12 Mayıs 2023 Cuma

Ekonomik göstergeler ve buzdağının yüzleri - I

    Foto: turksail

Tolga Tören

Liberal iktisatçı Mahfi Eğilmez t24’teki “Enkaz” başlıklı yazısında, iktidara yeni gelen her siyasal kadronun “enkaz” devraldığı argümanına yaslandığını; ancak bu defa Türkiye’de gerçekten, depremin de ağırlaştırdığı bir enkaz olduğunu belirtiyor. Sonrasında da “enkazın ekonomik boyutunu” “bütçe açığı”, “enflasyon”, “faiz”, “cari açık” gibi göstergeler açısından değerlendiriyor.

Eğilmez, yukarıdaki göstergeler açısından bakarak durumun vahim olduğunun altını çiziyor ve ekliyor: “Bunlar buzdağının görünen kısmı. Görünmeyen kısım ancak seçimden sonra eğer iktidar el değiştirirse ortaya çıkacak ve emin olun bu saydıklarımdan daha az olmayacak.”

Eğilmez’in çizdiği tabloya katılmak, Eğilmez’in baktığı yerden bakıldığında, mümkün elbet.

Ancak, şu buzdağının görünen, yani suyun üstündeki ve görünmeyen, yani suyun altındaki kısmı konusunda netleşmek gerekiyor. Ki, iyi gitmesi istenen kim için iyi gidecek, iyi gitmeyecek olan kim için iyi gitmeyecek, netleşebilsin.

Şu buzdağı meselesi!

Buzdağının görünen yüzüne bakıldığında, bir çok başka şeyin yanında, Eğilmez’in de gördüğü iktisat politikası göstergelerini bulmak mümkün. Ancak, Eğilmez buzdağının görünmeyen yüzü derken, gerçekten görünmeyen kısmını mı kastediyor, burası belirsiz. Çünkü başvurduğu göstergeler buzdağının en görünen kısmı. 

Hatta Eğilmez’in, seçimlerden sonra da aynı ya da benzer göstergeler üzerinden analiz yapacağını varsayabiliriz. Dolayısıyla Eğilmez, aslında “görünmeyen kısım” derken o göstergelerin ortaya çıkmasına yol açan toplumsal ilişkilerden değil, görünen kısımda henüz açığa çıkmadığını düşündüğü olumsuzluklardan bahsediyor. Yani, görünen kısmın, henüz güneş ışığı ile karşılaşmayan kısmından. 

Buzdağının görünmeyen kısmına, yani suyun altında kalan kısmına gelince! Öncelikle burada, gördüklerimizi açığa çıkaran toplumsal ilişkilerden bahsettiğimizi söylemeliyiz. Nitekim, bilimin amacı olguların ardında yatan asli faktörleri, yani görünenin ötesindeki ilişkileri sebep sonuç ilişkileri içerisinde açıklamak. Bertell Ollman’ın Diyalektiğin Dansı kitabında yaptığı tanımlamayla içsel ilişkileri anlamlandırmak. 

İktisat literatürüne Adam Smith’ten, David Ricardo’dan ve Karl Marx’tan, yani politik ekonomiden ve onun en kapsamlı, en tutarlı eleştirisinden bu yana baktığımızda, buzdağının suyun altında kalan, yani görünmeyen kısmında, üretim ilişkilerinin, bu ilişkiler temelinde şekillenen bölüşüm ilişkilerinin ve sınıflararası ilişkilerin olduğunu görürüz. Dolayısıyla, çatışmaya dönmüş olsun ya da olmasın, sınıflararası çelişkilerin.

Ancak, Eğilmez’in içinden geldiği neo-liberal iktisat öğretisi, suyun altında kalan bu görünmeyen ilişkilerin bazıları ile ilgileniyor gibi yapsa da ilgilenmez. Bazıları ile de, örneğin sınıf ilişkileri ile, ilgileniyor gibi dahi yapmaz; çünkü doğrudan ilgi alanının dışında tutar. Dolayısıyla, hep suyun üzerinde kalanlara, görünenlere odaklanır, analizini hep suyun üzerinde kalanlarla yapar. Böyle olduğu ölçüde de bilimselliğin uzağına düşer, verili toplumsal ilişkileri yeniden üreten bir dogma halini alır. 

Göstergeler iyi ama…

Açalım!

Önce dünyadan. 

Malum, yakın zamanda ABD merkez bankası Federal Rezerv (FED), ya da ekonomi dünyasının yaygın deyimiyle ABD’li “politika yapıcılar”, ABD ekonomisinde enflasyonist baskı oluştuğundan hareketle, faiz oranlarında 25 baz puan artış gerçekleştirdi. Yani, parasal daralmaya gitti. 

Bu durumun sonucu olarak, ABD ekonomisinde harcamalar azalacak, ekonomi daralacak, işsizlikte de bir artış ortaya çıkacak. Öte yandan ABD’deki bu faiz artışı, dünya ekonomisinin verili koşullarında, “gelişmekte olan ülker” ya da “yükselen piyasalar” olarak tanımlanan ülkelerden ABD piyasalarına doğru gerçekleşen bir sermaye çıkışına yol açacak. Dolayısıyla bu ülkelerde döviz değerlenecek, ithal girdi maliyetleri artacak ve nihayetinde enflasyonda bir artış, “hane halkı” gelirlerinde ise azalış meydana gelecek.

Dolayısıyla, bir yandan ABD’de bir yandan da bahsi geçen ülkelerde, çoğunluğunu ücretli çalışanların oluşturduğu çok sayıda insan, daralan harcamalardan dolayı işsiz kaldığı ya da yükselen enflasyon nedeniyle daha da yoksullaştığı için temel giderlerini karşılamayamaz hale gelecek. Ama göstergelere bakıldığında, ekonomi iyiye gitmiş olacak; çünkü enflasyon düşmüş olacak. En azından kısa vadede. 

Yani, işsizliğin ve yoksulluğun artması, ekonomik göstergelere olumlu yansımış olacak. Bir başka ifadeyle, iyiliği, toplumun çoğunluğunu oluşturanların satın alma gücünün, geçinme imkanının kötüleşmesine bağımlı bir ekonomik yapı bahsedilen.

Neoliberal iktisatçılar itiraz edeceklerdir, enflasyonun düşmesinin, satın alma gücünü yükselteceği argümanından hareketle. Ama bu itiraz pek dikkate almaya değmez, çünkü, birincisi, örneğimizde varolan enflasyondan dolayı, ücretli geçinenler hali hazırda yoksullaşmış durumdalar. Ücretlerine enflasyonu telafi etmeye dönük bir zam yapılsa dahi, son yıllarda ücret artışlarının gerçekleşen değil beklenen enflasyona göre yapılması söz konusu. Yani, parasal daralmadan dolayı “piyasa yapıcıları”nın enflasyonist beklentileri daha düşük çıkacağı için ücretlere yapılacak bir zam, gerçekleşmiş olan enflasyondan daha düşük olacak. Yani, ücretli çalışanlar, deneyimledikleri, hissettikleri, etkilendikleri enflasyonun bütçelerinde yarattığı aşınmanın telafi edildiğine şahit olamadan daha da yoksullaşmış olacaklar. 

Öte yandan, ABD’li politika yapıcılarının faiz yükseltme kararının başka türden istikrarsızlıkları tetikleme ihtimalini işaret eden ana akım ya da eleştirel iktisatçıların sayısı hiç az değil. Örneğin “fiyat istikrarı” hedefini tutturmaya çalışırken “finansal istikrar” hedefini ya da üretken sektöre öncelik verirken finansal sektörü göz ardı etmek gibi…Velhasıl, bu türden politikaların bir "istikrara" yol açacağı dahi tartışmalı ve ayrıca görüldüğü gibi sınıf içi ya da sınıflararası ilişkilerde çatışmalı süreçlere yol açabiliyor. Bu anlamda uygulanan iktisat politikası sınıf ilişkilerinden bağımsız değil. 

Şu uzun dönem dedikleri!

İzleyicilerince, sanki, ekonominin, daha doğrusu, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin tek genel geçer yaklaşımı gibi sunulan neo-liberal öğreti bu durumu, uzun vadeli etkiler aracılığıyla açıklıyor. 

Enflasyonun düşmesi sayesinde önünü görebilen finansal piyasalar daha etkin işleyecek, firmalar daha etkin çalışacak, ilerleyen dönemlerde yatırımlarını artıracak ve uzun vadede olumsuz etkiler ortadan kalkacak. ‘Peki bu, ne kadar uzun sürdüğü belirsiz olan sonuca varılana kadar işini kaybedenler, daha da yoksullaşanlar ne olacak’ sorusu ise, neo-liberal iktisadın ilgi alanına girmiyor. 

Belirli bir karlılık düzeyini korumak için rekabet ederken, ücretlerin düşük tutulmasını, devletlerin özelleştirme, askeri yayılma ve benzeri yollarla yeni kar alanları yaratmasını, enflasyonist baskıdan kaçınmak için daraltıcı politikalar uygulamasını talep eden, tüm bunlar için de çeşitli ideolojik aygıtları kullanan sermayenin tahribatı da.

İki nedenle: Birincisi, neo-liberal iktisat, buzdağının görünen kısmı ile, ama bu görünen kısmın da sadece bakanın bakış açısının izin verdiği kadarıyla ilgileniyor.

İkincisi, neo-liberal iktisat perspektifinden meseleye bakanlar, arkalarına sermayeyi aldıklarından, ancak, buzdağının, bırakın suyun altındaki kısmını, sermayenin parıltılarının karanlıkta bıraktığı kısmı dahi göremiyorlar. 

Tam da bu nedenle, son on yıllardır, bizzat sermaye örgütleri tarafından dahi eleştiriye tabii tutulan “piyasanın” önceliklerinin ötesine geçemiyorlar. Tam da bu nedenle, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin yapısına, bu ilişkiler temelinde açığa çıkan sınıf ilişkilerine bakamıyorlar.

Aynı gemide değiliz!

Benzer şeyleri Türkiye’den hareketle söylemek de mümkün elbet. 

Oldukça uzun zamandır faiz tartışması yaşanıyor, malum. Belirli çevreler hükümeti faizleri yapay olarak ve dini kaygılarla düşük tutmakla eleştiriyor. Hatta "popülist" kaygılarla asgari ücretin arttırılmasını, ortaya çıkan enflasyonun nedeni olarak açıklıyor koca koca bilim insanları!

Eh, olan biteni buzdağının suyun üzerinde kalan ve sadece sermayenin ışıklarının aydınlattığı şeylerle açıklamaya çalıştığınızda bu sonuç da kaçınılmaz oluyor. Oysa enflasyon da faiz de, sınıfsal ilişkilere bakmadan anlaşılamayacak meseleler. Örneğin faiz oranlarının düşük olmasının ya da emeklilere yapılacak bir zammın ekonomide harcamaları, dolayısıyla enflasyonu arttıracağı belirtiliyor. İyi ama, kimse örneğin sermayedarların karlarından vazgeçmemesinin fiyatlar üzerinde oynadığı rolden bahsetmiyor. Bahsetmiyor, çünkü bütün varsayımlar, sermayenin çıkarına olanın toplumu oluşturan bireylerin de çıkarına olduğu varsayımı üzerine kurulu. 

Benzer şey ihracat fetişizmi için de geçerli. İhracat arttıkça ihracata dönük sektörlerdeki üretim artışının istihdam yaratacağı öngörülüyor. İyi ama yüksek katmadeğere dayalı ihracat yapılmadığında, rekabet avantajı elde etmenin biricik rolünün emekçiyi daha ucuza ve güvencesiz çalıştırmak olduğu görmezden geliniyor. Daha doğrusu önemsenmiyor. Çünkü gene aynı nokta, sermayenin çıkarının bütün toplumun çıkarını temsil ettiği varsayımından hareket ediliyor. 

Denebilir ki, ihracatta sınıf atlanırsa, yani yüksek katma değere dayalı ihracat stratejisine geçilirse, o zaman hem emek hem sermaye kazanabilir. Buna da hayır demek gerekir, çünkü uluslararasılaşmanın bu derece yüksek olduğu, sermayenin rekabetinin bu kadar yoğun olduğu bir zaman diliminde, yüksek katma değere dayalı üretim yapsa da, rekabet etmek isteyen sermayenin iki tane çözümü var: Ya sendikaları, yani emeği ideolojik ve örgütsel olarak zayıflatarak daha düşük ücretlere razı edecek ya da günümüzün gelişmiş kapitalist ülkelerinin, 1960’lardan bu yana yaptığı üzere, üretimi emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu bölgelere kaydıracak. Yani gene dünyanın herhangi bir yerindeki işçilerin ucuza, güvencesiz ve örgütsüz çalışması gerekecek ki, “ekonomi iyiye gitsin”. Üretkenliği arttırmaktan bahsedilebilir: Üretkenlik artışlarının ücret artışlarından yüksek olması sadece emekten sermayeye transfer edilen artı değerin artması anlamına gelirken tersini ise, normal şartlar altında, yani bir sınıf mücadelesi ile zorlanmadıkça, sermaye kabul etmeyecek. 

Velhasıl, herhangi bir ekonomi politikası aracılığıyla herkesin kazandığı bir durum söz konusu değil. Değil, çünkü hepimiz aynı gemide değiliz. 

Karar alma süreçlerinin özelleştirilmesi

Tüm bunlara, uzun zamandır süregiden merkez bankasının bağımsızlığı meselesini eklemek de mümkün. Anaakım muhalefet, hükümeti merkez bankasının bağımsızlığını ortadan kaldırmakla eleştiriyor örneğin. Kendileri iktidara geldiklerinde bu konuda tavizsiz olacaklarını ifade ediyorlar. 

Oysa 1990’lı yıllardan bu yana önem kazanan merkez bankasının bağımsızlığı meselesi, merkez bankalarının tam istihdama ulaşmak, sosyal adaleti sağlamak, ekonomik kalkınmaya destek olmak gibi amaçlarla genişleyici politika izlemesini engellemeye dönük bir politika. Yani, bir kamu kurumu olsa da sosyal kaygılar gütmeyen, sadece fiyat istikrarı hedefine odaklanan, teknokratik bir merkez bankacılığı kastedilen. Hatta o kadar ki, bir dönem, merkez bankalarının yerine, fiyat istikrarından başka bir amacı olmayan “para kurulu” gibi kurumlar oluşturulması dahi önerildi. 

Kimi ülkelerde denenen bu yöntemin, bu ülkelerde daha ağır krizlerin yolunu döşemiş olması bir yana, para politikalarının seçilmişler tarafından kontrol edilemeyen, bir dizi teknokrata teslim edilmesi, otoriterleşmeden başka bir anlamına gelmedi, gelmiyor. Yani, bir ekonominin en temel iktisat politikalarından birisinin bir nevi özelleştirilmeye tabii tutulması. Mehmet Türkay’ın “karar alma süreçlerinin özelleştirilmesi” olarak tanımladığı durum. 

Dolayısıyla hem anti demokratik hem anti sosyal hem de, çok sayıda örnekte görüldüğü gibi, krize kapı aralayan bir politika bahsedilen. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın en önemli organlarından birisi kabul edilen Para Politikası Kurulu da yukarıda özetlediğim tartışmalar sonrasında kuruldu. Teknokrat bir kurum ve “para kurulu” mantığının yumuşatılmış bir versiyonu olarak. 

Velhasıl, muhalefet etmek için savunulması gereken bir şey değil merkez bankasının bağımsızlığı. 

(Devam edecek)

Hiç yorum yok: