5 Eylül 2020 Cumartesi

“Başka” bir “normal” sermaye hakimiyeti altında mümkün değil!, Kaldıraç, Eylül 2020

Mehmet Türkay - Tolga Tören*  

Çaresizlik yüklediler, yüklendik. Baş etmeye çalışıyoruz. Çünkü bilgimiz yetersiz. Yetersiz olduğu ölçüde hareketsiz kalıyoruz. Hareketli olanlar konu dışı. Hareketsizliğin getirdiği kapanma halinin tezahürleri muhtelif. Herkes kendi gerçekliği ile karşılamaya çalışıyor. Bireysel düzeyde gösterilen reflekslerin toplamda bir yere ulaşması beklenemez. Ancak yaşanan salgın sürecinin bireysel etkilerinin genel bir politika tarafından yönlendirildiğinin farkına varıldığında süreç anlaşılmaya başlanacaktır. Anlaşılmaktan kastedilen, ekolojik dengenin ekoloji aleyhine bozulmasıyla salgının ilişkisinin ve bu sürecin mevcut iktidarlar tarafından bir fırsata çevrilmesinin görünür hale gelmesidir.

Yaşanılan şartlar genel olarak sol siyasetin ender olarak benzer refleksleri gösterdiği bir süreç oldu. Umalımki bu durum diğer alanlarda da devam etsin. Burada “diğer alanlardan” ifadesinde öncelikle kastedilen genel olarak kapitalizme, özel olarak bu coğrafyadaki tezahürlerine dair ortak bir refleks gösterilebilsin. Yaşanılan salgın süreci kendi başına bir şey gibi görünse de kapitalist işleyişe dahil. Çünkü hem ‘toplumun’ hem de iktidarın biçimlendiği ilişki biçimi bu temelde yükselmekte ve biçim almaktadır. Dolayısıyla salgın sonrası olarak adlandırılacak bir dönem yok. Salgın önemli ve beklenmeyen bir durum ama sistemin rasyoneli onu da içererek devam ediyor. Dolayısıyla salgın sona erdiğinde yeni bir dünya ile karşılaşılmayacak. Salgın koşullarının mevcut iktidarlara verdiği fırsat elbette kullanılacaktır, kullanılmaktadır da.
Salgın süreci genel olarak sol muhalif kesimlerde bir dayanışma duygusu ve pratiği yaratmış olmakla birlikte, ki bu sürdürülebilirse önemlidir, büyük bir kitlede atomizasyona da neden olmuş durumda. Belirsizlik karşısında ‘hayatta kalma’ ruh halinin bir refleksi olarak evlere kapanma, ilişkileri zorlayan, özellikle kadınların karşı karşıya kaldıkları yük ve şiddeti arttıran bir durumu beraberinde getirdi.
Yukarıda yapılan vurguları bir arada düşündüğümüzde ‘eski normal’ virüs salgınını yedekleyip devam etmekte. Diğer bir ifadeyle bahsedilen ‘yeni normal’in çerçevesi eskiye bağlı olarak şekillenmekte. Dolayısıyla salgın öncesi genel duruma dair kabuller üzerinden bir değerlendirme yapılabilir. Bu değerlendirmenin hareket noktası da doğal olarak kapitalizmin krizi olacaktır. Bu bağlamda üzerinde düşünülmesi gereken nokta, sistemin işleyiş rasyonelinin salgın koşullarını krizi yönetmek üzere kullanmasıdır. Üretim sürecinin denetim altına alınmasından, evden çalışmaya ve işten çıkarmalara uzanan bir rasyonel çalışmaktadır ve pratiğe de geçmeye başlandı. Yukarıda vurgulanan, genel olarak solun beraber davranma pratiği bu aşamada önemlidir ancak sonrası için çok daha fazla önem kazanmaktadır. Sorunlar acil ve birçok mecrada dile getiriliyor. Tüm bunları konuşabilmek için verili durumun fotoğrafını çekmek gerekiyor elbet.

Salgının fotoğrafı!
26 Ağustos 2020 itibarıyla, dünyadaki toplam vaka sayısı 24 milyon 151 bin 526. Hayatını kaybeden insan sayısı ise 825 bin 291. Ülkeler bazında baktığımızda, ABD 5 milyon 964 bin 877 kişi ile ilk sırada. ABD’yi 3 milyon 674 bin 176 kişi ile Brezilya, 3 milyon 280 bin 962 kişi ile Hindistan, 970 bin 865 kişi ile Rusya ve 613 bin 17 kişi ile Güney Afrika Cumhuriyeti takip ediyor. Türkiye ise 261 bin 194 vaka ile 215 ülke arasında onsekizinci sırada (1).
Dünya ölçeğinde genel beklenti, enfekte olan insan sayısının artacağı, dolayısıyla Çovid - 19 ile ilişkili sorunların daha güçlü bir şekilde geri geleceği yönünde. Üstelik influenza (grip) virüsü ile karışarak ve -evrim yasası ile de ilintili olarak- mutasyona uğrayarak. Dolayısıyla “önlemler”, bir çok yerde yeniden gündeme geliyor: Örneğin Katalonya “tecrit” önlemlerine geri döndü. Britanya, örneğin İspanya gibi tatil bölgelerinden dönenlere 14 gün karantina zorunluluğu getirdi. Asya ve Pasifik bölgesi ülkeleri, yaz ayları boyunca salgın ile mücadelede başarılı oldukları iddiasında bulunduysalar da hatta Avustralyalı yetkililer virüsü tamamen kontrol altına aldıklarını iddia ettilerse de nafile: Ağustos ayının ortalarında Filipinler'in başkenti Manila karantina önlemlerine geri döndü, Avustralya’da Victoria eyaleti acil durum ilan ederek başkent Melbourne'da geceleri sokağa çıkmayı yasakladı. Tokyo’da hükümet iş dünyasındaki bütün kısıtlamaları kaldırmış, Hong Kong'da hayat salgın öncesine dönmüş durumdaysa da belirsizlik devam ediyor. Nitekim Çin’de, Haziran ayında yeni vakalar görüldüğünde, ancak, askeri teyakkuz ilan edilip, komşu ülkelerle giriş çıkışlar ve okullar kapatıldıktan, 11 milyon insan test edildikten sonra 19 Temmuz 2020’de “normalleşmeye” dönülebildi (2).
Sürekli ve yoğunlaştırılmış kriz politikaları (ve sermayeyi) kurtarma paketleri!
Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) yayımladığı Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda şimdiye kadar görülmemiş bir resesyon ile karşı karşıya kaldığımızı belirtiliyor. Rapora göre, 2020 yılı için öngörülen küresel büyüme oranı yüzde eksi 4.9 ve bu oran Nisan 2020’de yapılan öngörünün 1.9 puan altında. Bir başka ifadeyle, salgının dünya ekonomisi üzerindeki etkisi beklenenden daha fazla. Dolayısıyla, “küresel ekonomik normalleşme” beklenenden çok daha yavaş ve uzun sürecek (3).

Uluslararası Para Fonu’nun tespitini yakın zamanda Amerikan Merkez Bankası da (FED) doğruladı. Time dergisi de Dünya Bankası gibi “dünyadaki bütün resesyonlardan daha kötü bir resesyon” ile karşı karşıya olduğumuzu ilan etti (4). Nitekim, 2020’nin ikinci çeyreğinde, Euro bölgesi ekonomisi önceki çeyreğe kıyasla yüzde 12.1 küçülürken, GSYİH İspanya'da yüzde 18.5, Fransa'da yüzde 13.8, İtalya'da 12.4 ve ekonomik gerekçelerle karantina önlemlerinden kaçınan İsviçre'de yüzde 8.6 küçüldü. Aynı zaman diliminde ABD’deki daralma ise yüzde 9.5. Dünya Turizm Örgütü ise 2020 Mayıs itibarıyla, turizm sektöründeki faaliyetlerin yüzde 56 azaldığını, sektörde 320 milyar dolar gelir kaybı olduğunu belirtiyor (5).
Elbette, yukarıda ifade edilenler sadece ne türden bir krizle karşı karşıya kaldığımızı değil, bu “çökme halini”, yani krizi bir fırsata dönüştürmeye, dolayısıyla sistemi işler kılmaya dönük “kurtarma paketleri”nin büyüklüğünü de işaret ediyor. Bir başka ifadeyle, özel karları sürekli kılmaya dönük maliyetlerin ne kadarının toplumsallaştırılacağını. Nitekim, 21 Temmuz 2020’de 27 Avrupa Birliği ülkesi 750 milyar Euroluk bir “Çovid- 19 kurtarma paketi” üzerine anlaştı (vi). Muslukları açan sadece Avrupa Merkez Bankası (ECB) değil elbet. Amerikan Merkez Bankası (FED), İngiltere Merkez Bankası, Japonya Merkez Bankası başta olmak üzere, kapitalist ülkelerin hemen hepsi, “kurtarma paketleri” üzerine çalışıyorlar, neo-liberalizmin 2008 krizinde zaten iğdiş olmuş olan “sıkı para politikası” efsanesini daha da iğdiş ederek. Bu çerçevede bir daha yazının başına dönmek gerekiyor: “‘Eski normal’ virüs salgınını yedekleyip devam etmekte… ‘Yeni normalin’ çerçevesi eskiye bağlı olarak şekillenmekte”.

Yeni emek kontrol rejimleri!
Peki “sürekli ve yoğunlaştırılmış kriz politikalarının “büyük insanlık”a sunduğu alternatifler neler? Bu soruya verilecek yanıt, kuşkusuz, işsizlik ve yoksulluğun yanısıra, yeni emek kontrol rejimleri. İki bağlamda: Birincisi despotlaştırılmış çalışma rejimleri. İkincisi ise teknoloji aracılığıyla gözetleme ve kontrol sistemleri. Google, örneğin, evden çalışmayı, 2021 Temmuz sonuna kadar uzatmış durumda (7). Malum ki, bu tür “evden çalışma” pratikleri bankacılık, finans, bilişim, eğitim vb. bir çok sektörde karşımıza çıkan bir gerçeklik. Ve bu gerçeklik, yeni bir emek süreci anlamına geldiği gibi bu emek sürecine denk düşen yeni bir emek kontrol rejimini de işaret ediyor. Çoğu zaman sınırı belirsiz online denetim mekanizmaları aracılığıyla.
Geçtiğimiz haftalarda MÜSİAD’ın duyurduğu, 1000 ailenin ve yaklaşık 4500 kişinin yaşayabileceği biçimde tasarlanan (8) “çalışma kampları” ya da Çanakkale’deki Dardanel fabrikasında da gördüğümüz, “kapalı devre” çalışma! pratikleri (9) ise, despotlaştırılmış çalışma rejimlerinin bir örneği. Her iki bağlamda da Eyüp Özer’in (10) 2 Ağustos 2020 Birgün’de yazdıklarına hak vermemek mümkün değil: “Emekçileri hayatlarını riske atma pahasına salgın ortamında çalışmaya zorlayan sermaye, bir yandan da işyerlerinde salgını kontrol altında tutmak ve üretimin aksamasını önlemek için işçilerin üzerinde daha fazla kontrol sağlayacak bu tarz teknolojik çözümlerle geldi”.
Artan işsizlik ve yoksulluk!
Jhayati Ghosh haftalık Guardian’da (11) Hindistan’da Covid-19’un iki ayrı Hindistan yarattığının altını çizdikten sonra bazı hayatların bazı hayatlardan daha önemli görüldüğünü vurguluyor. Kuşkusuz bu sadece Hindistan için geçerli değil. Jan Breman ve Marcel van der Linden “Ekonomiyi Enformelleştirmek: Sosyal Sorunun Küresel Bir Düzeyde Geri Dönüşü” (12) başlıklı çalışmalarında neoliberal zamanlarda, emeğin durumu açısından, eskisinden farklı olarak batının dünyanın geri kalanını izlediğini yazarlar. Bu çerçevede yoksul ve varsıl! ülkelerde salgın bağlamında açığa çıkan gerçeklik aynı: ‘Kimi hayatlar kimilerininkinden daha değerli’.
Covid-19’un ortaya çıkmasından bu yana ABD’de işsizlik ve yoksullukta önemli bir artış söz konusu. ABD’de Mart ayında başlatılan Federal Pandemi İşsizlik Ödeneği 31 Temmuz 2020 itibarıyla sona ermiş durumda ve bu 25 milyon insanın işsizlik, dolayısıyla gelirsizlik koşulları altında yaşamak zorunda kalması, kredi ile alabildiği evini kaybetmesi, binlerce küçük işletmenin iflas etmesi, işçileşme şansı dahi elde edemeyecek olması demek. Nitekim, resmi işsizlik rakamları da Haziran 2020 itibarıyla yüzde 11.1. Siyah Hayatlar Önemlidir (Black Lives Matter -BLM-) hareketinin de dile getirdiği üzere, bu işsizlik rakamları ırklar arası eşitsizliği de açık eder durumda Çünkü işsizlik, Hispanikler arasında yüzde 14.5, siyahlar arasında ise yüzde 15.4. Ve siyahlar ya da Latin kökenliler, genelde, evden çalışma imkanı olmayan sektörlerde çalışıyorlar (13).
IMF yukarıda anılan raporunda 2019’un son çeyreği ile kıyaslandığında, 2020’nin ilk çeyreğinde kaybedilen iş sayısının 130 milyon full-time işe eşit olduğunu belirtiyor. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ise “Dünya İstihdam ve Sosyal Görünüm” raporunda Covid-19’dan, özellikle evden çalışma şansı olmayan işçilerin ya da dünya çapındaki 2 milyar enformel sektör çalışanının daha fazla etkilendiğini belirtiyor. Ayrıca, ILO’ya göre, 165 milyon insan, işi olsa da daha fazla çalışma ihtiyacı içerisinde. Yani, on milyonlarca insan işi olsa da yoksul! Ve nihayet 630 milyon insan mutfak yoksulluk sınırının altında yaşıyor (14).

Ezilenin ezileni: Göçmen işçiler!
Göçmen işçiler de ayrı bir başlık altında ele alınmayı ziyadesiyle hakeden bir konu. Velhasıl ILO rakamlarına (15) göre dünyada 164 milyon göçmen işçi var ve bu sayı giderek artıyor. Bu insanlar elde ettikleri gelirin bir kısmını dünyanın yoksul bölgelerindeki ailelerine gönderiyorlar. Dolayısıyla, salgın göç ettikleri ülkelerin işgücü piyasalarında en altta bulunan bu göçmen nüfusun sadece kendilerinin değil, ailelerinin de işsiz, gelirsiz kalması demek. Ghosh’un yukarıda atıf yaptığımız yazısında anlattığı, salgının başlarında bir fabrikada günlüğü yaklaşık iki Euro’ya çalışmak üzere evinden ayrılmasından yaklaşık iki ay sonra kendisi gibi yüz milyonlarca göçmene benzer şekilde (salgın nedeniyle) artık çalışamayacağını öğrenen, ama evine de dönemeyen kız çocuğunun hikayesi bize çok şey söylüyor elbet.
Ayrıca salgın koşullarında göçmen oldukları ülkelerde, hareket serbestisini yitirmiş bir şekilde geçinmeye çalışan bu emekçi kesimi, ırkçı saldırılara maruz kalarak yaşamaya çalışıyor. Nitekim, birçok ülkede göçmenler Covid 19 ile ya da Covid 19 göçmenlerle ilişkilendiriliyor. Çinlilerin birçok ülkede saldırıya uğraması ya da Trump’ın Covid 19’u başlarda “Çin virüsü” olarak tanımlaması, Güney Afrika’da, salgın öncesinde de zenofobik saldırılardan muzdarip Zimbabwelilerin geçtiği sınırlara tel örülmeye başlanması, ABD’de yabancıları risk kaynağı olarak gören yasal düzenlemeler, İtalya’da, Akdeniz’i geçen Afrikalılara karşı oluşan “alarm durumu” ve nihayet Türkiye’de başta Suriyelilere karşı olmak üzere açığa çıkan göçmen karşıtı, ırkçı söylem ve pratikler (16).

Salgın değil toplumsal mücadele!
Kuşkusuz durumun fotoğrafını çekmek yetmez. Sadece fotoğraftaki renklerin ya da derinliğin daha iyi seçilmesi için değil; ama aynı zamanda daha iyi anlamlandırılması için fotoğrafın bir çerçeveye yerleştirilmesi gerek. Bu bağlamda ilk olarak salgının sadece tıbbi bir olgu olmadığını ya da bir toplumun, benzerleri pekala dünyanın farklı coğrafyalarında da görülebilen, tüketim kültürü ile ilintili olmadığını altını çizmek gerekiyor. Dolayısıyla, insan - insan ve insan - doğa ilişkilerini sorgulamadan, dahası bu ikisi arasındaki ilişkinin bugün aldığı biçimi sorunsallaştırmadan salgın gerçekliğini doğru bir çerçeveye yerleştirmek mümkün değil: Rob Wallace, Alex Liebman, Luis Fernando Chaves ve Rodrick Wallace gibi bilim insanlarının Monthly Review dergisinin Mayıs 2020 tarihli sayısında yayımlanan “Covid-19 ve Sermayenin Çevrimleri” (17) başlıklı kapsamlı makalelerinde de sorguladıkları üzere, orman yaşamının en derinleri nasıl olup da endüstriyel gıda sektörünün kar nesnesi haline geldi ya da kapitalist üretim ilişkileri nasıl olup da yabanıl doğanın en derinliklerine dahi nüfuz edebilir hale geldi soruları bu çerçevede yaşamsal. Kuşkusuz bu soruların yanıtları, kapitalist üretim ilişkilerinin yeni kar alanları arayışından, dolayısıyla her daim sahip olduğu kriz eğiliminden ve yıkıcılıktan bağımsız değil.
Salgının başından bu yana çeşitli kuramcılar ya da yazarlar salgının nedenlerine ve sonuçlarına ilişkin tartışmalar yürüttü, yürütüyor. Kimisi, salgının kapitalizme indirilen öldürücü bir darbe olduğunu vurguladı, kimisi salgın ile birlikte açığa çıkan yeni otoriterlik biçimlerini işaret etti, kimisi ise kapitalist üretim ilişkilerinin derinleşmesinin salgın ile ilişkisine odaklandı. Kuşkusuz, salgın sonrası kapitalizmin alacağı biçime ya da salgının kapitalizmin aşılmasında açığa çıkaracağı imkanlara dair tartışmalar bir süre daha devam edecek. Ama şurası kesin: Yazının başında bahsedilen “sol dayanışma”yı toplumsal taleplerle sarmanlanmış programatik bir mücadele haline dönüştürmeden kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi söz konusu olmayacak. Bu anlamda, kapitalist üretim ilişkilerinin temelini sarsacak olan şey salgın değil, kapitalist üretim ilişkilerine içkin olmakla birlikte salgının daha görünür kıldığı, hızlandırdığı, dahası üzerimize boca ettiği bir dizi pratiğe karşı gelişen mücadeleler olacak.

Sermaye hakimiyetini sınırlamadan çözüm yok!
Yukarıda işaret edilen mücadelelerin belirli ön kabullere yaslanması ve toplumsal taleplere yaslanması gerektiği aşikar. Bu çerçevede, dikkat çekilmesi gereken noktalardan ilki, ekonomik büyüme kavramının ve o büyüme kavramını merkezine alann “kalkınma" pratiklerinin, özelleştirmeler ve ticarileştirmeler dahil, politikalarının sorgulanması. Dahası bu pratik ve politikaların toplumsal mücadelenin hedefi haline getirilmesi. Nitekim, büyüme fetişizminin açığa çıkardığı en önemli olgular daha çok kar alanı yaratılması, daha fazla rekabet, daha fazla özel mülke dayalı teknoloji yatırımı, daha fazla işsizlik, daha çok enerji gereksinimi ve nihayet doğanın daha fazla tahribatı. Kuşkusuz bu son nokta sınıf mücadeleleri ile ekoloji alanındaki mücadelenin kardeşliğinin de altını çizer vaziyette.
Mevcut büyüme/kalkınma paradigmasının açığa çıkardığı bir başka gerçeklik de, modernist bir perspektiften hareketle, Covid-19 türü salgınların asli nedeni olarak geleneksel davranış kalıplarının (“çiğ et yemek”, “hijyenik olmayan yaşam”, “yabanıl hayvan tüketimi” vs…) işaret edilmesi. Oysa aynı “paradigma”, başta Dünya Bankası olmak üzere uluslararası kuruluşların çeşitli bölgelerde yürüttüğü / finanse ettiği “projelerin” ya da büyük tarım, gıda, kozmetik ve enerji tekellerinin “girişimlerinin” etkilerini göz ardı ediyor. Ki bu “proje” ya da “girişimler”, ormansızlaşmanın da kapitalist üretim ilişkilerinin doğanın / ormanın en derinine nüfuz ederek yarattığı tahribatın da en önemli müsebbipleri arasında.

Kimi ülkeleri “gelişmiş ülke” sermayeleri/devletleri ile işbirliği içinde ve “tedarik zincirleri”, yani alt sözleşme ilişkileri, aracılığıyla tarımsal ürün/“emtia” ihracatına ve dolayısıyla çevreye zarar evren üretim pratiklerine yönlendiren, bunu yaparken de küçük köylüyü kendi toprağında bağımlı işçi haline getiren uluslararası işbölümünü de yukarıdaki çerçevede ele almak gerekiyor. Kemer sıkma politikalarıyla yoksullaşmış, dolayısıyla bağışıklık sistemi zayıflamış geniş kitleleri vurgulamayı ihmal etmeden.
“Kapitalizm uygarlığı tehdit ediyor”!
Yazının başında “‘yeni normal’in çerçevesi eskiye bağlı olarak şekillenmekte” demiştik. Eğer öyle ise, “verili normali” sorgulamadan, yani sermaye hakimiyetini sınırlamadan, mülkiyete dokunmadan, “normalleşme”yi kapitalist üretim ilişkilerinin ötesinde ve ötesiyle beraber düşünmeden çözüm yok. İhtiyaç olan “başka bir normal” ve o da sermaye hakimiyeti altında mümkün değil. Velhasıl, “kapitalizm uygarlığı tehdit ediyor, yaşamak için devrim gerekiyor!”.

Dipnotlar:
* Prof. Dr., Marmara Üniversitesi Iktisat Fakültesi; Dr. Kassel Üniversitesi.

1) worldometer (2020) “Covid -19 Coronavirus Pandemic”, https://www.worldometers.info/coronavirus/? (Erişim: 26 Ağustos 2020).
2) Amy Guina, “What can the world learn from the Asia-Pacific Covid -19 surge?” Time, 3 Ağustos - 10 Ağustos 2020.
3) IMF (2020) World Economic Outlook, https://www.imf.org/en/Publications/WEO/Issues/2020/06/24/WEOUpdateJune2020 (Erişim: 26 Ağustos 2020).
4) Ian Bremmer (2020) “A new global depression is coming”, Time, 17-24 Ağustos 2020, s.69.
5) The Economist (2020) “The world this week: Business”, 1 - 7 Ağustos 2020, s. 6.
6) DW (2020) “EU leaders reach deal on coronavirus recovery package”, https://www.dw.com/en/eu-leaders-reach-deal-on-coronavirus-recovery-package/a-54242834,(Erisim 26 Agustos 2020).
7) The Economist (2020) “The world this week: Business”, 1 - 7 Ağustos 2020, s. 6.

8) MÜSİAD (2020) “MÜSİAD salgın sonrası üretim hamlesi için kolları sıvadı”, https://www.musiad.org.tr/icerik/haber-detay-39/p-904 (Erişim: 20 Ağustos 2020).
9) Birgün (2020) “Dardanel’deki işçilerin yaşam hakkı ihlal edildi”, https://www.birgun.net/haber/dardanel-deki-iscilerin-yasam-hakki-ihlal-edildi-311038 (Erişim: 20 Ağustos 2020).
10) Eyüp Özer (2020) “Sermayenin zihni sinir projelerinden başka bir yaşam mümkün mü?”, Birgün, 2 Ağustos 2020,https://www.birgun.net/haber/sermayenin-zihni-sinir-projelerinden-baska-bir-yasam-mumkun-mu-310401 (Erişim: 2 Ağustos 2020).
11) Jayati Gosh (2020) “Covid is creating two different Indias”, Guardian, 7 Ağustos 2020, s. 47.
12) Breman, J. ve M. van Linden (2014) “Informalizing the Economy: The Return of the Social Question at a Global Level, Development and Change, 45: 920-940.

13) Alana Semuels (2020) “For the jobless, there’s no secure safety net”, Time, 3 - 10 Ağustos 2020, s. 6.
14) ILO (2020) “World Employment and Social Outlook”, https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/---dgreports/---dcomm/---publ/documents/publication/wcms_734455.pdf (Erişim: 12 Ağustos 2020).
15) ILO (2020) “New ILO figures show 164 million people are migrant workers”, https://www.ilo.org/global/about-the-ilo/newsroom/news/WCMS_652106/lang--en/index.htm (Erişim: 20 Ağustos 2020).
16) Economist (2020) “Locked out”, 1 - 7 Ağustos 2020, s. 7.
17) Rob Wallace, Alex Liebman, Luis Fernando Chaves ve Rodrick Wallace (2020) https://monthlyreview.org/2020/05/01/covid-19-and-circuits-of-capital/ (Erişim: 1 Haziran 2020).

Hiç yorum yok: