sağolsun... 

Çok öğretti, düşündürdü. 

Saygıyla...



25 Ağustos 2019 - Özdemir İnce’nin ırkçılığı, dilin kirliliği




Özdemir İnce 23 Ağustos 2019 tarihli Cumhuriyet’te yayımladığı “Kirlenen dil sorunu” başlıklı yazısında özellikle yazılı ve görsel basında Türkçe kullanımındaki özensizlikleri konu ediniyor. İnce haksız değil elbet.

Dil kirlendi. 

Ancak yazısına bakılırsa, İnce ırkçılığı ya da cinsiyetçiliği dilin kirlenmesinde rol oynayan faktörler arasında görmüyor. Oysa, İnce’nin kendi yazıları dahi bu durumun güzel bir örneğini oluşturuyor. 

Önce ırkçılık meselesi:

İnce’nin 13 Ağustos 2019 tarihli yazısına seçtiği başlık “Ümmet Araptır, Arap Türk düşmanıdır”. 

Herşeyden önce 1970’li yıllarda imkanlarını Türkiyeli devrimcilerle paylaşmayı ödev bilmiş, başta Deniz Gezmiş olmak üzere bir çok Türkiyeli devrimciye yoldaşlık etmiş olan Filistinli devrimciler karşısında mahcubiyet duymaya yol açacak bir başlık bu.

Filistinlilere uygulanan İsrail terörünü dünyaya teşhir etmek için 29 Ağustos 1969’da bir Amerikan uçağını kaçırıp Şam'a indirip boşalttıktan sonra uçuş kabinini havaya uçuran, ardından da teslim olan; dolayısıyla kimsenin burnunu kanatmadan davasını dünyaya duyuran devrimci Leyla Halit karşısında da.

Hem enternasyonalist devrimciliğinden asla taviz vermediği için hem de, İnce’nin “Kirlenen dil sorunu” başlıklı yazısında “…Sıra Türk dilinin en büyük katillerine geldi: Başta spor spikerleri olmak üzere bütün televizyon spikerleri, özellikle de kadınlar...Sanki sokaktan ya da ‘cemiyet’ten alınıp ekrana çıkarılmış gibi hımhım (burundan) konuşan, söyledikleri anlaşılmayan kızlar…” ifadeleriyle hakaret ettiği “kadınlar sınıfı”ndan bir birey olması hasebiyle.

İnce’nin yarattığı mahcubiyetin bir başka dayanağı da “İstiklal” şiirinde Mısır halkına,

“…

Mısırlı kardeşim; 
Şarkılarımız kardeştir, 
İsimlerimiz kardeş,
Yoksulluğumuz kardeştir,
Yorgunluğumuz kardeş.
Şehirlerimde güzel, ulu, canlı ne varsa:
İnsan, cadde, çınar,
Savaşında senin yanındalar.
Köylerimde Kelam-ı Kadim okunuyor
Senin dilinle, 
Senin zaferin için…”

dizeleriyle seslenen Nazim Hikmet.

Ve çağdaş Arap edebiyatının büyük şairi Lazkiyeli Adonis, “Barış” şiiriyle örneğin:

“…yön yaramdır benim
heceliyorum 
bir yıldızı heceliyorum resmini çiziyorum
kaçaktır yurdumda yurdum
heceliyorum onun çizdiği yıldızı
yenik günlerinin ayak izlerinde

ey sözün külü
gecende bir çocuğu daha var mı tarihimin?”


Ve Mevsim Halleri kitabında sevdiği kadına,

“…Ama sana dair ne varsa
Bu kentte topladım
Gözlerinde taklacı güvercinler dolaşan
Saçları Kürt inadı kadın…”


dizeleriyle seslenen, hep burada, hep sevdiği Antakya’da olan sevgili dost şair Özcan Özgün…

“Türk Modernleşmesi’nde Arap Alevilerin Rolü” çalışmasının yazarı, dost Hakan Mertcan…

***

“Ümmet Araptır, Arap Türk düşmanıdır” başlıklı yazısında “Suriyeliler Türkiye’de geçici konuk değildir, yeni emperyalizmin kalıcı ‘Truva Atı’ olmakla görevlendirilmiştir” incisini döktürmüş İnce. 

Örnek olsun, Antalya’da bir ekmek fırını için çuvalı 80 kuruştan kilolarca ağırlığındaki ekmek çuvallarını taşırken yığılıp ölen Ala Hennuş’un emperyalizmin Truva Atı olduğu rüyasının görülebilmesi, ancak ve ancak kendini Kara Kemal ile eşitleyecek bir fantezi dünyasına sahip olmakla mümkün olabilir. 

Evet evet, o Kara Kemal. 

Birinci Dünya Savaşı döneminde “Türklük” davası uğruna başta manav ve fırıncılar olmak üzere lonca üyelerini, gerektiğinde vurucu güç olarak da kullanılmak üzere örgütleyen, bu kesimleri Ermenilere karşı harekete de geçiren ve Ermeni mülklerinin adına “milli sermaye” denen yağmacı güruh tarafından yağmalanmasında mühim rol oynayan Kara Kemal. 

Evet, İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan, çoğu Ermeniler’den yağmalanmış olan mülklerine el konduktan sonra Malta’ya sürgüne gönderilen Kara Kemal. 

Şüphesiz, Kemal de Ermenileri emperyalizmin Truva Atı olarak görüyordu. 


11 Ağustos 2019 - Kim sansürcü ?

Ahmet Hakan köşesinde TRT 1'deki çocuk programına bağlanıp Kazdağları ile ilgili mesaj vermek isteyen küçük Utku'nun, sunucu tarafından sözünün kesilmesine istinaden sunucuya seslenmiş: 

Ne olurdu bıraksaydın da konuşsaydı minik Utku? Adam mı ölürdü? Hava mı kararırdı? Hükümet mi düşerdi? Kanada fakir mi düşerdi? Gezi mi patlardı? Yaz günü ağustosta kar mı yağardı? Bir fırtına bizi mi alırdı? Evlerinin önü susam mı olurdu? Ne olurdu ha ne olurdu?

Sunucunun, hele de bir çocuk programında, kendisini ifade etmek isteyen bir çocuğa izin vermemesinin eleştirilmesine, elbette, eyvallah. 

Ancak... 

Müdahale etmediği takdirde, işinden olacağı neredeyse kesin olan bir çalışanı eleştirirken, o çalışanın, işini yaptığı takdirde işinden olacağı hissiyatına kapılmasına yol açan koşulları ve bunun öznelerini, yani iktidarı, iktidarın medya üzerinde sallandırdığı "Demoklesin kılıcı"nı görmezden gelmek... 

Bir yandan eleştirel ve ifade özgürlüğü yanlısı gibi görünüp diğer yandan iktidara tek kelime etmemek...

Ahmet Hakan tarzı yüzeysel "gazeteciliğin" ve köşeciliğin alameti farikası olsa gerek. 

Ahmet Hakan'ın sorularını yanıtlayalım:

Minik Utku konuşsaydı, konuşabilseydi, öncelikle, tam da onun özgürce konuşmasına izin vermiş olması nedeniyle, sunucunun iktidar destekçisi olmadığı ortaya çıkardı. Sonrasında, sunucu muhtemelen önce ak-troller tarafınan sosyal medyada; birkaç hükümet yetkilisi tarafından da kamuoyu önünde itibarsızlaştırma girişimine maruz kalır ve nihayetinde işinden edilirdi. Gene muhtemelen uzun bir süre de işini yapamazdı.

Olayların yukarıda öngörüldüğü gibi gerçekleşmemiş olması, faturanın tek başına sunucuya kesilmesini gerekli kılmadığı gibi, Ahmet Hakan'ı da eleştirel ve ifade özgürlüğü yanlısı bir gazeteci yapmaz.

Ama sansürü eleştirmeden otosansürü eleştirmek, eleştirenin iki yüzlülüğünü ele verir.

Edward Said'den öğrendiğimizdir: "Entelektüel"in görevi "yerleşik ve yetkili güç odaklarına seslenmek"tir.

Hele de söz konusu olan savaş, ayrımcılık ve baskı dönemleriyse.

"Yerleşik ve yetkili güç odakları" karşısında lal olmuşsak, ötesi laf-ı güzaftır ve elbette yetmez Ahmet Hakan ve benzerlerini, örneğin Tahir Elçi'nin cinayetinde rol oynayanlar tarafına yazılmaktan kurtarmayı.




10 Ağustos 2019 - İngiltere Merkez Bankası







Yazısına "...1900’lü yılların başında İngiltere’de henüz merkez bankası yokken faizlerdeki aşırı dalgalanmalar..." falan diye başlayan Yenişafak yazarı arkadaş! 


Kariyer basamaklarında hızla yükseldiğini yazının hemen altındaki hikayenden gördük. 

Ve fekat, İngiltere Merkez Bankası (Bank of England) 1694'te kurulmuş olup dünyadaki ilk merkez bankalarından birisidir. 

Haberin olsun. 

Yok muydu elinin altında bir Para ve Bankacılık kitabı canım ya...




9 Ağustos 2019 - Kanadanın şirketi, Avrupanın emperyalizmi




Kanadalı bir maden şirketinin Türkiye'nin Ege'sinde işlettiği altın madenini savunmak için  "Avrupa emperyalizmi tarafından fonlanan Türkiyeli çevreciler" söylemine yaslanmak Vatan Partisi'ne çok yakışmış. 

Şaşırdık mı ? Elbette hayır. 

Böylece Türkiye siyasetine gerçekleştirdiği "babalar gibi özelleştirme"ler ile giriş yapan ve burdan bir türlü çık(a)mayan AKP'den sonra, Kanadalı Alamos Gold şirketinin de Vatan Partisi'nin "üretim ekonomisi" programının bileşenlerinden birisi olduğunu öğrenmiş olduk. 

Ala... 

Diyesiymiş ki Vatan Partisi, "fonlanan' sözde çevreciler, söz konusu olan Kirazlı altın madeni devlet eliyle işletilse de karşı kampanya yürüteceklerdi". Nerden biliyorsun paşam desem ayıp olmaz sanırım. 

"Nitekim" paşalara saygıda kusur etmeyen bir siyaset Vatan Partisi. 

Ama asıl soru şu: 

Vatan Partisi'nin "demokratik ve laik" Cumhuriyet'i korumakta, onu "muasır medeniyetler" seviyesine ulaştırmakta ve dahi "üretim ekonomisi" inşa etmekte müttefiki olan siyasal İslamcı -ve eski cemaat ortağı- Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) kamulaştırma gibi bir gündemi var da bizim mi haberimiz yok paşam? 

Başka bir kıymetli yer altı kaynağımız olan kömürde ve Soma'da olanlar tam tersini söylüyordu mesela. 

Kabul, maden üretmiyordu; ama Şeker Fabrikaları'nın başına gelen de kamulaştırma değildi galiba!

Velhasıl, AKP kamulaştırmayı alırsa gündemine, ve bu zarar eden şirketleri kamuya devretme biçiminde olmayıp işçi / halk denetiminde olursa, ney nasıl kamulaştırılacak, onu o vakit konuşuruz. 

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, Savunma Bakanlığı'nın falan Avrupa Birliği'nden aldığı fonlardan falan da devam edilebilir aslında; ama gerekli değil kanımca.




8 Ağustos 2019 - "Bu suça ortak olmayacağız" ve "akademi": Anımsamalar III 




Kontr-bildiri yayımlayan üniversiteler zincirine Mersin Üniversitesi de katılmış, diğer üniversitelerden bir adım daha “yırtıcı” ve “biatkar” bildirisiyle. 

Öteki türlüsü şaşırtırdı zaten. 

“Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiri yayımlandıktan sonra ilk işten çıkarmalar Mersin Üniversitesi’nde yaşanmıştı. 

Diğer üniversiteler, üniversite içi mekanizmaları kullanarak öğretim üyesi kovmada biraz da Mersin'i taklit ettiler. 

Ve Mersin Üniversitesi rolünü oynamaya devam ediyor! 

*** 

Solun ve Kürt hareketinin güçlü, seküler yaşam tarzının baskın olduğu Mersin’de, Türkiye genelinde sahip olduğu hegemonik pozisyonu elde etmekte zorlanan AKP açısından üniversite önemli bir mevzi idi. 

Üniversitenin rektörlük üzerinden ele geçirilmesi, kent üzerinde hegemonya kurmak için önemli bir basamaktı AKP açısından. 

Tam da bu nedenle seçimde çok az oy almasına rağmen Ahmet Çamsarı atanmıştı rektörlüğe. Atanmasına da üniversite bileşenleri değil AKP il başkanlığı karar vermişti. 

Bu konuda şu linklere bakılabilir

(Ama bir bağlamı oluşursa ilerleyen günlerde ben de kişisel bir anımı paylaşmak isterim bu ve benzeri bir iki konuda.) 

Nitekim rektör de diyetini ödemeyi hiç ihmal etmedi. 

Kendisinin de bir 28 Şubat mağduru olduğunu iddia eden rektör, “imzacılar” hakkında koştura koştura emniyete suç duyurusunda bulunmada da, imzacı akademisyenlere karşı Hrant’ın katillerini anımsatan “…gerisi teferruattır” vurgularıyla da, 28 Şubat uygulamalarını hayata geçirmede birinciliği kimselere kaptırmıyordu. 

Rektörlüğünü kutladıktan kısa bir süre sonra üniversitenin kaybolan evrak kasasının da, akademisyenlere yaptığı hukuksuzluğun da hesabının sorulmayacağını biliyordu kendisinden. 

*** 

Rektör şahsında AKP'nin üniversitedeki 28 Şubat geleneğine sahip çıkışı, aynı zamanda kendisini biraz da 28 Şubat eleştirisi üzerinden vareden AKP'nin, nasıl da onun muhafazakar bir komedisi haline geldiğini de ele verir nitelikteydi. 

Rektörün geçtiğimiz günlerde, farklı görüşlerden gibi görünselerde Marx’ın 18 Brumaire’deki sözleri ile “düzen partisi”nin üyeleri olan akademisyenleri yanına alarak 15 Temmuz anması yaparken unutmuş gibi yaptığı bir şey vardı: 

15 Temmuz darbe girişiminden sonra ortaya çıkan şeylerden birisinin, Cizre ve Sur’daki katliam emirlerini verenlerin darbe girişiminde rol oynayanlar olduğu. 

Dolayısıyla o ve benzerleri Cizre ve Sur’un komutanlarının sadece Kürt coğrafyasındaki değil Batıdaki suçlarına da ortak oluyorlardı, “imzacılar”ı “medeni ölüm”e mahkum etme çabalarına ortak olarak. 

Bu nedenle 2 Ağustos 2016’da şunları yazmıştım sendika.org'da. 

‘İmzacılar’ı adli ya da idari soruşturmaya maruz bırakanlar, karalayanlar, mobbinge maruz bırakanlar, işinden edenler… Ve dahi tüm bunlara sessiz kalanlar… Sessiz kalarak imzacılara zulmedenlerin suçlarına ortak olanlar: Peki ya siz, Cizre ve Sur’da yaşananları planlayanların bugünkü ve dünkü suçlarına ortak mıydınız ?
Siz bu soruya yanıt üretmeye devam ededurun. Savaşın yıkıcılığına darbe karanlığı eklenmiş, darbe karanlığının hemen sonrasında, Walter Benjamin’in deyimiyle olağanüstü olan olağan, istisna olan kural olmuşken, biz de hatırlatalım: Savaş devam ediyor.
Savaşı durduramamak bize dert oldu; ama suçunuza, suçlarına ortak olmadık, önünüzde de eğilmedik, bu da size dert olsun. 

Bugün, rektörün son açıklaması bağlamında ise sevgili dost ve meslektaş Esra Erguzeloglu'nun şu sözlerine hem şapka çıkarmak, hem de saygımı ifade etmek isterim: 

Rektörün darbe girişimi öncesi atamalarına dikkat çekmek isterim. 15 Temmuz öncesinde bu kadrolar eliyle barış akademisyenlerine karşı hukukun ve yönetsel araçların dışına keyfi biçimde çıkabilmişti. Kendisine askeri, militarist bir güç atfederek yargısız infazlar yaptı. 15 Temmuz sonrası ise bu kullandığı kişileri ne yaptı? Hukuk dışı uygulamalarının hesabını veremediği, mevki ve makamının arkasına saklandığı, olağanüstü yönetsel yetkileri görevini kötüye kullanabildiği için asıl ‘sözde rektörler’ Türkiye Cumhuriyeti devletinin içte ve dışarıda saygınlığına zarar vermekteler. Keşke kendileri de onurlu ve şerefli olabilseler. 

*** 

Mersin Üniversitesi'nin "kontr-bildiri"si ile başlamıştık. 

Bildiri, şaşırtıcı olmayacak bir şekilde "barış akademisyenleri"ni "vatan haini" ilan ediyor. 

Kendi adıma buna yanıtımı şu sözlerle vermiştim, 6 Mart 2017 tarihinde yayımladığım "Mersin Üniversitesi rektörüne açık mektup"ta: 

Bu anlamda, bu mektubun amacı, sizi ya da mevkidaşlarınızı, biat etmeyen bir akademinin varlığına ya da kurulacağına ikna etmek değil elbet. Size ya da mevkidaşlarınıza, hukuk konusunda yol, yordam göstermek de değil. Bunun için yardımcılarınızın ya da danışmanlarınızın; ama hepsinden önemlisi, arkanızda öylece duran koca bir ‘sessizlik ordusunun’ olduğunun fazlasıyla farkındayım, farkındayız.

Sadece, siz(ler) savaştan yana tutum alır ve bir nevi savaş hukuku niteliğinde bir hukuk inşa ederken, bizlerin de barışın hukukunu inşa etme çabalarına, size rağmen, devam edeceğimizi anımsatmak istedim.

Ve, gene sizin için bir anlamı olmayacağını bilerek, üzgünlüğümü(zü) belirtmek: Üniversiteden atıldığım(ız) için değil, savaşın bütün can yakıcılığıyla devam ettiğini gördüğüm(üz)den.
Derdimiz, tasamız budur: Savaşı durduramamış olmak… Önüne zikzak dikiş atılmış binişlerimizi giyip hazır kıtalarda bulunamamak değil. 

Ama gene de son bir söz olarak ve Nazım'ı da anarak belirtmek isterim ki: 

Barış akademisyenleri, "vatan hainliğine devam ediyor... Hala..." 

Sizler, "savaşın akademisyenleri" ve "suçlarına ortak olanlar mı"? Sözü Brecht'e bırakıyorum: 

Generalim Tankınız ne Güçlü 

Tankınız ne güçlü generalim, 
Siler süpürür bir ormanı, 
Yüz insanı ezer geçer. 
Ama bir kusurcuğu var; 
İster bir sürücü. 
Bombardıman uçağınız ne güçlü generalim, 
Fırtınadan tez gider, filden zorlu. 
Ama bir kusurcuğu var; 
Usta ister yapacak. 
İnsan dediğin nice işler görür, generalim, 
Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin. 
Ama bir kusurcuğu var; 
Bilir düşünmesini de. 
Bertolt Brecht 
Çeviren: A.Bezirci 




28 Temmuz 2019 - "Bu suça ortak olmayacağız" ve "akademi": Anımsamalar II 



Önceki gün Barış İçin Akademisyenler tarafıdan ilan edilen ve imzacı arkadaşlarımın her birisi gibi imzacısı olmaktan onur duyduğum metnin yayımlanması sonrasında, Türkiye’nin bir çok üniversitesinde olduğu üzere, Mersin Üniversitesi’nde yaşanan hukuki, akademik ve ahlaki çöküntüye tepkimi dile getiren eski bir facebook paylaşımımı paylaşmıştım. 

Malum, tutuklananlar, linç tehdidi ve hedef gösterme nedeniyle yaşadığı şehri terketmek zorunda kalanlar, kapılarına işaret konanlar, evlerinin kapısı kırılarak gözaltına alınanlar, aşırı sağcı sosyal medya guruplarında fotoğrafları ve isimleri yayımlananlar, lağım medyasında fotoğrafları ya da iş adresleri açık edilenler oldu imzanın yayımlandığı dönemde. 

Yukarıdakiler olurken, Mersinli bir gurup avukat, hukuki desteğe ihtiyacımız olabileceği gerekçesiyle bize ulaşmıştı -var olsunlar-. Günlerden Perşembe idi. 

Mersinli imzacılar için avukatlarla öğleden önce bir araya geldiğimizde, bize söyledikleri şey mealen şu idi: 

‘Hocalar, polisler sizi göz altına almaya gelirse, muhtemelen Cuma sabahı gün doğarken gelirler ki, sizi bütün bir hafta sonu boyunca tutabilsinler. Üstelik üzerinde yazılı not olan her şeye, bilgisayarlarınıza, telefonlarınıza el koyabilirler. O nedenle dikkat etmek gerek…’ Bir de ödev vermişti bize avukatlar. Üzerine not olan her şeyi gözden geçirmek! Yani “temizlik” yapmak! Avukatların haklı olduğunu hepimiz çok iyi biliyorduk. 

Nitekim işletme bölümlerinde okutulan “Örgütsel Yönetim” ders kitaplarının dahi örgüt üyeliğine delil sayıldığı esprisi, sol siyasetle ilgilenen hemen herkesin bildiği bir espridir. 

Cumhuriyet tarihinin bu espirinin maddi temelleri ile dolu olduğunu söylemeye dahi gerek yok. Daha da somutu, evleri basılan arkadaşlarımızdan biliyorduk ki, polisler kitapların üzerindeki bütün notları, dahası evdeki bütün notları örgütsel delil saymaya meyilliydiler. 

Gerçi, çoğu akademisyen gibi kitapları sayfalarına not alarak okuyan ben dahi kendi yazımı zor okurken, polisler okuyabilirler miydi, bilmiyorum. Ya da okuyamamaları, örneğin çok daha gizli bir örgüte üye olmanın! delili sayılabilir miydi, onu da bilmiyorum. 

14 Ocak 2016’yı 15 Ocak 2016’ya bağlayan geceyi evde polis bekleyerek geçirdik. Böylece otuz dokuzuncu yaşıma da bir şişe şarap eşliğinde sabaha kadar polis bekleyerek girmiş oldum. 

Velhasıl, “Bu suça ortak olmayacağız” metninin her imzacısı, imzasının arkasında kararlılıkla durdu. Bu, bütün bu olan biten içerisinde, üzerinde tartışma olamayacak tek şey belki de. Bu anlamda “imzacılar” kendi haysiyet sınavlarını başarı ile geçtiler. 

Birçok şeyi, hatta bir de imzadaşlarını, sevgili Mehmet Fatih Traş arkadaşımızı kaybetmek pahasına. 

Bilindiği üzere yaşadıklarını gururuna yediremeyen Mehmet Fatih hayatına son verdi bu süreçte. Aşkla çalıştığı Çukurova Üniversitesi’nde bir gurup “haysiyetsiz” Mehmet Fatih’in örgüt üyesi olduğuna hükmetmişti. Yargısız, delilsiz… Ve dersleri elinden alınmıştı Mehmet Fatih’in. İşi, aşkı… 

Yukarıda bahsedilen "haysiyetsizleşme" sadece Çukurova Üniversitesi'ne özgü bir olgu değildi kuşkusuz. Tersine, o dönemde, hızı ve derecesi giderek artan bir “haysiyetsizleşme”nin genel bir eğilim haline geldiğini söylemek pek de yanlış olmaz. 

Örneğin imzanın hemen sonrasında Mersin Üniversitesi rektörünün hakkımızda emniyete suç duyurusunda bulunduğunu öğrenecektik ilerleyen günlerde. Daha sonrasında ise, iki arkadaşımız işten çıkarılacaktı. 

İşten çıkarmalar başladığında, üniversitedeki kıdemli profesör ve doçentlerden oluşan, hepsi de imzacı olan bir heyet, kendisine hukukun üstunlüğünü hatırlatmak üzere Mersin Üniversitesi rektörünü ziyaret etti. Eğer attığımız imzanın hukuken bir bedeli varsa ödemeye razı idik elbet; ama nihayetinde burası dağbaşı değildi, keyfi davranamazdı, davranmaya da teşebbüs etmemeliydi! 

Rektörün verdiği yanıt ise “O imzayı atarak Cumhurbaşkanı’na ihanet ettiniz. Bunun bedelini ödeyeceksiniz. Sizlerin üniversitede hoca olarak kalmaması için elimden gelen her şeyi yapacağım. Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır…” olacaktı. 

Hrant Dink’in katilleri ile özdeşleşmiş bu cümle gösteriyordu ki, rektörün tarafı belliydi. Ve söylediklerini bir dizi rezillik eşliğinde gerçekleştirdi. 

Doçentlik, müdürlük, rektör yardımcılığı, kadro vb. ulufelerle arkasına aldığı "sessizlik ordusu"nun bu gücü hissedebilmesindeki rolü yüksekti elbette. Mersin’de o dönem yaşanan rezilliklerin bir kısmı aşağıdaki blogdan da takip edilebilir: http://mersinuniversitegunlugu.blogspot.com

Gerçi Mersin’de ya da başka üniversitelerde ne yaşandığı çok da önemli değildi. Nihayetinde ülkenin başı, cumhurbaşkanı, çok kısa bir önce toplantı yaptığı, yanlış anımsamıyorsam kaymakamlara, “mevzuata takılmayın” demişti. Bu, elbetteki, tüm bürokratlara verilen bir mesajdı ve o(r) bürokratlar da kendilerine verilen üstü kapalı emrin farkındalardı. 

Elbette sadakatin karşılığını da alarak. Örneğin Mersin Üniversitesi rektörünün, rektörlüğe ilk defa kaç oyla atandığı da dahil, son yıllardaki kariyer çizgisi izlenirse, bu konuda bir parça fikir sahibi olunabilir. 

Velhasıl yukarıda yaşanlanlar ve uzantılarına istinaden aşağıdaki paylaşımı yapacaktım, 27 Temmuz 2016’da: 

***

27 Temmuz 2016 

"Mersin Üniversitesi bugün Barış İçin Akademisyenler inisiyatifi tarafından Ocak ayında deklare edilen 'Bu Suça Ortak Olmayacağız' başlıklı metnin imzacılarından olma onurunu gösteren iki arkadaşımızın (...) daha görevlerine son verdi. 

Mersin Üniversitesi'nin bu sürecin başından bu yana aldığı tavra bakacak olursak şaşırmadığımızı söylemeliyim. Bu kararı alanlar zaten en başta "sizin bu okulda hoca olmamanız için elimden gelen herşeyi yapacağım" demişlerdi. 

Ama bir konu daha var ki, ona şaşırmalı mıyım, şaşırmamalı mıyım bilemiyorum: Büyük sayılabilecek bir üniversite bu. Çalışanların profiline baksanız, modern, kentli, liberal ya da sosyal demokrat 'akademisyenler'. 

Peki bu koca üniversiteden bir tane istifa çıkmaz mı bu olan biten karşısında. Dekanlıktan, bölüm başkanlığından, enstitü müdürlüğünden, bilmem neyin koordinatörlüğünden... Bizim gece bekçisi Hacı amca kadar da mı bilginiz yok 'yahu hoca, sen hocasın, irfan insanısın, konuşacaksın tabii' demeye... 

El kadar öğrenciler kadar da mı cesaretiniz yoktu, abuk sabuk gerekçelerle yargılanan arkadaşlarınızın davalarına, dostlar alışverişte görsün diyerek de olsa, bir görünümlük de olsa kalkıp gelmeye. 

Ne diyeyim... Yuh olsun hepinize! 

Koltuklarınız sizin olsun baylar, bayanlar. Ama sanmayın ki, gidici olan sadece bizleriz... Önce 

gidene sahip çıkmayan, kendisi de gitmeye mahkumdur... Siz susun... Kurtarın bugünü... Gömün kafalarınızı kuma... 

Bugün kafanızı gömdüğünüz yerler çoraklaşıp çöl olduğunda, çölün sıcağından çoraklaşmış kafalarınızı kaldırıp biraz su dilendiğinizde, elinize dökülenin buz gibi bir zemzem suyu olacağını sanıyorsanız, biliniz ki çok yanılıyorsunuz. 

*** 

Hadi şimdi gidip oturun koltuklarınıza... Marş marş... 




26 Temmuz 2019 - "Bu suça ortak olmayacağız" ve "akademi": Anımsamalar I




Atılmamızın ya da hakkımızda açılan uyduruk soruşturmaların altında imzası olan rektör(ler), rektör yardımcıları, yönetim kurulu üyeleri, dekanlar, fakülte yönetim kurulu üyeleri, enstitü müdürleri; 

- derslerde hocalarının neden atıldığını sorgulayan öğrencilere utanmadan ve yalanla "haklarında dosya var" diye yanıt veren "ahlaksız" memur doçentler; 

- daha atılmamızın üzerinden yirmi dört saat geçmeden bir geçmiş olsunu çok görüp dersimize girecek eleman arayan bölüm başkanları, gözünün içine baka baka alternatif arayan ya da dersine göz koyan "bölüm arkadaşları"; 

- aklına gelen her yerde devlet müdahalesi aramaktan burnunun ucundaki devlet yumruğunu görmeyen "liberal akademi tüccarları"; 

- majestelerinin muhalefetinin kenarında gezinen "sosyal demokrat akademi ve siyaset tüccarları"; 

- kendi imzasıyla atıldıktan bir kaç gün sonra, bir "geçmiş olsun", "üzgünüm" bile dememişken, utanmadan telefon açıp "hocam şu sınavları" da yapıversen diyen, diyebilen yönetici bozuntuları; 

- bırak geçmiş olsun demeyi, öğrencilerimiz, canlarımız kadar dahi cesur olup duruşmana gelmeyi, selamını dahi esirgeyen, ama atılıp da sürgünde kendine bir hayat kurmaya çalışırken "oralarda imkan var mı diye" soracak kadar ahlaksızlaşan fakülte "arkadaşları"; 

- imzadan hemen sonra isim isim hedef gösteren iktidar partisi il başkan yardımcıları, o il başkan yardımcısının yakın arkadaşı olsa da "solcu-yurtsever" görünmeye çalışan, ama gene de akademideki konumları sarsılmasın diye bir 'geçmiş olsun' dahi demeyen, bir facebook paylaşımı dahi yapmayan "akademi tüccarları";

Biliyorum utanmayacaksınız... 

Olsun! Hep hatırlatacağız... 

Bu bir olsun, başlangıç olsun: 

***


1 Temmuz 2016


Hey "akademisyen"!... 

Bu ülkeden Pertev Naili Boratavlar, Behice Boranlar, İsmail Beşikçiler, Korkut Boratavlar, Alaattin Şeneller, Haluk Gergerler, Fikret Başkayalar geçti. Bu coğrafyadan 1402'likler geçti. 

Bu ülkede ismindeki "ş" harfi orak çekice benziyor diye dergi de kapatıldı, Sovyetler Birliği ile barış yanlısı bir politika izleyelim diyen gazetenin matbaası da basıldı, tarumar edildi. 

Şimdi de barış isteyen akademisyenler işten atılıyor, hapis tehdidi ile yargılanıyor. 

Sen de meslektaşlarına karşı yasalar önünde herkesin eşit olduğu ilkesini unutarak muamele etmen için baskı altına alınıyorsun. 

Anayasal bir suç işlemeye teşvik ediliyorsun, ama susuyorsun. 

"1940'ların cadı kazanı"nın kaynaması durdu, fokurtuları dindi. 

12 Eylül 1980 karanlığı geçti. 

O kazanları kaynatanların, karanlıkları yaratanların isimleri, bu ülkenin karanlık tarihinin sayfalarına yazıldı, sonra da yırtılıp atıldı. 

Bu günler de geçecek elbet. İsmini tarihte nereye yazdıracaksın, sen karar vereceksin. 

Mesai arkadaşlarının işini, mesleğini kaybetmesine yol açtığı için teşhir edilenler listesine mi, yoksa, bilim insanı olma onuruna, yasa önünde herkesin eşitliği ilkesine uygun davranan bir bireye yakışır şekilde takdir edilenler listesine mi ?

Karar senin. 

Suça ortak olma, gerekiyorsa koltuğu/makamı bırak, istifa et... 

Simit sat, onurlu yaşa !




5 Kasım 2018 - Futbolcunun arabası, karısının ayakları ve 'Yeni Türkiye'nin ahlakı


1990'ların meşhur "orta direk"inin, yani hali vakti "orta karar" olan ücretli ya da küçük esnaf çevresinin sıklıkla kullandığı cümlelerden birisiydi "ayağını yerden kesmek".

Temiz bir ikinci el, ya da uygun taksitlerle yeni bir araba alınması sonrasında özellikle... Alınan ya da alınması planlanan arabanın ardından söylenirdi: "Ayağımızı yerden kessin yeter!"

Geçtiğimiz günlerde önce bir pop müzik şarkıcısı ile ettiği kavga, sonrasında da hastanede, evet hastanede, insanların tedavi edildiği, ameliyat edildiği, nekahet halinde olduğu, uluslararası hukuk kurallarına göre savaşlarda dahi bombalanamayan hastanede, silahını ateşlemekle gündeme gelen futbolcunun aldığı arabanın basında sunumu hatırlattı yukarıdaki cümleleri.


2 Kasım 2018 tarihli Hürriyet'te yayımlanan "Doğum hediyesi 2 milyon TL'lik zırhlı cip!" başlıklı "foto haber"deki ifadeler şu şekilde - ki bu da hayatımızın yenilerinden, eskiden, 1980'lerde fotoromanlar vardı örneğin, asli iş olan haberin yanında okura sunulan-:

"Ünlü futbolcu Arda Turan, eşi Aslıhan Doğan’ın ayaklarını yerden kesti. Turan, doğum hediyesi olarak eşine 2 milyon TL değerinde zırhlı cip sipariş etti...Berkay ile kavga etmesiyle gündeme gelen futbolcu, oğulları Hamza Arda’yı dünyaya getiren eşi Aslıhan Doğan için kesenin ağzını açtı."

Yanlış anlaşılmasın, ideolojik oluyor falan denmesin diye (olmayanı nasıl olacaksa artık) ana akım medyaya bakalım.

BBC Türkçe'den Onur Erem'in Ekim 2018 tarihli haberine göre Türkiye'de asgari ücret 2018 yılı başında 1404 liradan 1603 TL'ye yükselmiş.

Hürriyet Ekonomi'den Hacer Boyacıoğlu'nun Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerinden hareketle hazırladığı 16 Aralık 2017 tarihli habere göre de (12 milyon çalışanın maaşı 3 bin TL’nin altında, yüzde 40 asgari ücretli) Türkiye'de 5.8 milyon kişi asgari ücretle çalışıyor.

İşte bu zatın "eşinin ayaklarını yerden kesmek" için aldığı o araba 1247 adet asgari ücretlinin bir aylık çalışmasına eşit.

"Yeni Türkiye" dediklerinin hal-i pür melali...



06.01.2018 - Demirtaşın vedasına ilişkin...


Demirtaş in HDP başkanlığından ayrılma kararı solda, Hasip Kaplan'in sosyal medyada yer alan talihsiz ifadeleri de dahil, yeni bir tartışmanın,daha dogrusu tartismalar dizisinin başlamasına vesile oldu.

Tartisma, Demirtaş'in başkanlıktan çekilmesine HDP'nin sessiz kalmasini politik ya da ahlaki olarak kabul edilemez bulanlardan, Demirtaş'in hakkını teslim etmek kaydıyla, olağan karşılayanlara kadar genis bir zemine yayilirken, Hasip Kaplan'in sosyal medyada yer alan "HDP kurultayında

Demirtaş’ın yerine sakın bir Türk göz dikmesin,benim naçizane önerim,herkes haddini bilecek..!" sözleri deyim yerindeyse tartismaya tüy dikti.

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki Demirtas'in aday olmama kararina verilen tepkinin yüksekligi HDP acisindan son derece olumlu bir gelisme olarak kabul edilmelidir.

Olumludur, herseyden önce, parti tabaninin kendi baslarina gelen ve gelebilecek devlet baskisina karsi hazirlikli iken, bunu bekliyor ve verili kosullarda bunun "yeni Türkiye"nin "yeni normal" olagani oldugunun farkinda iken, Demirtas'in cekilmesinin bu kadar kolay kabul görmesine hazir olmadiklari. 

Kuskusuz bu durum ayni zamanda bir siyasal katilim ve hatta mobilizasyon bicimidir ve bu anlamda olumlu, ileri bir durumdur. Demek ki insanlar partilerine sahip cikiyor, partilerinin ic islerine müdahil oluyorlar. 

Demirtas'in cezaevine konmasi sürecinde mücadelenin yeterince yükseltilememis olmasi ise, parti - taban iliskisinin cok ötesinde, taban / kitle - devlet arasindaki mücadele pratiklerine iliskin bir sorunsaldir ve birincisine göre son derece karmasik bir toplumsal sürec baglaminda ele alinmalidir... Kuskusuz ele alinmalidir, sadece düzlemler farklidir. 

Demirtas'in baskanliktan cekilme kararinin HDP'nin siyasi hasimlarini, siyasi hasimlarimizi, yani AKP ve CHP'yi mutlu etmis olmasina da bu baglamda dikkat cekmek gerekmektedir. Kuskusuz bu kendileri acisindan bir moral üstünlüktür. "Seni baskan yaptirmayacagiz" iddiasindan baskanliktan olmaya giden yolun bu derece kolay kabul görmesi, elbette AKP (ve simbiyotik ortagi CHP) acisindan sevindirici bir gelismedir. 

Bu satirlarin yazari dahil, Ayhan Bilgen'in talihsiz aciklamasindaki ifadeleri ile konusacak olursak, "klavye basindakiler"in itiraz ettigi nokta tam da burasidir: 

HDP, AKP ve CHP'yi, "yeni Türkiye"nin bu simbiyotik ortaklarini mutlu edecek, onlara psikolojik üstünlük hissi veren bir kararda neden israr edilsin. 

Selahattin Demirtaş'ın HDP başkanlığından ayrılacak olması kendisinin tek basina aldigi bir karar mi yoksa dogrudan ya da dolayli, acik ya da zimni, parti icerisinde cesitli platformlarda yürütülen tartismalar sonucunda fiilen aciga cikan bir sonuc mu, bu isin elbette ayri bir boyutu. Ancak, Kürt siyasetini izleyenler acisindan, bu ayrilik kararinin gecmiste kimi isaretleri oldugunu söylemek mümkün. 

***

Öte yandan, evet, siyaseti kişilere indirgememek, kişi kültüne bulaşmamak iyidir.

Üstelik, evet, her başarılı toplumsal hareket, farklı zamanlarda öne çıkıp dönemin görevlerini üstlenecek liderlerini ve "organik aydınlarını" yaratmayı becermelidir, bu açıdan kişilere takılıp kalmalidir, doğru...

Her siyaset gibi HDP ya da daha genel anlamda Kürt siyaseti, Demirtas da dahil, kisilerle degil, fikri donanimin, programatik yönelimin ve politik dogrultunun dogrulugu ile kendisini var edebilir...

Kabul...

Bu baglamda daha cok sey söylenebilir elbet...

Bununla birlikte, Demirtaş'in başkanlıktan alınmasını sadece Demirtaş'ın ne kadar iyi bir başkan olduğu ile değil, Kürt siyasetinin son yıllarda içine girdiği yönelim bağlamında tartışmak gerekir.

Dolayisiyla Demirtasin baskanliktan cekilmesinin böylesine hayirhah karsilanmasina gösterilen tepkilerin de en geniş anlamda Kürt siyasi hareketinin en önemli becerilerinden birisi olan, "oyun kurma" ve "siyaset belirleme" becerisini son yıllarda Türkiye bağlaminda kaybediyor olusuna iliskin kaygilarla okumak gerekli.

En genel manada Kürt siyasetinin şimdiye kadar devletin askeri ya da siyasi bütün imha politikalarından büyüyerek çıkmasinda, süreci ve karşı tarafın hamlelerini iyi analiz etmekle kalmayıp, karşi siyaset üretebilme becerisi gösterebilmesiyle gerceklestigi genel kabul gören bir durum.

Ancak, son süreçte, Türkiye dışına, özellikle de Suriye'ye bakıldığında farkli olmakla birlikte,

Türkiye bağlamında, Kürt siyasetinin, "oyun" ya da "siyaset" kuran ve belirleyen olmaktan ziyade belirlenen, siyasete, "oyuna" dahil olan oldugunu söylemek mümkün.

Bununla birlikte, Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt siyasetinin siyaset ölçegine bakıldığında, sadece önceliklerin degil, zaman zaman yönelimlerin de farklılaşması anlaşılabilir birşey.

Ancak bu durum, dört parçada siyaset yapıyor olmanın zorunlu kıldıği, özgünlükleri dikkate alma ve her bir parçada bu özgünlüklere uygun siyaset geliştirme zorunluluğunu ortadan kaldırmaz, kaldırmamalı.

***

Demirtas'in kararina verilen tepkilerin HDP icerisinde oldugu sir olmayan farkli ideolojik konumlanmalarla bireber örtüstügünü söylemek de pek mümkün görünmüyor.

Yani, örnegin, HDP icerisinde, varoldugu bilinen Türkiye sosyalist hareketi ile birlikte siyaset yapilmasina pek de sicak bakmayan kesimler ya da liberal kesimler su pozisonu aliyor da bir blok olarak sosyalistler bu pozisyonu aliyor denecek bir durum söz konusu degil.

Tersine, HDP'yi destekleyen hatiri sayilir bir sosyalist kitle, Demirtas'in kararinin parti tarafindan kabul edilmemesi gerektigi yönünde fikir belirtiyor cesitli platformlarda.

Bunun önemli aciklamalarindan birisinin, Haziran seçimlerinin gösterdigi üzere büyük umutlar yaratan Türkiyelileşme yöneliminin hayata geçmesinde Demirtaş'in "doğru yerde doğru insan bulundurma" kuralına çok uygun bir kişi olmasi oldugunu söylemek fazlasiyla mümkün. 

Kaldi ki, sadece parti olarak HDP'nin değil; ama birey olarak da Demirtaş'ın AKP'nin bu kadar hedefinde olmasının nedenlerinden birisi de buydu...

Ikinci ve daha önemlisi ise, Demirtas'ta israr edenlerin, asil derdinin Demirtas olmaktan ziyade, Haziran secimleri döneminde, AKPnin "yeni Türkiye"si karsisinda aciga cikan "yeni yasam" umut ve söyleminin, güclü bur programa dayaniyor olmasina, bu anlamda, evet, kisilerle ilgili olmamasina ragmen, bu politikalarin Demirtas ile özdeslestiriliyor olmasinadir.

Bir baska ifadeyle, israr Demirtas israrindan ziyade, Haziran secimleri öncesinde yakalanan ve hepimize büyük umut veren siyasal cizgiye iliskindir, daha dogrusu oraya dair bir özlemin ifadesidir.

Evet, elbette o dönemden cikilmasi AKP'nin masayi devirmesiyle, diz cöktüremedigi, baskanlik secimleri ve Kürt meselesinin sisteme uygun cözümü noktasinda istedigi cizgiye cekemedigi Kürt hareketini tasfiye girisimiyle ilgilidir. 

Dogru...

Dogru olmasina dogru ama; Haziran secimleri sonrasinda, "masa"nin bu tarafinin da yaptigi tespitlere ve Türkiye özgünlügünde, girdigi yönelimin tartisilmasina olan ihtiyac, ne kadar yadsinabilir, orasi muglak.

Dolayisiyla, kitle memnun degilken, siyasi hasimlar memnunken, tartisilmasi gereken kimi seyler varken, Demirtas'in iceride olmasini Kürt hareketini yeniden batıda da mesrulaştıracak bir kampanyaya dönüştürüp, barışın ve çözümün imkanlarını zorlayıp tartıştırmaktansa, bu esnada da Haziran sonrasinda masanin bu tarafinda yanlis giden seyler var mi diye tartismaktansa, Demirtaş'ın başkanlıktan cekilmesine bu kadar kolay yol vermek, doğru bir siyaset gibi görünmüyor.

Yani "mesele Demirtaş değil".

Kaldi ki, HDP icerisinde, Demirta'sin baskan olarak kalmasi gerektigini düsünenlerin önemli bir kisminin da kabul ettigi gibi, bu israr Demirtas'in eksik biraktiklari ya da baskanlik biciminin elestirilmesi gereken noktalari olmadigi anlamina gelmiyor.

Demirtas'in sevildigi, hakli bir sekilde, kabul gördügü dogru olmasina dogru; ama asil mesele Demirtasin ayrilmasinin bu kadar kolay kabul görmesinin siyaseten doğru bir hamle olup olmamasi...

Ve bu baglamda, hem taban hem de siyasi hasimlar, bize birseyler söylüyor.

Düzünden ve tersinden kulak vermekte fayda var.

***

Bu noktada bir kac söz de Hasip Kaplan'in talihsiz ifadelerine. Evet, Kaplan'in ifadeleri, en genis anlamda Kürt siyasi hareketinin yönelimleri ile de HDP'nin programatik yönelimleri ile de uyumlu degildir. Yillardir, "demokratik ulus", ulus devletin reddi, "demokratik modernite" gibi kavramlar cercevesinde siyaset kuran bir hareketin yaklasimi ile son derece tutarsiz olsa da, Kaplan'in söylemi, bizlere bir isaret de veriyor.

Hasip Kaplan'in özellikle de Kürt meselesi baglaminda aciga cikan sorunlarda elini tasin altina koymaktan kacinmayan sosyal demorat bir siyasetci olduguna kimsenin bir itirazi olmamasi gerekir.

Bununla birlikte Kaplan'in cikisinin Kürt halki icerisinde de yaginlik kazandigi söylnebilecek bir egilimin, birlikte olacagina dair umutsuzlugun ya da "birlikte olmayacagi"na dair güclü inancin kazandigi mesruiyetin bir göstergesi olarak okumamak icin bir gerekce bulunmuyor. Kuskusuz bu konunun Kaplan'in ifadesiyle "Türkler" tarafindan üzerinde düsünülmesi gereken kismini ifade ediyor.

Ancak, Kaplan'in da düsünmesi gereken kisimlar var. Kürt siyaseti acisindan Güney Afrika baris ve cözüm süreci önemli bir örnek ifade eder. Bu satirlarin yazari ise, cesitli akademik ve politik cesitli platformlarda uzun zaman üzerine calistigi Güney Afrika modelinin Kürt sorununun cözümü icin ideal bir örnek olamayacagini dile getirdi. Nedeni acikti; cünkü Güney Afrika, bizzat Güney Afrikali elestirel sosyal bilimcilerin ifadesiyle "pazarlikla gelen" bir baristi "bölünmüs bir toplumda bir anayasal mühendislikti". Kuskusuz pazarliksiz baris olmaz.... Ancak, neyin pazarligi oldugu önemlidir: Pazarlik, iktisadi anlamda eski yapinin ayni kalmasi, ve gene Güney Afrikali sosyal bilimciler arasinda yaygin kabul gördügü tanimiyla "yeni Güney Afrika"nin, ekonomisini beyazlarin yönettigi, siyasetin ise sihalar tarafinda idare edildigi bir ypi olarak tasaranmasi idi. Bu anlamda, irkciligi ortaya cikaran ve kolonyal gecmisin mirasi olan hicbirseye dokunulmayacakti, öyle de oldu.

Kuskusuz irkcilik karsiti mücadelenin öncü gücü Afrika Ulusal Kongresi ve onun efsanevi lideri Nelson Mandela, bu sürecin en önemli tasiyicisi olurken, 1990'li yillara liberal kimlik kuramlarinin, yani ulusal sorunu sinifsal baglamindan koparan yaklasimlarin bir zaferini hediye edeceklerdi. Bütün bu yasnanlarin en önemli kanitlarindan birisi ise, 2012 yilinda grevci ve silahsiz 34 siyah maden iscisinin gene siyah polisler tarafindan tarandigi Marikana Katliami olacakti. DÜnyanin en büyük platin madenlerinden birisi olan bu madenin en büyük ortagi ise bir zamanlar Nelson Mandela'nin sag kolu olan Cyril Ramaphosa idi.

Bütün bunlara ragmen Nelson Mandela hakli olarak efsanevi bir liderdi. Sadece Roben Adasi'nda 27 yil hücrede tutuklu kaldigi icin degil. Bunun yaninda, ülkedeki her beyazi potansiyel düsman olarak gören, "her kolonyaliste bir kursun" slogani atan, anti-komünist siyah milliyetcilerinin mücadelenin beyazlarla birlikta yürütülmesine karsi tutumlarina karsin su sözleri sarfedebilmesi idi:

"Biz Güney Afrika'da yalnizca siyahlarin hakki icin mücadele etmiyoruz. Güney Afrika siyah ya da beyaz üzerinde yasayan herkesin ülkesidir ve biz hepimizin özgürlügü icin mücadele ediyoruz".

Mandela'nin bu sözleri özellikle ve bu sözleri ile tutarli politik tutumu, 1990 - 1994 yillari arasinda yasanmasi beklenen korkunc ic savasin önlenmesinde oldukca önemli bir rol oynayacakti.

Bugünkü Güney Afrika'nin icler acisi hali mi?

Kuskusuz Mandela'nin yukarida aktardigimiz sözlerinin degil, mücadelenin öncü örgütü Afrika Ulusal Kongresi'nin (ANC) politikalari ile, neredeyse tüm hükmünü kaybederek resmi bir parti halini alan Güney Afrika Komünist Partisi'ni sol saymayacaksak, sol arasinda olusan makastir.

Yani ulusal mesele ile sinifsal mesele arasinda giderek acilan makas.



20 Kasım 2017 - Bir haber...


Bu sabah sevgili avukat(im) dostumdan yaklasik dört sene önce Ordu Üniversitesi'ne karsi actigim, atanmama isleminin yürütmesini durdurma davasini bir süre önce kazanmis oldugumu ögrendim.

Ilgili ana bilim dalina iliskin ilan edilen tek kadro ve bu kadroya tarafimdan yapilmis tek basvuru vardi.

Dil sinavi sonrasinda dekanlik tarafindan olusturulan jüri, rektörlük tarafindan bozulmustu.

Rektörün dayattigi yeni jüri üyesi, doktoramin Iktisat anabiliminden olmasi nedeniyle atanmamam gerektigini yazmisti raporuna.

Oysa ilandaki sartlardan birisi buydu... Iktisat doktorasina sahip olmak.

Dava acarken jüri raporlarini da istemistik. Önce, göndermediler. Jüri üyelerinin degerlendirme yapma özgürlügünün ihlal edilmesi anlamina gelebilecegi gibi son derece "demokratik" bir gerekceyle!

Oysa yasaya göre seffaf olmasi gerekiyordu.

Buna da itiraz edince, gönderdikleri yanitta jüri raporlari ektedir dediler; ama yoktu...

Eke koymamislardi...

Ama en azindan o dönemlerde rektörle habire fotolari yayimlanan mahkeme üyesinin de imzaladigi Idare Mahkemesi kararinin aksine Bölge Idare Mahkemesi karari lehimeydi.

30 gün icinde yapmalari gereken atamami yaklasik alti ay sonra yaptilar. Tabii o süre zarfinda eldekini avuctakini tüketip, benzetmek gibi olmasin, bakkal ile "tasra AVM"si arasinda gidip gelen ya da gelemeyen özel bir üniversitede is bulmustum...

Ilerleyen dönemlerde Ordu Üniversitesi'nin pek kiymetli jüri raporlari da elime ulasti.

Rektörlük baskisina ragmen üc kisilik jürinin ikisi olumlu rapor yazmisti...

Jüri raporlarinin oy coklugu ile lehime olmasina ragmen, fakülte yönetim kurulu, gene oy coklugu ile atamamin yapilmamasini istemis, rektör de atamamisti.

Tabii bu arada, dava bir türlü ilerlemiyordu.

Belli ki, Almanya'ya gelmeden kisa bir süre önce mahkemeye ugrayip, ne oldu bizm dosya diye sormasam öyle kalip duracakti sümen altinda...

Tabii bu arada, belli ki, mahkeme, davayi actiktan yaklasik dört yil sonra bu karari vermeye hazirlanirken, bu sefer berikiler tarafindan atildim...

Derken efendim...

Öyle iste...




7 Ekim 2017 - ÖDP, Kürt sorunu ve savaş üzerine


ÖDP ve Kürt sorunu üzerine Fadil Öztürk`ün Artigercek sitesinde yazdiklarinin animsattiklari:

ÖDP`nin 2000'lerin basindaki büyük ayrismasinda Kürt sorunu merkezi denebilecek bir yer isgal ediyordu... 2010 referandumunda, "yetmez ama evet" sacmaliginin yaninda beliren "boykot" ve "hayir" tartismalarinda da Kürt siyasi hareketini stratejik müttefik olarak görme ya da görmeme meselesi de önemli bir belirleyici idi. Ve orada olusan "boykot" blogu bugün 'büyük ölcüde' HDP / HDK'de temsil ediliyor. Yani Kürt meselesi sosyalist hareketi sürekli yeniden karmaya devam ediyor.

***

Ibrahim Karagül'ün Yenisafak'ta yayimladigi "Ne yani Afrin’de değil Anadolu’da mı savaşalım? Bize bunu mu diyorsunuz?" baslikli yazisinin düsündürdügü

Ille savasacak... Beriki de, büyügü, en büyügü yani, baskan Selo'nun deyimiyle ortaokul talebesi gibi tutturmustu "ille de baskan olacagim" diye...

Demokratik yoldan Selo baskanin verdigi "seni baskan yaptirmayacagiz" sözü tutulunca, oyunu bozdu, hir, gür, kavga (savas) cikardi, misketleri (oylari) (c)aldi, baskan oldu; ama mesruiyet hala saglanabilmis degil.

Yukarisinin iki sene öncesindeki "baskan olacagim" tutturmasina, asagidaki zevat hala savas tamtamlari calarak eslik ediyor... "Kurtulus savasi veriyoruz" nidalariyla...

Ne diyelim bilemedim:

"Evladim ne Afrinde de savas, ne Anadolu'da", otur iste evinde baris icinde dedik, olmadi.

Savas meydanini gezen Büyük Iskender'in, meydana bakip hocasi Aristo'ya "usta bu nedir" diye sormasi sonrasinda "usta"nin verdigi "zafer ya da hic" yanitini hatirlatsak, o da olmaz, ortada (neyse ki) bir zafer yok...

Iyisi, vali olmus bir adamin babasini ayagina cagirmasi sonrasinda babanin verdigi yanittan hareket eden bir Anadolu hikayesinden faydalanmak:

"Ben sana savasamazsin demedim..."




4 Ekim 2017 - Murat Yetkin'in Talabani üzerine yazdıklarının düşündürdükleri


Hem yazina "Kürt siyasetinin ´Mam Celal Celal Amcası` Celal Talabani" diye baslayip sanki bir halkin saygi duydugu bir kisilige saygi duyuyormus gibi görüneceksin hem de "...Bu vefat, yalnızca Kürt siyaset sahnesini yalnızca Barzani’ye bırakmakla kalmadı, aynı zamanda Barzani’yi gerektiğinde iyi polis - kötü polis oynayacak ortağından da mahrum bıraktı" sözleri ile, ayni kisiyi, muhatabini kandirmaya calisan, samimiyetsiz birisi gibi göstereceksin. 

Tek kelime ile, ayiptir. 

Kendi adima Murat Yetkin'i takip etmeye calistim hep, Ankara gazeteciligi ekolünden diye... Ama özellikle son bir yildaki, üstü örtülü AKP'li dili ve inceltilmis ulusalciligi artik iyiden iyiye rahatsiz etmeye basladi.



22 Eylül 2017 - MGK Karari'na iliskin 


Bugünkü MGK kararinda söyle bir ifade var:

"...tüm Irak’ın; Araplar, Kürtler, Türkmenler, Ezidiler, Keldaniler, Süryaniler ve diğer toplumsal gruplardan oluşan çoğulcu yapısının, ancak ülkenin toprak bütünlüğü temelinde korunabileceği belirtilmiştir."

Sözkonusu olan Türkiye olunca "Kürt yoktur, kart-kurt vardir"; "Irak'in toprak bütünlügü" olunca "Kürtler"... Öyle mi?

Bu cogulculuk Türkiye'ye lazim mi degil yoksa Türkiye'nin toprak bütünlügünden vaz mi gectiniz?




31 Agustos 2017 - Çagdas Roy Dranatlar 



Nazim Hikmet Benerci Kendini Nicin Öldürdü isimli siirinde, Roy Dranat'i su sözlerle tanitir okuyucularina: "Roy Dranat, Benerci'nin eski bir kavga arkadaşıydı. Fakat sonra, galiba korktu, galiba sabrı tükendi ve galiba ruhunu satıp rahatı bulmak fırsatını ele geçirdi. Kavgadan ayrıldı. Şimdi ROY DRANAT, İngiliz emperyalizminin emrinde, sakalsız, pelerinsiz ve kılıçsız, rahatını arayan zavallı, mustarip bir Faust'tur."

Siirin ilerleyen kisimlarinda ise Benerci ile Roy Dranat bir kösebasinda karsilasir ve havagazi fenerinin altinda dururlar. Sonrasinda ise Roy Dranat'in Benerci'ye hitaben dile getirdigi su satirlari döker kagida üstat: 

"...Fakat, ben 'dünyayı düzeltecek ben mi kaldım'a kadar düştüm. Mümkündür ki, 'beş parmak bir olmaz'a kadar da alçalayım. Amma, bana öyle geliyor ki, sizin hakkınız var. Allahaısmarladık Benerci. Ben bu tarafa sapıp yoluma gidiyorum, sen de yoluna git.. "

Roy Dranat yerlere kadar eğilerek Benerci'yi selamladıktan sonra sallanarak uzaklasir. 

***

Ne zaman eski Birgün yazari ve simdi cumhusbaskaninin danismani olan Cemil Ertem'in bir yazisini okusam Roy Dranat'i anarim. Ama Ertem'in bugükü Milliyet'e yazdigi su satirlari okuyunca, daha bir güclü andim, özellikle de "bes parmak" mevzuu baglaminda. Söyle yazmis Ertem: 

"Adil bir iktisadi sistem piyasanın sonucu değildir; tam aksine, adil bir iktisadi sistemin zorunlu sonucu kesintisiz ve krizsiz işleyen bir piyasadır." 


***

2006 yilinda sendika.org'da yazdigim, "Kapitalizmin sis perdesi: Mikro Kredi" baslikli bir yazida Ertem icin sunlari yazmisim: 

"Örneğin Birgün Gazetesi’nden Cemil Ertem mikro krediyi oldukça arı bir dille ve sistemin mantığını çok iyi özetleyen bir hikâye ile kutsadı: 'Şu meşhur hikâyeyi bilirsiniz, denizin geri çekilmesi ile kıyıda kurumak üzere olan denizyıldızlarını denize atan adamın hikâyesini. ‘Ne yapıyorsun tek tek denize atmakla bir şeyi değiştiremezsin binlerce var’ diyenlere verdiği cevap çarpıcıdır. Elindeki deniz-yıldızını var gücüyle denize fırlatır ve ‘bak’ der, ‘binlercesi için değil ama bunun için çok şey değişti(4) .' Mikro kredi ile ilgili değerlendirmelerimizi -şimdilik- saklı tutarak Ertem’in bir şeyi unuttuğunu belirtmek gerekiyor: Med-cezir, tıpkı kapitalist sistemin krizleri gibi, sürekli ve yapısaldır. Dolayısıyla her “cezir”de kumsallar yeniden binlerce denizyıldızı ile dolacaktır. Ardından gelen “med” bazılarını yeniden denizle buluşturabilirse de; bu sürede büyük ihtimalle çoğu susuzluktan ölmüş olacaktır."

***

Ilginc bir tesadüf ki ayni yazida, 2010 yilinda Abdullah Gül tarafindan Anayasa Mahkemesi üyesi olarak atanan, 2015 yilinda da gene AKP tarafindan Anayasa Mahkemesi Baskanlik vekilligine atanan Sakarya Üniversitesi ögretim üyelerinden Engin Yildirim'i da anmisim, su sözlerle: 

Konuya Radikal İki’de yayınlanan 'Nobel, İktisat ve Araçsal Akılcılık' başlıklı yazısında değinen Engin Yıldırım ise '…yoksulluk sorunu, istisnaları bir kenara koyarsak, ekonomi gibi ‘hard’ bir sosyal bilimden ziyade sosyal politika adı verilen ‘soft’ bir disiplinler arası alana bırakılıyor. Zaten, sosyal politika da, ülkemizde bu alandaki ders kitaplarının bazılarında yazdığı gibi bir ‘barış’ alanıdır. Muhammed Yunusların Nobel Barış Ödülü değil, Nobel Ekonomi Ödülü aldığı bir dünyada, yoksulluk meselesinin çözümü yönünde gerekli olan zihniyet değişikliğinin adımı atılmış olacaktır' sözleri ile meseleye metodolojik açıdan yaklaşmayı tercih etti. Hem de, bir yandan Muhammed Yunus’u kutsadı bir yandan da, bir barış alanı olarak ilan ettiği sosyal politikaya karşın ekonomiyi. Yıldırım’ın sosyal politikayı bir barış alanı olarak görmesine söyleyecek sözümüz yok. Ancak, mikro kredi ile ilgili yazdıklarına dair eleştirimizi şimdilik saklı tutmak kaydıyla, ekonomiyi sosyal bilim olarak tanımlaması üzerinde biraz durmak gerekiyor. Bu noktada öncelikle, 'politik iktisat'tan 'ekonomi'ye ('iktisat'a) geçişin kapitalist gelişme sürecinde ekonomi ile politikanın birbirinden ayrı alanlar olarak tanımlanmasının sonucunda yaşandığını hatırlamak gerekiyor. Bir de aynı dönemde yüceltilen 'rasyonellik' ilkesinin etkisiyle, ekonominin politik süreçlerden ayrıymışçasına ele alınmasını sağlayan bu bölünmenin sosyal bilimlerin diğer alanlarında da yansımasını bulduğunu. Örneğin, yaşanan sınıf mücadelelerini kontrol altına alma işlevinin sosyolojiye; iktisattan soyutlanan politik süreçleri anlama işlevinin siyaset bilimine; coğrafi keşiflerle birlikte tanışılan yeni kültürlere ait bireyleri, dışarıdan bir bakışla anlama işlevinin antropolojiye verildiğini. Dolayısıyla 'ekonomi' tanımlaması sosyal gerçekliğin bütünsel olarak anlaşılmasının reddine dayanır, bu anlamda başlı başına bir sosyal bilim değil, sosyal bilimlerin bir disiplinidir. Ve eğer Yıldırım’ın bakış açsından bakacak olursak, Muhammed Yunus’a Nobel Barış Ödülü yerine Nobel Ekonomi Ödülü’nün verilmesi gerçekten anlamlı olacaktır. Çünkü böylelikle olguları, içinde belirdiği yapılardan ve sahip olduğu ilişkiselliklerden hareketle analiz etmekten günden güne uzaklaşan 'ekonomi' disiplini, yoksulluk olgusunu da içinde oluştuğu yapı ile, yani kapitalist sistem ile birlikte anmayan bir politika aracını kutsayarak, kendisiye tutarlı bir iş yapmış olacaktır. Bir diğer ifade ile 'yoksulluk meselesinin çözümü yönünde gerekli olan zihniyet değişikliğinin adımı'nı attığını değil ama 'yoksulluk' olarak tanımlanan olguyu nasıl da bağlamından kopararak, sanki onu üreten kapitalist ilişkiler bütünü değilmişçesine ele aldığını, en üst düzeyde teyit etmiş olacaktır."


***

O zamanlar, "yahu hadi Engin Yildirim neyse de, Birgün yazarina karsi bu agresiflik ne" diye soran dostlar olmustu... 

Oysa "cagdas Roy Dranat"in gelecegi yer o zamandan bu yana öyle acikti ki... Birgün'den önce Taraf'a sonra Saray'a ordan da Milliyet'e uctu... Uctukca düserek... Sirasi karismis olabilir... 

Gerci bu kadar uzun bir facebook mesajini hak eder miydi, o konuda da benim kafam karisti ya...

***

Bu arada hem Roy Dranatlari ve elbet Benercileri tarihsel baglamda görmek icin hem de bir Nazim siiri üzerinden Türkiye sosyalist hareketinin erken dönemlerinde gezinti yapmak icin Emin Karaca'nin Nazim Hikmet Siirinde Gizli Tarih kitabini da yeniden hatirlatmis olayim...



13.12.2016 - Kral Oidipus üzerine kısa notlar...


Friedrich Engels'in de belirttiği üzere, Sofokles'in Oidipus'u, Yunan medeniyetinde özel mülkiyetin ortaya çıktığı bir dönemde, üretim ilişkileri paralelinde soyun, dolayısıyla maddi hayatın en önemli bileşenlerinden birisinin yeniden üretim mekanizması olarak ailenin aldığı yeni biçimin de hikayesidir aynı zamanda.

Özel mülkiyetin olmadığı dönemlerde, aile biçimi aynı kandan olanların evliliklerine/ilişkilerine dayalı kandaş ailedir.

Oidipus'un yazıldığı dönem ise, özel mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkmanın da ötesinde kurumlaştığı, bunun paralelinde, devletin ortaya çıktığı, maddi hayatın bileşenlerinden birisi olan soyun yeniden üretiminin temel mekanizması olarak aile ilişkilerinin de yeni bir biçime büründüğü bir zaman dilimidir.

Bu bağlamda Oidipus, insanın doğa ve insan ile kurduğu ilişkiler bütünün bir önceki döneminin aile yapısı olan kandaş aile biçiminin lanetlenişini resmeder bize. 

Babasını öldürüp tanımadığı annesi ile evlenen, dolayısıyla kardeşlerinin babası konumuna ulaşan Oidipus'un hem kendisini lanetlemesi hem de bu lanetlenişinin kabul görüşünü...

Nitekim artı ürün olgusu ile birlikte açığa çıkan özel mülkiyet ilişkilerinin sürekli kılınması, soyun başka biçimde üretiminin zorunluluğunu da beraberinde getirecektir.

Engels'in kadının özel mülkiyet ilişkileri temelinde zincire vuruluşunun da ilk adımı olarak tanımladığı çekirdek aile biçiminden başka bir şey değildir bu... 

Aynı dönemin bir başka edebi ürünü Zincire Vurulmuş Prometheus ise, güç ile akıl ilişkisini ele alır.

İktidara gelen Zeus'tan, bütün sanatların kaynağı olan ateşi çalıp ölümlülere vermiştir Prometheus.

Üstelik ölümlülere umudu vererek onları ölüm üzünüsünden kurtarmıştır Prometheus.

Bunun üzerine, kendisine babasının, yani, özel mülkiyete dayalı ve soyun anadan türediği eski aile biçiminin yerini almış olan çekirdek ailenin başını dinlemediği için kızgın olan kardeşi H. ile, Zeus'un temsilcisi olan K. tarafından zincire vurulur Premetheus.

Nitekim, ateşi ölümlülere vererek düzeni bozmuştur. Üstelik, akıl ile davranmış, diline engel koymamış.

Düzeni bozmanın cezası ise, zincire vurulmaktır. 



13.12.2016 - Barışın Akademisyeni Olmak...


BAK tarafından kaleme alınmakla birlikte BAK'ı ziyadesiyle aşan metnimizin vurgularından birisi "müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz" ifadesi idi. 

Bir başka ifadeyle kamuoyuna gönüllü gözlemci olma talebi dile getirildi.

Gelinen süreçte, neler olduğunu hepimiz biliyor, yaşıyoruz. 

Bırakalım bağımsız gözlemcilik mekanizmasını, savaş giderek daha da yıkıcı hale geldi, bizler de hergün darbe üstüne darbe yiyoruz. 

Ama bu darbeleri yiyor olmak, bizleri, dayanışma faaliyetleri örmekten ya da dayanışma akademileri gibi oluşumları hayata geçirme çabasından alıkoymuyor. 

Bunlar çok kıymetli elbet; ama nasıl ki, üniversitelerden kovulmamız bizi bilgi üretme ve bunu dolaşıma sokma, kendi akademimizi hayata geçirme çabasından alıkoymuyorsa, bağımsız gözlemci talebimizin yerine getirilmemesi, bizi gönüllü gözlemciler olmaktan, dahası savaşın toplumsal maliyetine ya da barışın toplumsal kazanımlarına ilişkin bilgi üretmekten, gözlemcilik yapmaktan ve bu yolla sürece müdahil olmaktan alıkoymamalı. 

11 Ocak 2016 tarihi itibarıyla dile dökülen güçlü çıkışın devamı nasıl gelir, akademisyenler/araştırmacılar olarak bu süreci durdurmaya dönük müdahaleyi nasıl yapabiliriz soruları etrafında akıl yürütme gerekiyor.

Bu anlamda, "dedim ve ruhumu kurtardım" tavrından uzaklaşarak, "süregiden savaşın sosyal tahribatı", "yeniden barış ve müzakereler için yol haritası", "savaşın tarihsel nedenleri", "dünyadaki barış deneyimleri", "savaşın toplumsal cinsiyet boyutu", "çocuk gelişimi açısından etkileri" gibi, elbette fazlasıyla çeşitlendirilebilecek başlıklarda çalışmalar yapmaya yönelmemiz, dayanışma akademilerini bu çalışmaların sorunsalını ya da sonuçlarını kamuoyu ile paylaşılacak etkinlikler şeklinde kurgulanmasında fayda var.

Böylesi bir çaba; 

- "Barış için akademisyen"liğin kuvveden fiile geçmesine,

- Sözümüzün daha geniş bir alanda karşılık bulmasına, 

- Akademisyenin asli işlevi olan bilgi üretimi misyonunu, toplumsal bir sorunu merkeze alarak yerine getirmemize, daha geniş bir zemine ulaşabilmemize, 

- Sözü duyan taraflara, üretilen bilgi çerçevesinde çağrıda/davette bulunma imkanı elde edilmesine, 

- Uzunca bir süredir konuşulan alternatif akademi için uzun erimli, kolektif bir çalışma alanı oluşturulmasına, belki bu bağlamda fonlar bulunmasına ve böylelikle, sürekli yurtdışında pozisyon aramaktansa, barış sürecinin örülmesine filli katkıda bulunmaya çabalayarak, burada kalmanın koşullarının yaratılmasına katkıda bulunabilir.

Alternatif akademiler yaratmak, dayanışmak yanında, sürece yaptığımız çıkışın altını dolduracak şekilde, akademisyen kimliği ve (bilgi üretme) eylemimi ile müdahil olmak ve sözü de buradan kurmak...


28 Temmuz 2016 - Mersin Üniversitesi'nde "akademisyen" olmak... 


Mersin Üniversitesi bugün Barış İçin Akademisyenler inisiyatifi tarafından Ocak ayında deklare edilen "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı metnin imzacılarından olma onurunu gösteren iki arkadaşımızın (...) daha görevlerine son verdi.

Mersin Üniversitesi'nin bu sürecin başından bu yana aldığı tavra bakacak olursak şaşırmadığımızı söylemeliyim. Bu kararı alanlar zaten en başta "sizin bu okulda hoca olmamanız için elimden gelen herşeyi yapacağım" demişlerdi.

Ama bir konu daha var ki, ona şaşırmalı mıyım, şaşırmamalı mıyım bilemiyorum:

Büyük sayılabilecek bir üniversite bu. Çalışanların profiline baksanız, modern, kentli, liberal ya da sosyal demokrat "akademisyenler".

Peki bu koca üniversiteden bir tane istifa çıkmaz mı bu olan biten karşısında. Dekanlıktan, bölüm başkanlığından, enstitü müdürlüğünden, bilmem neyin koordinatörlüğünden...

Bizim gece bekçisi Hacı amca kadar da mı bilginiz yok "yahu hoca, sen hocasın, irfan insanısın, konuşacaksın tabii" demeye...

El kadar öğrenciler kadar da mı cesaretiniz yoktu, abuk sabuk gerekçelerle yargılanan arkadaşlarınızın davalarına, dostlar alışverişte görsün diyerek de olsa, bir görünümlük de olsa kalkıp gelmeye.

Ne diyeyim... Yuh olsun hepinize!

Koltuklarınız sizin olsun baylar, bayanlar. Ama sanmayın ki, gidici olan sadece bizleriz... Önce gidene sahip çıkmayan, kendisi de gitmeye mahkumdur... Siz susun... Kurtarın bugünü... Gömün kafalarınızı kuma...

Bugün kafanızı gömdüğünüz yerler çoraklaşıp çöl olduğunda, çölün sıcağından çoraklaşmış kafalarınızı kaldırıp biraz su dilendiğinizde, elinize dökülenin buz gibi bir zemzem suyu olacağını sanıyorsanız, biliniz ki çok yanılıyorsunuz.

***

Hadi şimdi gidip oturun koltuklarınıza... Marş marş...


30 Agustos 2015 - Ölüyoruz

Ne çok ölüyoruz bu aralar... Roboski'de öldük... Soma'da öldük...Kobane'de, Rojava'da, Suruç'ta, Gever'de, Mardin'de, Silvan'da... Hep öldük... Hem de çok öldük... 

Vurdular öldük, gömdüler öldük... Savaşın dediler öldük... Ölün dediler, öldük... Yerin dibine gidin, kömür olun dediler, öldük... İnşa edin dediler, gizliden, sessiz sedasız öldük. Bedenlerimize işkence ettiler, ölmüştük, bir daha öldük... Çocuktuk, oynayacaktık, öldük... Çocuktuk, yoksulduk, çalışıp ekmek parası kazanacaktık, gene öldük... Öğrenciydik, öldük... İşçiydik, öldük... Kürttük, öldük... Ermeniydik, zaten ölmüştük, hem de çok ölmüştük... Türktük, mesleğiniz budur, savaşın dediler, hepiniz asker doğdunuz dediler, öldük... 

Bu aralar çok öldük... 

Öldükçe biz, bu ülkenin vicdanı da ölüyor... 

Hey oradaki arkadaşım... Karadeniz'deki, İzmir'deki, Çanakkale'deki dostum, arkadaşım, anam, babam, öğrencim, bakkalım, kasabım, berberim, öğretmenim...Tütün dizen, domates, fındık toplayan amcam, teyzem... Bankacı kardeşim, reklamcı dostum, gazeteci üstadım... Doktorum, hocam...

Berk, Başak, Ergün, Elif, Can, Sıla, Erhan... Bilumum isimli tanıdıklar, tanımadıklar... Adını duyduklarımız, duymadıklarımız...

Ölüyoruz... Görüyor musun ? Ö-lü-yo-ruz, duyuyor musun ? 

Bedenleri ile, bu ülkenin oğullarının ve kızlarının bedenleri ile birlikte, vicdanı da ölüyor... 

Ölüyoruz, çok ölüyoruz... "Kör olasın demiyorum, kör olma da gör", ölüyoruz... 

Kızmıyorum... Kızmıyorum ki, konuşalım, bak ölüyoruz... Hem de çok ölüyoruz...




2 Temmuz 2015 - Sivas'a ilişkin


Sivas katliamından kısa bir süre sonrasıydı yanlış anımsamıyorsam. Aziz Nesin Fatih Altaylı'nın Teke Tek programına konuk olmuştu. 

O zaman memleketin ilerici değerlerine karşı pespayece saldırgan olma mertebesine erişmemiş olan, hatta bir parça kendisini de oralardaymış, o değerlere yakınmış gibi sunmaya çalışan Fatih Altaylı sormuştu: "Aziz Abi, size provokatör diyorlar... Ben de sormak isterim siz provokatör müsünüz?" 

Üstat, mealen, şöyle yanıtlamıştı: "Toplumumuzun üzerindeki ölü toprağını atması için provoke olması gerekiyor. Bu anlamda, evet ben bir provokatörüm..." 

***

Bana hep, her ne kadar birbirlerinden pek hazzetmeseler de, Türkiye devrimci hareketinin koca çınarlarından Doktor Hikmet Kıvılcımlı'nın "uyarmak için uyanmalı, uyanmak için uyarmalı" sözlerini hatırlattı Nesin'in yanıtı... Nitekim, uyanıktı ve uyardı. 

Velhasıl, "provoke" etmeyi hiç ihmal etmedi. İyi ki de etmedi...

***

Birileri ise provoke oldu. Kelimeden onların anladığı farklıydı elbet: Provoke olduk öldürelim, provoke olduk keselim, provoke olduk hapsedelim, provoke olduk linç edelim, provoke olduk sövelim, provoke olduk taciz edelim... 

***

Onlar linç etsinler, hapsetsinler, kessinler, sövsünler, neyse ki, "biz"ler, şimdi de yaşamımızı savunmak için, "yeni bir yaşam" için "provoke" etmeye, uyarmaya, uyanık olmaya devam ediyoruz, Gezi'den Lice'ye, Kobane'den Kuzey Ormanları'na...

***

Nihayetinde, yaşıyoruz, Sivas'ın şairlerinden Behçet Aysan'ın "yok başka bir cehennem" dediğini duyarak; ama inanarak da Adnan Yücel'in "bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek / yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!" sözlerine... 

***

Ne Sivas'ı unuturuz, ne Çorum'u, Maraş'ı; ne Adana'yı, Der Zor çöllerini; ne de Diyarbakır zindanlarını...





10 Ekim 2015 - Ankara katliami üzerine



Akşam eve geldiğimden bu yana ekrana bakıp duruyorum. Bir şey, birşeyler söylemek, yazmak istiyorum.

Küfür etmek değil istediğim, bağırıp çağırmak ya da bu hunharlığın analizini yapmak... "Ölmeyiz", "kazanacağız" falan da değil, öyle olduğuna inandığım halde.

Haberlere bakıyorum, 'savaş erki ve polis erki' üzerine bir kitabı alıp elime bırakıyorum, oturuyorum, kalkıyorum, olmuyor... Diyemiyorum... Demek istiyorum...

Gene ekrana dönüyorum, haberlere bakıyorum, kızgınlıkla; ama tepkisiz... Haberler kayıp gidiyor...

Bir şey söylemek istiyorum... Dün son anda Ankara'ya gelemeyeceğimi bildirdiğim arkadaşlara, kentdaşlarıma...

Sabah, patlama yeni olduğunda ağlamaklı bir sesle arayıp, haberlere baktın mı diyen arkadaşıma...

Telefonu "insanların kolları bacakları koptu" diye hıçkırarak açan arkadaşıma...

Ağlamaya, içine giden kadına...

Halay çekerken arkalarında patlayan bomba ile ürken arkadaşlarıma, öğrencilerime...

Haberleşme gruplarında birbirinden haberdar olmaya çalışan, birbiri için kaygı duyan arkadaşlarıma...

Yoldaşının kucağında öylece kalakalmış tanımadığım kadına...

Ankara'da, sanki kısa bir süre önce yorgunluklarından bahseden kendisi değilmiş gibi, ölmüş arkadaşlarının cesetlerini arayan o narin ve yorgun kadına...

Hastane morglarında nobet bekleyen arkadaşlarıma, yoldaşlarıma...

Diyemiyorum...

Bir bakan açıklama yapıyor, 'kendilerini patlatmışlardır' demeye getiriyor...

İktidardaki partinin genel başkan yardımcıcısı olan beriki bir başka açıklama yapıyor, 'güvenlik önlemi alınmalıydı' falan diyor...

Bir katil sürüsünün yayın organlarından daha fazla insan ölsün diye dualar edildiğini öğreniyorum.

Herkes bir şey diyor... Biliyorum, görüyorum, okuyorum, duyuyorum...

Aynı sokaktan geçtiğim, aynı semtte yaşadığım, belki birlikte çalışma yürüttüğüm, belki aynı partinin / derneğin üyesi olduğum, belki bir arkadaşının arkadaşı olduğum; ama bunların hiçbirisi olmasa da aynı şeye inandığım insanlar, öldüler, öldürüldüler...

Barış diyerek öldüler, gökyüzü diyerek öldüler, mavi diyerek öldüler...

Şenliğe gider gibi, samimi, inanarak gittikleri demokratik, barışçı, meşru ve yasal bir mitingde... Öldüler...Öldürüldüler...

Daha fazla ölsünler diye dualara maruz kaldılar...

Ölülerini alamasınlar, yaralıların yaralarını saramasınlar diye gaz bombasına, devlet terörüne maruz kaldılar... Öldüler, yaralandılar; ama suçlandılar...

Birşey demek istiyorum... Birşey deyip kurtulmak istiyorum bu uyuşmuşluk halinden, duygusuzlaşma halinden, tepkisizlik halinden... Diyemiyorum...












































































































Hiç yorum yok: