4 Eylül 2008 Perşembe

Koşaner'in "Dış Mihraklar" Derken Unuttukları - I (www.bianet.org)

Tolga TÖREN

Geçtiğimiz günlerde Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini devralan Orgeneral Işık Koşaner’in, devir teslim töreninde sarf ettiği sözleri okuduk basından. “Küresel güçler tarafından kurgulanan ve ülke içi medya, bazı akademik ve sermaye çevreleri ile sivil toplum örgütleri içine yuvalanan postmodern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı; ulusal birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin zayıflatılması ve çözülmesi yönündeki gayretlerini sürdürmektedirler. Ülkemiz, hayati önemdeki sorunlarının çözümü ve hayati çıkarlarının korunmasında dış kaynaklı siyasi ve ekonomik yaptırımlara bağımlı hale getirilmeye çalışılmakta, dayatılan yapısal reformlar yoluyla sürekli baskı ve tehdit altında yıpratılan ve sıkıştırılan bir ülke konumuna düşürülmek istenmektedir.” Sözlerinden anlaşıldığı üzere Koşaner, “ülke”nin bir takım “dış mihraklar”ca desteklenen kesimler tarafından “dışa bağımlı” hale getirilmeye çalışıldığını düşünüyor ve bizleri dikkatli olmamız için uyarıyor. Bu noktada ilk olarak, bu yazıyı post modernizmin etkilerinden, ama sol ve emek hareketi üzerideki etkilerinden sıkılmış birisi olarak kaleme aldığımı belirtmem gerekiyor. Elbette ki, post modernizmin, “sınıf” kavramının kimlik ile ikame edilmesine, “emek-sermaye” çatışmasının yerini “merkez-çevre” analizlerinin almasına, dahası liberallerin kendini solcu/sosyalist sanmalarına hizmet etmesinden geliyor bu sıkıntı. Yoksa, sermayenin uluslararasılaşması olarak tanımlanabilecek “küreselleşme”nin gereksinim duyduğu düzenlemeleri hayata geçirme işlevini yerine getiren, ama elbette bu esnada sınıf içi ve sınıflar arası çatışmaları da bünyesinde taşıyan “kapitalist (ulus) devleti” bir mürfreze olarak görmekten değil. İkinci olarak ise, gündemi bir hayli meşgul eden ve TSK’dan bir anti-emperyalist yaratma hayalleri kuran ulusalcılara saçlarını başlarını yoldurmak pahasına, bir TSK ya da Genelkurmay yetkilisinin bu konuda yorum yapabilecek en son kişi olduğunu söyleyebiliriz. Bu iddiayı biraz açmadan önce, sözümüzü netleştirmek için birkaç varsayım yapalım. Ama bunların sadece varsayım olduğunu da unutmayalım. Peki kabul: NATO diplomatik bir zorunluluk olsun… ABD ile kurulan güncel stratejik ortaklığı, mesela “istihbarat alışverişlerini” falan da görmezden gelelim. Hadi Gürcistan’da olan bitenleri, boğazlardaki gemileri falan da saymayalım. Bunların hepsinin geçerli gerekçeler olduğunu kabul etsek dahi, ki böyle yapmamız için hiçbir neden yok, gene de, kendisinin sözlerinden hareket ederek Koşaner’e birkaç soru sorma hakkımız doğar. Ama şimdilik soruları biraz erteleyelim ve bir alıntı yapalım:
“Tarihin bu belirli anında hemen bütün milletler, hayat tarzları bakımından iki şıktan birini tercih zorundadırlar. Bu tercih ekseriya serbest bir tarzda yapılmamaktadır. Bu hayat tarzlarından biri çoğunluğun iradesi üzerine müessestir. Bu sistemde hür müesseseler, temsili hükümet, serbest seçimler, ferdi hürriyet, vicdan ve söz hürriyeti vardır ve hiçbir siyasi tazyik mevcut değildir. Diğer hayat tarzı ise, çoğunluğa zor ile kabul ettirilmiş bir azınlık idaresine istinadeder. Bu hayat tarzında, tedhiş ve tahakküm vardır, kontrol edilen basın ve radyo vardır. Neticesi evvelden bilinen seçimler vardır. Bu sistemde şahsi hürriyet ortadan kaldırılmıştır…”
Bu sözlerin tarihi 12 Mart 1947. İkinci Dünya Savaşı birkaç yıl önce sona ermiştir. Birinci ve İkinci Dünya savaşları arasında üretim olanaklarını, dünya altın rezervlerinin %60’ını, dünyadaki petrol ve çelik üretiminin %70’ini elinde tutacak, kendisinden sonra en yüksek üretim gücüne sahip olan İngiltere’den yedi kat fazla üretim yapacak kadar çok arttıran ABD sermayesi sistemin hegemonik gücü haline gelmiştir. Dolayısıyla kendi coğrafyasının dışındaki coğrafyalara yayılma ihtiyacı içerisindedir. Ancak aynı dönemde, eski sömürgeler siyasal bağımsızlıklarını kazanmış; SSCB’nin yanında, dünya siyasetinde onlara alternatif olabilecek bir sistem olarak sosyalist ülkeler ortaya çıkmış; savaştan perişan bir vaziyette çıkan Batı Avrupa ülkelerinde sermaye sınıfı zayıflarken sosyalist partiler ve işçi hareketi önemli başarılar elde eder hale gelmiştir. Bir diğer ifade ile ABD sermayesinin gereksinim duyduğu coğrafyalar “komünizm tehlikesi”! altındadır. Bu durum ABD’ye, kapitalist ilişkiler bütününün uluslar arası ölçekte sürekliliğini sağlamak için kimi düzenlemeler yapma zorunluluğunu getirir. Öncelikle henüz İkinci Dünya Savaşı devem ederken imzalanan Bretton Woods Anlaşması kapsamında Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Tarife ve Ticaret Genel Anlaşması gibi kurumlar/mekanizmalar hayata geçirilir. Ama ABD sermayesi açısından bakıldığında, kendisine kapitalist sistem içerisinde önemli bir hegemonya sağlayan bu kurumlar/düzenlemeler yeterli değildir. Bunların yanında Ortadoğu’da SSCB’ye, yani “komünizm belası”na karşı askeri üsler oluşturmak ve kapitalist ilişkiler bütününü dünyanın başka coğrafyalarında da yeniden tesis etmek gerekmektedir. Bu işlevleri de söz konusu dönemde ABD sermayesi, aşırı biriken sermayenin yayılma olanaklarını yaratmanın yanında önemli ideolojik işlevler de barındıran iki “dış yardım”! planı, Truman Doktrini ve Marshall Planı yerine getirir. Yukarıdaki alıntı ABD devlet Başkanı Harry S. Truman’ın, asıl amacı SSCB’ye karşı askeri üsler oluşturmak olan ve Truman Doktrini olarak adlandırılan “dış yardım” planını dünya kamuoyuna duyurmak için yaptığı 12 Mart 1947 tarihli konuşmadan alındı. Konuşmanın devamı da var: “Yunanistan silahlı bir azınlığın kontrolü altına düştüğü takdirde bu sukutun tesirleri komşusu Türkiye üzerinde ciddi ve ani olacaktır. Husule gelecek olan karışıklık bütün orta şarka sirayet edebilir”. Aşağıdaki sözler ise, Truman Doktrini’nden kısa bir süre sonra, kapitalist ilişkiler bütününün Batı Avrupa coğrafyasında yeniden yapılandırarak, aşırı biriken ABD sermayesine pazar yaratmayı, aynı zamanda da kıta Avrupa’sını komünizmden korumayı hedefleyen Marshall Planı’nı dünya kamuoyuna duyuran ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın 5 Haziran 1947 tarihli ünlü Harvard konuşmasından:
“…Sıhhatli bir ekonomi olmadan, siyasi istikrar veya güvenli bir barış temin edilemez. Amerikan siyasetinin gayesi sıhhatli bir ekonomiyi canlandırmak ve böylece hür müesseselerin bulunduğu her yerde, siyasi ve sosyal şartların meydana çıkmasına müsaade etmek olmalıdır. Üzerimize alacağımız herhangi bir hareketin netice vermesi için buna lüzum vardır.”
Onun da, bir öncekinde olduğu gibi devamı var ve o da tıpkı bir öncekinde olduğu gibi Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Çünkü Marshall Planı’nın ilan edildiği sırada ABD’den Truman Doktrini kapsamında “askeri yardım”! alan Yunanistan ve Türkiye bu projenin önemli bir ayağını oluşturur. Hatta komünizmle mücadele konusunda Türkiye ve Yunanistan’a, o kadar önemli bir rol atfedilir ki, Marshall’ın ilan ettiği “dış yardım” projesinde Türkiye ve Yunanistan’ın SSCB’ye karşı “orta şarkta bir duvar” oluşturmak gerekçesiyle, konfederasyon haline getirilmesi önerilir . Peki, tüm bunlar içeriden bir tepki alır mı? Demokrat Parti taraftarı yayın yapan Gece Postası gazetesinde Nizamettin Nazif şöyle yazar örneğin:
“…İtalya’da ve Fransa’da ard arda ilan elden grevler ve bunların iş hakkını müdafaa hudutları dışında taşkın birer ifade almış bulunmaları asla hayra alamet değildir… İtalya’daki grevlerin şehirden şehre sıçramakta olduğunu öğrenmekte oluşumuz… Amerikan çevreleri için pek düşündürücü olsa gerektir. …Fransa’daki grevlerin de… şiddetli bir şekil alması ayrıca manalı olmak demektir. … Fransız Meclisi kürsüsünde Mösyö Düklo’nun Fransız Komünist Partisi adına konuşmasından Marsilya grevine kadar da bütün Fransa politika mücadelesi iç kavga vaat edici şiarlarla doludur… Mr. Marshall nerede milyarlarınız ?
Söz konusu dönemlerde dış işleri bakanlığı yapan CHP’li Necmettin Sadak ise, ilerleyen dönemlerde bir Meclis konuşmasında şu şekilde ele alır Marshall Planı’nı:
“…Avrupa’nın kalkınması işbirliğinde Türkiye, yardım vazifesi istiyor. Memleketimiz sekiz yıldır ve hala gelirinin yarısını Milli Müdafaasına harcamak zorundadır. Herkes için, her çeşit kalkınmanın ilk şartı olan sulhü korumak yükünü, bu ağır yükü taşımak yüzünden ekonomisini özlediği gibi geliştirme imkânı bulamayan Türkiye’nin, yardıma hak iddia etmesi çok görülemez (Alkışlar).”
Artık sorabiliriz: “Truman Doktrini” ve “Marshall Planı” size bir şey hatırlatıyor mu acaba Genelkurmay yetkililerine? Türkiye’nin yakın dönem toplumsal tarihinde ve kapitalist gelişme sürecinde, balıkçılıktan, tarıma, ulaştırmadan, sağlığa, gündelik hayattan sulamaya ve elbette savunmasına kadar oldukça önemli rol oynayan bu iki ideolojik “dış yardım” planında Türkiye’nin rolü ile ilgili kimi sorular sorabilir miyiz acaba sizlere? Örneğin: Türkiye bu iki “dış yardım” planına ABD’nin zorlamasıyla mı dâhil oldu? Yoksa komünizme karşı Ortadoğu’da bir üs olma konumunu çoktan kabul etmiş TSK’nın/Genelkurmay’ın ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist sistem içerisinde oluşan yeniden yapılanmaya dahil olmak isteyen Türkiye sermayesinin de bu süreçte rolü var mı? TSK’nın ve ülke içindeki egemen sınıfların, örneğin dönemin Demokrat Parti’de temsiliyetini bulan ticaret sermayesi temsilcilerinin ya da CHP’nin bu süreçte rollerinin neler olduğuna dair bir bilginiz var mı? Peki bu iki “dış yardım” planından, yukarıda saydığımız alanların haricinde, TSK neler aldı, bu “dış yardım”ları aktaran tarafa yani ABD’ye hangi taahhütlerde bulundu? ABD’ye eğitim almak için kaç subay gönderildi örneğin? O subaylar ABD’de ne eğitimi aldılar? Truman Doktrini ve Marshall Planı ile ilgili dönemin komutanları hangi açıklamaları yaptılar? Marshall Planı ve Truman Doktrini sonrasında TSK’nın örgütsel yapısında değişiklik(ler) oldu mu? Örneğin, Genelkurmay’ın yapısı neden, ABD Genel Kurmay yapısı ile benzer bir yapıya büründürüldü? “Topyekûn savaş” doktrini neydi? 1948 yılı sonrasında Harp Akademileri’nde neden ABD eğitim sistemi kabul edildi? Soruları uzatmak mümkün. Ama şimdilik bu kadar yeter. Çünkü amacımız soruları daha fazla uzatmayıp, bundan sonraki yazılarda aktarılacak bilgilerden hareketle, cevapları okurların vermesi.

Hiç yorum yok: