22 Ağustos 2009 Cumartesi

MÜSİAD'ın Devrim Stratejisi! (www.bianet.org)

Tolga Tören

Bunu, kendilerininki de dahil İslami sermayedarların işyerlerinde, Allah aşkına, üç kuruşa çalışan emekçiye de söylesin Yarar... Kendisi ve diğer sermayedarlar ille de "merkez"se, asıl "çevre" onlar çünkü.

Gazeteci Fadime Şahin “20 Temmuz 2009 tarihli Star Gazetesi’nde MÜSİAD’ın kurucu Genel Başknı Erol Yarar ile röportaj yapmış ve röportajını “Türkiye’de çevrenin merkeze yürüdüğü tespitleri artık eskidi, mevcut durumu anlatmakta yetersiz kalıyor. Çevre artık merkezde, statü, güç ve para sahibi, giderek daha mobilize, haliyle daha çok görünüyor, hatta ‘göze batıyor’” (www.stargazete.com, 20 Temmuz 2009) tespiti ile sunmuş okuyucularına. Öncelikle bir mantık hatasına işaret ederek başlayalım: Şahin’in dediği gibi "çevre" artık "merkez" ise, röportajın giriş cümlesinde bir mantık hatası var. Çünkü eskimiş olanın, "çevre" ile "merkez"in savaştığı iddiası olmalı idi, röportajının kullandığı kavramsal çerçeve açısından. Bir diğer ifade ile röportajcının iddia ettiği “çevre” “merkez”e yürüdü tespiti ile çevrenin merkezde olduğu önermesi aynı şeyi ima ediyor. Buradan da şunu anlıyoruz: "Merkez"in basını kavramları henüz içselleştirememiş... Ama asıl derdimiz, Erol Yarar’ın söyledikleri ile...Onlara gelince:
Anadolu kaplanları ile birlikte bir burjuva sınıfımız olmuş...(muş). Bu zamana kadar olanı neydi acaba, diye sorma gereği duyuyuor insan...Vehbi Koç bürokrat mıydı, Ecacıbaşı, Sabancı, Çukurova...Cumhuriyet için öyle ya da böyle savaştılar, erken dönemlerde, desteklediler, sevdiler Cumhuriyet’i onlar...Çünkü Cumhuriyet’in onlara vaatleri vardı, işçi sınıfına olduğunun aksine...Yani Cumhuriyet için savaşan, iyi niyetli Kemalistlerimizin inandığının aksine, İnönü’ün askerlerini “ellerinden gelse sizi bir kaşık suda boğarlar” diyerek uyardığı rivayet edilen yoksul köylü değildi asıl ve lojistik olarak...Bir diğer ifade ile Cumhuriyet ideolojik olarak da sınıfsal olarak da yoksul emekçi sınıflara değil, kökenlerini bulduğu Osmanlı'nın son dönemlerinden bu yana dönemin ticaret sermayesine dayanıyordu...Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç, başlangıç ile tutarlı idi...Durmadan daha da derinleşen, derinleştikçe karmaşıklaşan, iç ve dış ilişkileri yenilenen, daha da elişkili hale gelen, kapitalist ilişkiler bütünün aldığı yeni biçimlere göre yeni aktörleri içerip eskilerini dışlayan bir kapitalist gelişme süreci...
Bunlar, diyor Yarar, yeni kuşak sermayeyi kastederek, cephelerde nesillerini tüketmiş ailelerin çocukları...Ne kadar da benziyor, Cumhuriyet’in erken dönemlerinde sermaye biriktirmiş ailelerin kahramanlık öykülerine...Çukurova ailesinin, Uşakizadelerin kahramanlık hikayelerine...Demek ki, cephelerde nesillerini kaybedenler, yani bu devlet için savaşanlar sermaye biriktirme şansına sahip oluyorlar, er ya da geç...
Ayrıca, sınırlarının nereden başlayıp nerede bittiğini bir türlü anlayamadığımız bu muhazakarlık kavramının, biraz kabak tadı vermeye başladığını da geçerken not edelim... Bu muhafazakarlık neyin muhafazasına dayanıyor mesela...Mevcut sistemin değiştirilmesi yönündeki mücadeleler karşısında, isteyerek ya da istemeyerek, iradi ya da içkin, engel olan herşey bir muhafazakarlık abidesidir ve bu da bugün sermayeye denk düşmektedir, tarihsel olarak... Bir çok ustanın yanında, Çetin Altan da böyle yazıyor, ama eski bir kitabında tabii, TİP milletvekilliği dönemini anlattığı, benim de lise yıllarımda okuduğum, Suçlanan Yazılar’da... Onun da yalancısıyım, şayet yalan ve yanlışsa...Dolayısıyla bir bütün olarak, Kayserili, ya da İstanbullu...TÜSİAD’dan ya da MÜSİAD’dan...Tarihsel olarak hepiniz muhafazakarsınız dersek, pek de yanlış olmaz...Aralarındaki farkları ihmal etmeyelim tabii; ama nihayetinde şimdinin “laik” sermayesinin de bir zamanlar "yeşil kuşak" teorilerine destek verdiğini unutmayalım, 1980 öncesinin devrimcilerine karşı...Ergenekon davasında yeri göğü inletenlerin 12 Eylüll’ü yargılamaya bir türlü yanaşmadıklarını da...Sonuç olarak, Yarar’ın iması ile, “hakiki burjuvazi” ile “devlet burjuvazisi”nin benzerliklerinin farklılıklarından daha fazla olduğunu...
Hem neden bu ülkenin kökü muhafazakarlık olsun ki...Yarar’ın, muhtemelen duyduğunda tüylerini diken diken edecek olan Babai isyanlarını yapanlar, Şeyh Bedreddinler... 1908 grevlerini yapanlar neden bu ülkenin kökenleri değilmiş...Ağacın kökü neden illa, müslümanlıktan, hem de onun en gerici yorumundan geliyor olsun ki...Anadolu,erken dönemde Kapital’i Osmanlıcaya çeviren Ermeni sosyalistlerden, daha Cumhuriyet'in esamisi okunmazken bu coğrafyaya tiyatroyu taşıyan Ermeni entellektüelerden, grevlerle esip gürleyen işçi sınıfından, cennet de cehennem de bu dünyadadır diyen Bedreddinlerden, Ermeni tehciri sırasında muktedirlere “Allahın gazabından korkarım?” diyerek karşı çıkan din adamlarından, dolup taşıyorken.
Aslında Yarar'ın bu ifadeleri, sermaye sürecinde Türkleştirme politikalarının etkisi hiç de az olmayan birinci kuşak sermayenin mantığıyla, bu kesimin mantığının temelde aynı olduğunu güzel bir şekilde ortaya koyuyor...Birincisinin sermaye birikimine içkin olan mantık, Anadolu coğrafyasının Türklere ait olduğu, Türk olanın yerli olduğu idi...Kendileri pratik olarak sürecin içinde olsalar da olmasalar da. Nihayetinde bu tarz politikaların nemalarını onlar topladılar...İkincisinin mantığı ise, sadece müslüman olanın yerli olduğu mantığına dayanıp, Anadolu'nun diğer kültürlerini, zenginliğini yok saymaya dayanıyor...

Padişahlık kurumunu pek bir seven bu "muhafazakar" takımına inat, "ferman padişahın dağlar bizim" diyen Köroğlu, bağlamanın içinde şeytan olduğunu söyleyen Beypazarı Kadısı’na karşı "abdest alsan aldın demez/ namaz kılsan kıldın demez/kadı gibi haram yemez/şeytan bunun neresinde" Dertli Ozan, neden olmuyor da ağacın kökü, bu muhafazakarlık denen şey oluyor...

"Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler. Ama asli unsur artık olması gerektiği yerde. Devlet eliyle semirtilmediler, çalıştılar, yokluk çektiler. Öyle işadamları tanırım ki lastik ayakkabıyla gelmiş İstanbul’a, araba yıkamış..." demiş Yarar.

Ne koyun yoktu, ne de keçi Abdurrahman Çelebi idi...Devlet devletliğini bildi, sermaye de sermayedarlığını...İkisi de gayet güzel, Cumhuiyet denen şeyle birlikte rollerini oynadılar... Bu süreç halen de devam etmektedir. Hem, devlet eliyle semirtilmemiş sermayedar daha tarih sahnesinde yerini alamadı maalesef...Hadi AKP'nin sağladığı teşvikleri vs'leri geçtik, zaten kendisi de söylüyor, bizi Özal ticarete soktu diye. Özal, bu devletin bir dönemki planlama ekollerinden birisi değildi sanki...Özal devlet değildi yani ya da devletin Özal'ı değildi...Öyle mi...Hem madem devletten hiç nemalanmadılar, neden kendilerini ticarete sokması için Özal’ı beklediler...Önceleri planlama gibi oldukça kritik bir alanda görev yapan, sonrasında da başbakan ve cumhurbaşkanı olan Özal ile bu türden bir ilişkiyi vurgulayıp, sonrasında biz devletten nemalanmadık demek de neyin nesi üstelik...

Erol Toy İmparator'da ne güzel anlatır Koç'u..."Oyuna başladığında kurtları ayıklanacak bir kaç topak peyniri vardı..." diye başlayarak...Koç da anlatır bir çok yerde “fakirlik” günlerini, kiremitleri kırılan komşularının kiremitlerini onarmakla başladığını ticarate...Daha çocukken... Ne kadar da benziyor değil mi hikaye...Lastik ayakkabı ile İstanbula gelen sermayedar....mış...

Hızını alamamış Yarar: "Kapitalist sistemin dünya iktisadına, insanına getirdiği çarpık bir model var. Değişmesi lazım. Bizim kültürümüzde inancımızda da bunu değiştirecek dinamikler var. Bir fikriyatın ancak kurumsal yapıyla büyüyebileceği fikriyle kuruldu MÜSİAD."
Kapitalizme karşı MÜSİAD...Ne devrimci bir strateji...Ne diyelim...Ama aşağıdaki sözler daha bir eğlenceli:
"Babam TÜSİAD’ın kurucusu, annem Robert Kolej’den Ecevit’lerin sınıf arkadaşıydı. Işık Lisesi mezunuyum ben de ama ailemde din ve dünyanın bir araya getirilebileceğ ini görmüştüm. Oysa toplumda iki taraf da birbirini tanımıyordu. Öyle ki MÜSİAD’ın ilk kongresini 5 yıldızlı bir otelde yaptık diye arkadaşlarımız ‘ne işimiz var burada’ diyorlardı! Asli olduklarını unutmuş, marjinalliği kabullenmişlerdi, Türkiye’nin zencileri gibi hissediyorlardı kendilerini. Ötekileri tanımadıkları için de çok fazla su-i zanda bulunuyorlardı."
Aslında buram buram ırkçılık kokan “zenci” ifadesini duyunca akla ilk gelen, Yarar’ın desteğini tabii ki esirgemediği, liberallerimizin de pek bir demokrasi havarisi bulduğu AKP iktidarı döneminde Emniyet binasında vurularak öldürülen Festus Okey geliyor akla, ilk olarak...Sonrasında, tüfekle kafası paramparça edilen çocuklar, 1 Mayıs’larda coplanan, gazlanan işçiler vs...Ama konu başka...Şöyle ki:
Demek ki, MÜSİAD içerisinde de, kamuoyunda seslerini daha çok duyurma imkanı bulanlar, öyle ya da böyle TÜSİAD’la dirsek temasında bulunanlar... Daha doğrusu, kökleri birinci kuşak sermaye birikimine dayananlar... Demek ki, Yarar'ın kendisi de, kendi tanımıyla "burjuvazi olmayan burjuvazi"den, yani "devlet beslemesi burjuvazi"den geliyor...O zaman o neden konuşuyor ki, “hakiki” (artık nasıl olacaksa) “halka dayanan burjuvazi” adına...Bıraksın onlar konuşsun... Yoksa MÜSİAD içindeki güç mücadelelerinde de, kökeni birinci kuşak sermaye birikimine dayanan sermaye grupları daha mı "semirmiş"ler...Öyleyse, ki görünene bakılırsa öyle, nasıl...Öğrendik ki Yarar'ın ailesi İstanbul'a çarık ile gelenlerden değil mesela...
"Kadınlara daha çok hissettiriliyor, erkekler o kadar etkilenmiyor. Geçen gün büyük bir alış veriş merkezinde mescide girdim. Baktım ayakkabıların hepsi marka! Arkadaşların yanına döndüğümde ‘Türkiye’de devrim oluyor, haberiniz yok’ dedim. Nerede, dediler; mescitte, dedim"
Biz devrimi, kıyasıya sınıf savaşının sonunda olur sanırdık...Yarar, devrimi mescidde başlatmış, marka ayakkabı ile...ve devam etmiş:
"Sayısal çoğunluk MÜSİAD’da, parasal çoğunluk TÜSİAD’da. Onlarda 40 yıllık sermaye birikimi var ama aradaki fark çok azaldı. TÜSİAD geçmiş MÜSİAD gelecek demek."
Aslında bunu güzel ifade etmiş Yarar...Zaten meselede bu, parasal çoğunluğun kimde olacağı... Yeni filizlenmeye başlayan, ama, her sermaye gibi devletten de bal gibi nemalanan, küçükken elbette daha az nemalansa da, büyüdükçe nemalanma miltarı da artacak olan bir sermaye bu...Ama liberal abilerinden ve ablalarından öğrendikleri "burjuvazinin devrimciliği", "Anadolu burjuvazisinin yükselişi", "gerçek burjuvazi" gibi laflar da sırıtıyor ağızlarında...Liberal abiler, ablalar en azından devrimi bilgisayarda falan görüp, bilgi çağı çığlıkları atıp, köylere tenis kortu falan istiyorlardı...Çetin Altan, Ahmet Altan, Mehmet Altan aynen böyle yazıyorlardı mesela...Yani "devrim" kavramını daha bir estetize deforme ediyorlardı...Yarar ise, henüz kavramları tam içselleştirememiş olmalarından olsa gerek, devrimi alıp mescide götürmüş...Liberal abi ve ablalara şikayetimdir. Dersini çalışmamış Yarar...Ama bazı gerçekleri de dile getirmiş:
"Bazı aşırılıkları gözlüyorum ama bir lokma bir hırka felsefesine de inanmam. Bu bize yutturulmuş bir zokadır! Allah verdiği nimetleri kullarının üzerinde görmek ister."
Ne denir, doğru söze...Ama, sıkıysa bunu, kendilerininki de dahil islami sermayedarların işyerlerinde, Allah aşkına, üç kuruşa çalışan emekçiye de söylesin Yarar...Kendisi ve diğer sermayedarlar ille de “merkez”se, asıl “çevre” onlar çünkü...

Hiç yorum yok: