24 Ekim 2009 Cumartesi

IMF-DB Zirvesi: Türkiye küresel egemenlik sistemine dahil oluyor (Ekmek ve Özgürlük, Sayı 3)

Tolga Tören

2007 Mart’ında ABD’nin en çok okunan gazeteci ve yazarlarından Tom Wolfe “bildiğimiz kapitalizmin sonuna şahitlik ediyor olabileceğimizi”, 2008 Eylülünde Britanyalı siyaset felsefecisi John Gray ise “ABD’nin küresel liderliğinin sonuna geldiğimizi” vurguluyordu. Aynı dönemlerde uluslararası sermayenin önemli organik aydınlarından birisi olan, CNN yorumcularından ABD’li Fareed Zakaria, yeni gelişmelerin batının üstünlüğüne zarar vereceğine inanmadığını belirttikten sonra, “ABD’nin öngörülebilir gelecekte en güçlü ekonomi olacağını, fakat gücünü paylaşmak zorunda kalacağını” söylüyordu. Tarihçi Niall Ferguson da “finansal krizin Washington ya da Wall Street modeline dayanan bir kapitalizmin geçerliliği hakkında soru işaretleri oluşturması gerektiğini, asıl sorunun alternatif bir modelin varolanın yerini alıp almayacağı olduğunu” vurgulayıp, yeni modelin öncüsü olarak Çin’i işaret ediyordu[1].

Güç ilişkileri değişiyor

Bugün varılan noktada durumun pek değiştiği söylenemez. Örneğin Mark Landler, kendi ifadesiyle, kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bugüne kadar gördüğü en ciddi ekonomik krize karşı yanıtlar üretmek için, dünya liderlerinin 2 Nisan 2009’da Londra’da yapacakları toplantıdan bir kaç gün önce, New York Times’ın 29 Mart 2009 tarihli sayısında, mealen, şunları yazıyordu: “Obama yönetimi IMF’yi güçlendirme çabası içindeyse de başta Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin, ABD yapımı olan bu krizin, ABD’nin gündemi belirleme gücünü sınırlandırdığına inanıyorlar”[2]. Kuşkusuz, Landler’in yorumu yersiz değil. Nitekim bundan yaklaşık 50 sene öncesinde olduğu gibi, en yakın rakibi olan ülkeden (İngiltere) dahi yedi kat fazla üretim kapasitesi olan, dünyanın altın rezervelerinin %60’ını, petrol ve çelik üretiminin %70’ini elinde tutan bir ülke değil artık ABD. Haliyle, komünizme karşı ve kapitalist ilişkiler bütününü olabilecek en geniş coğrafyaya yaymak için, dış yardımlar ya da IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların kuruluşuna öncülük etmek/işleyiş mekanizmalarını belirlemek gibi yollarla, kapitalizmin uluslarararası kurallarını belirleme gücüne sahip bir ülke de değil. Öyle olmadığı gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin temel dinamiği olan ‘sermaye birikimi’ düzeyinin verdiği güçle hareket eden ve sistem içerisindeki verili güç ilişkilerini, kendi sermayeleri lehine değiştirmeye çalışan başka aktörlerin varlığı da söz konusu artık.

Landler’in yazısının devamı da yukardakilerin teyidi niteliğinde: Zirve’den önce finansal kaynaklarının 500 milyar dolar arttırılması öngörülen IMF’ye, Japonya, Avrupa Birliği ve ABD yüzer milyar dolarlık katkı yapmayı taahhüt etmişti. Ancak, başta Çin olmak üzere, yaygın, batı merkezli ve kalkınmacı bir deyimle ‘gelişmekte olan ülkeler’, sınıfsal bir perspektifle ise, ‘kapitalistleşme sürecine geç eklemlenen ülkeler’ açısından durum farklıydı. Söz konusu ülkeler, asli faktörü ABD, özellikle de ABD Hazine’si olan IMF’nin politikalarında daha fazla söz sahibi olmadan, benzer bir katkı yapmada şüpheli olduklarını belirtiyorlardı[3]. Kuşkusuz ki, bu kapitalist sistem içerisinde yeni bir güç dizilişi ile karşı karşıya olduğumuzun çok sayıdaki göstergelerinden yalnızca birisi idi.

G-20 Pittsburg Zirvesi

Bir başkası ve daha açığı ise, 25 Eylül 2009’da Pittsburg’da gerçekleştirilen G-20 toplantısında İngiltere başbakanı Gordon Brown’ın “eski uluslararası işbirliği sona erdi, bugünden itibaren yeni sistem başladı” biçimindeki sözleri idi[4]. Brown’ın bu ifadeleri, kapitalist sistem açısından, daha kötü durumda olandan daha iyiye doğru gidişin bir işareti olmaktan ne kadar uzaksa, yeni güç dengesinin altını çizmekte de o kadar başarılı idi. Dünyanın en zengin ülkelerini temsil eden G-7’nin, kendisini güvenlik konuları ile sınırlamayı kabullenerek, dünya ekonomisi üzerindeki karar süreçlerindeki gücünü, sermaye birikim süreci daha da güçlenen Brezilya, Çin, Hindistan, Türkiye, Güney Afrika gibi ülkelerin de üyesi olduğu G-20 ile paylaşması da cabası. Dahası da var: Küresel üretimin 1930’lardan bu yana görülmemiş ölçüde küçüldüğünün belirtildiği zirvede alınan kararlardan bazıları da, IMF’nin, yürürlüğe koyduğu politikalar üzerindeki gücünü de gösteren, kota paylaşımında ‘gelişmekte olan ülkeler’in payının yüzde 5 arttırılması idi. Söz konusu ülkelerin Dünya Bankası’ndaki oy gücü de yüzde 3 arttırılacaktı[5].

İstanbul Toplantıları

‘Gelişmekte olan ülkeler’in kotalarının yüzde 5 oranında arttırılması, İstanbul’da 6-7 Ekim 2009 tarihlerinde gerçekleştirilen IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık toplantılarının da önemli gündem maddelerinden birisini oluşturdu[6]. Toplantıda, IMF’nin önde gelen üyeleri, fonun daha çok ‘gelişmiş ülkeler’ tarafından belirlenen katı kurallarında kimi değişiklikler yapmayı da kabul ettiler. ABD Hazine Sekreteri Timothy F. Geithner, bu değişiklikleri “IMF’nin meşruiyeti için, temsiliyeti daha güçlü, ihtiyaçlara daha iyi cevap verebilen ve hesap sorulabilir bir yönetim yapısı yaşamsaldır” sözleri ile selamladı. Dünya Bankası başkanı Zoellick’in, “ABD tüketicilerine daha az dayanan, çok kutupllu bir dünyanın daha istikrarlı olacağı” yönündeki vurgusunu da geçerken ekleyelim[7].

Kapitalizm yeniden yapılanıyor

Peki tüm bunlar ne anlama geliyor? Örneğin olan biteni, IMF’nin rolünü, henüz borçlandırılmamış bölgelere doğru genişletmeyi planladığı biçiminde yorumlayanlar varsa da[8], bu tür yorumların, Türkiye’deki muhalif söylemde de çokça görüldüğü üzere, ağaçlara bakmaktan ormanı görememek anlamına geldiğini söylemek gerekiyor. Yanlış olduğundan değil, ama bütünsel olmadığından. Daha açığı, kapitalist sistem içerisinde yaşanan değişimi ve yeniden yapılanmayı görmezden gelerek, konuyu, sadece IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar ya da onlara karşıtlık üzerinden ele almak, muhaliflik düzeyinin de bu kurumlarla sınırlı kalmasına yol açıyor. Ama daha da önemlisi, söz konusu kurumların varlıklarının ya da uygulamaya koydukları politikaların ancak ve ancak kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde anlam kazanacağı gerçeğini gözden kaçırıyor. Dolayısıyla, son dönemlerde Türkiye’de de çokça gördüğümüz üzere, anti kapitalist olmadan anti emperyalist olarak nasyonal sosyalizmin ekmeğine bal sürmek misali, anti kapitalist olmayan ama anti-IMF’ci ya da benzeri poziyonlar üretilmesine hizmet ediyor. Böylesi bir pozisyon ise, tüm kurumları ve ilişkisellikleri ile anti-kapitalizmi değil ama, ulusal kalkınma ya da örneğin ‘sanayileşme’ gibi yollarla ‘toplumsal bir ortak iyi’nin olabileceği savını işaret ediyor. Bu da, ‘hepimiz aynı gemideyiz’ masalını. Oysa tüm bu yaşananlar bize daha büyük bir fotoğraf sunuyor. Şöyle ki: Tarihinde çok defa görüldüğü üzere, kapitalist sistem, uluslararası ölçekte yeniden yapılanıyor. Bu yeniden yapılanma, gücün uluslararası ölçekte yeniden karılmasını, dolayısıyla sistem için yaşamsal rol oynayan aktörlerin ya da kurumların pozisyonlarının değişmesini de beraberinde getiriyor. Bu durum, ABD’nin Afrika’dan Ortadoğu’ya, aşınan imajını tazelemek ve ittifaklarını güçlendirmek için izlediği diplomasinin de, Türkiye’nin son dönemde gerçekleştirdiği bir dizi ‘açılım’ın da kodlarını veriyor bize.

Türkiye’ye Yansımalar

Konuyu Türkiye’ye bağlamak açısından bu son noktayı biraz daha açmakta fayda var: Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist sisteme eklemlenmeye başladığı 19. yüzyılın ortalarından, genelde ‘devletçi sanayileşme dönemi’ olarak adlandırılan 1930’lara, İkinci Dünya Savaşı sonrasının yeniden yapılanmasından, ‘içe dönük sermaye birikim süreci’nin uygulamaya konduğu 1960’lara ve nihayet 1980’lerden bugünlere doğru ilerleyen kapitalist gelişme sürecine baktığımızda, bir şeyin süreklilik taşıdığını görmek mümkün. Sermaye birikim sürecinin, eş anlamlı olmak üzere, artı değer yaratım sürecinin süreklilik koşullarının garanti altına alınması. Ancak bu süreklilikle birlikte, bir de kopuşlardan bahsetmek mümkün ki, bu noktada, sermaye birikim sürecinin aktörlerinin altını çizmek gerekiyor. Belirtilmesi gereken bir başka nokta da, kapitalist sistemin uluslararası ölçekteki her yapılanmasında, ülke içindeki aktörlerin de değiştiği, ancak, sistemin temel dinamiği olan sermaye birikim sürecinin devam ettiği. Bu noktada ülke içi egmenlerin söz konusu yapılanmaya eklemlenmeyi sağlayacak aktörleri yaratabildiğini, ancak bunun egemen sınıfın kompozyisonunun değişimiyle birlikte gelen bir süreç olduğunu belirtmek de önemli. Bu durum, AKP’nin bugün işgal ettiği konumunu da, Türkiye egemenlerinin pek bir hoşuna giden ‘yeni-Osmanlıcılık’ söylemini de, bir zamanlar gazete ilanlarıyla hükümetler düşüren TÜSİAD’ın kendisine başkan bulamamasını da açıklar nitelikte. Benzer şekilde IMF ve Dünya Bankası toplantılarının neden İstanbul’da yapıldığını da. Kuşku yok ki, bu döngüyü, emeğin haklarını garanti altına alacak ve özgürlüğümüze kapı aralayacak bir şekilde kırmanın yegane yolu ise, kendisini IMF karşıtlığıyla sınırlamayıp, onun, içinde oluştuğu sosyal sistemi de karşısına alan ve böylesi bir program ile geniş kitleleri başka bir dünyaya ikna etmeyi hedefleyen bir emek hareketinin inşasından geçiyor.


[2] Mark Landler, Rising Powers Challenge U.S. on Role in IMF, New York Times, 29 Mart 2009

[3] Mark Landler, Rising Powers Challenge U.S. on Role in IMF, New York Times, 29 Mart 2009

[4] Mark Weisbrot, The G20 Fantasy, http://www.zmag.org/znet/viewArticle/22697

[6] Group of 7 Begins a Slow Fade, New York Times, 5 Ekim 2009

[8] Mark Weisbrot, A New Role For the IMF?, http://www.zmag.org/znet/viewArticle/22830

1 yorum:

Adsız dedi ki...

ellerinize aklınıza sağlık...
yazılarınızı buradan takip ediyorum. teşekkür ederim.