Tolga Tören
Bu blogda 6 Kasım 2024 tarihinde yayımlanan ve Kürt meselesi bağlamında açığa çıkan tartışmaları değerlendiren "'İç cephe'den hareket eden bir neo-İttihatçılık" başlıklı yazıda, Noam Chomsky'nin Dünyaya Kim Hükmediyor?* başlıklı kitabından hareketle "uluslararası toplum", yani ABD ve müttefikleri açısından caydırıcı bir İran'ın ABD ve İsrail'in bölgeyi şiddet yoluyla kontrol etme gücünü sınırladığı, "İran tehdidi" olarak tanımlanan durumun özünün de bu nokta oldugu belirtilmişti (age, s. 140 - 141). Aynı yazıda, ABD Dış İlişkiler Konseyi tarafından yayımlanan Foreign Affairs dergisindeki yazısında (2024 Ekim) Karim Sadjadpour'un "1979 Vizyonu"na göre hareket eden İran'ı "yıkıcı" olarak tanımladığını aktarmıştık. Yazıda alıntılanan bir başka yazar, ekonomist Nouriel Roubini ise, İran'a yönelik bir saldırının, enerji üretimi ve bölgeden gerçekleştirilen petrol ihracatının düşmesi gibi olasılıklar nedeniyle riskli olduğunu belirtiyor ve analizini şöyle sonlandırıyordu:
"...İsrail'in İran'a saldırması, küresel bir ekonomik felakete ya da Orta Doğu'nun daha iyi bir şekilde yeniden şekillenmesine yol açabilecek yüksek riskli, yüksek getirili bir stratejidir...”
İran'a karşı İsrail'in 13 Haziran 2025 tarihinde başlattığı ve 22 Haziran 2025'te ABD'nin de katıldığı saldırılar gösteriyor ki, "uluslararası toplum" bu "riski" almış durumda.
İran'a saldırı uluslararası sözleşmelere aykırı
İran'a karşı, Vijay Prashad'ın znetwork'teki yazısında, İran'ın Birleşmiş Milleter üyesi egemen bir devlet olmasından, dolayısıyla İsrail'in İran ile problemlerinin çözümü icin uluslararası mekanizmaların bulunmasından ve İsrail'in bu mekanizmalara başvurmaktan kaçınmasından hareketle, haklı olarak, illegal olarak tanımladığı bir saldırı dalgası başlamış durumda. Gene Prashad'ın vurguladığı üzere, Batı dünyası ve İsrail tarafindan dile getirilen, 'İran'ın nükleer silah ürettiği' iddiaları Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından onaylanmış değil. ABD istihbarat örgütlerinin raporları da aynı yönde. Bölgede nükleer silah programına sahip olan, dahası batı ülkelerinin de desteğiyle bölgenin nükleer silahlardan arındırılmasına dönük girişimlere engel oluşturagelen ülkenin İsrail olduğu da uzun zamandır biliniyor.
Bir başka znetwork yazarı Nina Farnian'ın da altını çizdiği üzere, İsrail ve ABD saldırıları, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü düzenlemelerinin açık bir ihlalini oluştururken, İran'ın verdiği karşılıklar, Birleşmiş Milletler Anlaşması açısından kendini savunma hakkı kapsamında yer alıyor. Nitekim, anlaşma şu sözleri dile getiriyor:
"...Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerek Birleşmiş Milletler’in Amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar."
Bu bilgiler sadece İsrail ve ABD'nin İran'a dönük saldırılarının haksız ve uluslararası sözleşmelere aykırı olduğunu değil, bir zamanlar Irak'ta oldugu gibi, "nükleer silah" argümanının sadece inanmamız istenen, dolayısıyla hakikatin üzerini örten bir söylem olduğunu göstermeye yetiyor.
Mesele nükleer silah değil
Richard Nephew, Foreign Affairs'te yayımlanan (Haziran 2025) “İsrail, İran’ın Nükleer Programını Yok Edebilir mi? – Tahran’ın Bombaya Giden Yolunu Durdurmak Gerçekte Ne Gerektiriyor” başlıklı yazısında, İsrail saldırılarının birçok açıdan "başarılı" olduğunu belirtse de, şunları yazmaktan geri durmuyor:
"...İran’ın savunma tahkimatlarına yaptığı büyük yatırımlar, programa olan bağlılığı, yedekli sistemleri ve İsrail’in görevinin doğası gereği taşıdığı zorluk göz önünde bulundurulduğunda, başarının hiçbir şekilde garanti olmadığı açık."
Ve ekliyor, yazının ilerleyen bölümlerinde:
"İsrail’in İran’ın nükleer programına ne kadar ölçülebilir zarar verdiği konusunda büyük bir belirsizlik söz konusu. Ancak daha önemli soru, İsrail’in saldırısının İran’ın bu yolda ilerleme iradesini yok edip etmediği olabilir... Analistler, İsrail ordusunun son derece yetenekli olduğunu ve beklenmedik hamleler yapabileceğini biliyordu. Asıl mesele ise, yalnızca İsrail tarafından gerçekleştirilen bir saldırının — hatta ABD-İsrail ortak operasyonunun bile — İran’ın nükleer silahlara ulaşma yönündeki hamlesini anlamlı biçimde geciktirip geciktiremeyeceğiydi. Dünyanın bu sorunun yanıtını yakında öğrenmesi bekleniyor."
İsrail'in emperyalizmin piyadesi olarak başlattığı saldırının, ABD'nin saldırıları ile devam etmesi gösteriyor ki, İsrail saldırılarının İran'a "gereken hasarı" veremeyeceği anlaşılmış durumda. Ama İsrail saldırılarına ABD'nin saldırılarının eklenmesini salt bununla açıklanamayacağı kanısındayım.
Konjonktürel ve yapısal olan
Yukarıda aktarılanlar ışığında, 'İsrail'in ve ABD'nin İran'a saldırmasının ardında yatan asli faktör nedir' sorusu önem kazanıyor. Evet, Hamas'ın 7 Ekim 2023'te gerçekleştirdiği "Aksa Tufanı Operasyonu" sonrasında İsrail, İran eksenindeki askeri güçleri çökertmeye dönük önemli saldırılar gerçekleştirdi. Suriye rejiminin çökmesi öncelendiyse de, ABD ve müttefikleri tarafından İran'a karşı gerçekleşecek bir saldırı, yazının başında da belirtildiği üzere, gündemin giderek üst sıralarına taşındı. Keza Donald Trump iktidara gelmeden çok önceleri, olası bir Trump iktidarında İran'a bir saldırı başlamasına kesin gözüyle bakılıyordu.
Hasılı, "Aksa Tufanı Operasyonu" sonrasında yaşanan gelişmeler, konjonktürel ve olgusal olanı açıklasa da, uzun erimli, yapısal olanı ya da kapitalist sistemin uluslararası ölçekteki işleyişi açısından temel olan noktaları açıklamıyor. Keza, ne ABD, İsrail ve müttefiklerinin İran'ı "şer ekseni"nin önemli bir parçası sayması yeni bir olgu ne de bu kesimler tarafından dile getirilen, 'İran'ın nükleer silah ürettiği' argümanı. O halde neden şimdi?
Sonu gelmeyen savaş
Ellen Meiksins Wood**, Sermaye İmparatorluğu çalışmasında, günümüz emperyalizminde askeri gücün bir coğrafyayı işgal etmek, toprağa dayalı ("territorial") genişleme ya da ticaret yollarını ele geçirmek gibi amaçlardan ziyade “sonu gelmeyen savaş” (“war without end”) olarak açığa çıkan bir olgu üzerinden şekillendiğinin altını çizer (age, s. 144–149). “Sonu gelmeyen savaş” olgusunun meşrulaştırılmasında ise “teröre karşı savaş” ve “insani savaş” söylemleri işlevsel kılınır. Bunlardan birincisi, “savunma amaçlı müdahale” (“defensive intervention”) kavramı çerçevesinde, 'gelecekte ortaya çıkabilecek tehlikelerin önlenmesine dönük vuruşları' ifade eder. Sürekli olarak dile getirilen 'İran'ın nükleer silah ürettiği' söylemi ve bu söylem üzerinden başlatılan saldırılar, tam da buna örnek oluşturmaktadır. Bu vesileyle yaratılan “bitmek bilmeyen savaş hâli” (“endless state of war”) durumu ise bir yandan sermayenin gereksinim duyduğu istikrarlı ortamı sağlama kabiliyetini kaybeden “başarısız devletler”in (“failed states”) ya da ABD hegemonyası dışında davranan “haydut devletler”in (“rogue states”) yani “şer ekseni”nin (“the axis of evil”) "dize getirilmesini", diğer yandan da savaş açan ülkede oluşturulan antidemokratik ve baskıcı siyasi ortamın meşruiyet kazanmasına yardımcı olur (age, s. 151). Bu noktada, "şer ekseni"nin bir bileşeni olarak gördükleri İran'a saldırı başlatan iki ülkenin de, en iyimser kavramsallaştırmayla, aşırı sağcı ya da faşizan olarak tanımlanabilecek hükümetler tarafından yönetildiğinin altını çizmek gerek.
Wood'un dikkat çektiği bir başka nokta da, kapitalist sistemin hegemonik ülkesinin, diğer kapitalist ülkelerle olan emperyalist rekabetinin gerekli kıldığı çelişkili dengedir. Bir başka ifadeyle, emperyal hegemonyanın, rakip ekonomi ve devletleri onlarla savaşa gitmeden kontrol etmeyi gerekli kılmasıdır, ki askerî güç bu ilişkileri sürdürmek için de vazgeçilmez bir araçtır. Özellikle, örneğin Çin gibi, bir karşı gücün yükselişte olduğu bir zaman diliminde (age, s. 157).***
Yeni doğamazken patlak veren emperyalist savaş
Velhasıl, kapitalist sistem içerisindeki güç ilişkilerinin dönüşmeye başladığı, ABD hegemonyasına karşı oluşan bir başka hegemonyanın giderek daha belirgin bir hal aldığı; Gramsci'nin ifadesiyle eskinin ölemediği, yeninin doğamadığı bir zaman diliminde karşımıza çıkan emperyalist bir saldırı bu. Meşruiyet zeminini 'İran'ın nükleer silah ürettiği' ya da 'İran'daki rejimin antidemokratik olduğu' söylemleri üzerinden kurmaya çalışsa da, asıl amacı kapitalist sermaye birikiminin sürekliliğini ABD egemenliği altında garanti altına almak olan. Bu çerçevede, İran'daki rejimin gericiliği kadar tartışmasız olan bir başka nokta, emperyalist savaşlar eliyle gelen demokratik bir yapıya henüz rastlanmamış oluşudur. Ya da, bu savaşa, amasız, lakinsiz hayır demenin, İran'da, örneğin 2013 sonrası uygulamaya konan neoliberal politikaların asıl kaybedenlerinin, yani İran işçi sınıfının oluşturduğu, zaman zaman rejim karşıtı tonlara da bürünen toplumsal muahelefe sırtını dönmek anlamına gelmediğidir. Keza, olası bir ABD / İsrail zaferi, İran'ın, zaman zaman bir köstebek misali toprağın üstüne çıkan toplumsal muhalefetinin taleplerine uygun bir dönüşüme değil ne kadar süreceği belirsiz olan bir kaosa yol açacaktır. ABD emperyalizminin konumunun perçinlenecek olması da cabası.
---
* Chomsky, Noam (2017) Who Rules the World, Penguin: New York.
**Wood, E. M. (2005) Empire of Capital, New York: Verso.
*** Emperyalizm kuramları üzerine çalışmaları ile bilinen Özgür Öztürk, yeni emperyalizm teorileri başlığında değerlendirdiği Ellen Meiksins Wood'u çalışmalarını, özellikle de klasik emperyalizm kuramları ile kıyaslayarak eleştirel bir değerlendirmeye tabii tutar. Emperyalizmin ulus devletler üzerinden analiz edilmesi ve ABD'nin rolüne yapılan bu aşırı vurgu bu eleştirilerden bazılarıdır. Öztürk'ün bu konudaki metinlerinden birisi için bkz. Öztürk, Ö. (2015) "Emperyalizm Kuramları ve Sermayenin Uluslararasılaşması", Praksis, 15: 271 - 309.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder