6 Mart 2023 Pazartesi

Altılı masadan beşli masaya geçiş üzerine notlar


Tolga Tören

Malum, anaakım muhalefetin, resmi adıyla Millet İttifakı'nın, uzunca bir süredir mesai yaptığı "altılı masa", İYİ Parti (İYİP) lideri Meral Akşener'in 3 Mart 2023 tarihli çıkışıyla, en azından şimdilik, "beşli masa"ya dönüşmüş durumda.

Masanın bileşenlerinin altıdan beşe inmesini, Meral Akşener’in ya da İYİP kadrolarının siyasi intihar anlamına gelecek bir öngörüsüzlüğüne bağlamamız için hiç bir neden bulunmuyor. 

Tıpkı bu kesimlerin, eski yol arkadaşı MHP, iktidarın en önemli destekçisi olurken kendilerinin iktidar bloğunun dışında kalıp “muhalefet” içerisinde yer almasının, kişisel siyasi tercihi aşan bir yanı olduğunu görmek durumunda olduğumuz gibi. 

Başka zamanlarda başka yerlerde de yazıldı, milliyetçi sağın, üstelik de 1990’larda en “operasyonel” kanadında yer almış olan, başta Akşener olmak üzere, İYİ Parti’de yer alan kadrolarının “muhalefette” yer almış olmasının, yeni dönemde devlet içerisindeki güç dizilişine karşılık gelen bir yanı var. 

Bu, bir yandan, rejimin sarsılan meşruiyeti karşısında, kendi kadrolarının ötesine geçerek, toplumun, merkez sağda yer alan, seküler ama kendisini milliyetçi olarak tanımlayan kesimleri içerisinde kitleselleşme becerisi gösterebilecek “devletlu” bir muhalefet yaratma çabasının ifadesiydi. 

Diğer yandan da, mevcut rejime, “statüko”nun dışına çıkmak bir yana, çıkma potansiyeli taşıyarak ya da bu potansiyelin önünü açarak dahi olsa, alternatif olabilecek olan öznelerin denetlenmesi, gerekiyorsa da türlü yollarla durdurulması için oluşturulan bir sistem içi emniyet sübabının ifadesi. 

Bu anlamda, İYİP ile ifade edilen bu “muhalefetin” de bir operasyonel işlevi olageldi. 

Altılı masanın, masada oturmama tercihi dile getirilerek değil, tekmelenerek yıkılmaya çalışılması, dahası masanın ayakta kalma ihtimaline karşı, masada kalmaya devam etmeyi tercih edebileceklerin öyle ya da böyle -alternatif aday olarak önerilerek örneğin- saf değiştirmeye çağrılması, bu operasyonel işlevselliğin göstergeleri. 

***

Çeşitli mecralarda, ama genelde ayrı ayrı dile getirilen birkaç faktörden bahsetmek gerektiğini düşünüyorum:

Birincisi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, daha önce İYİP çevrelerinde sorun olarak dile getirilen Alevi kimliği. Kendisi öne çıkarmasa da, siyasetini bu kimliği aşan bir çerçevede kurmaya çalışsa da.

Nitekim, bu kimliği bir sorun olarak dile getiren, ancak tepkiler sonucunda İYİP içindeki görevinden istifa etmek durumunda bırakılan kişi, yeniden aynı göreve dönmüş durumda.

Bu durum Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğine ilişkin saldırıya İYİP tarafından geçmişte verilen “tepkinin” ilkesel değil, konjonktürel olduğunu da gösteriyor.

İkincisi, Kılıçdaroğlu, HDP ile bir ortak yürüyüşü dillendirmemiş, HDP ile olası bir yakınlaşmayı resmi bir politika olarak formüle etmemiş olsa da, HDP’nin Mansur Yavaş ya da benzeri bir adayı desteklemeyeceğini belirtmesine karşılık Kılıçdaroğlu’nu desteklemeyi taahhüt etmesi.

Selahattin Demirtaş’ın bir süre önce Kılıçdaroğlu’nu işaret etmesini ve depremin hemen sonrasında Kılıçdaroğlu ile HDP eş genel başkanı Pervin Buldan’ın aynı fotoğraf karesine girmesini de bunlara eklemek gerek.

Ve elbette CHP’nin “resmi söylemine” yansımasa da tüm bunların açığa çıkardığı ya da çıkarabileceği üzere, HDP ile “rejim” arasındaki köprünün CHP tarafından ortadan kaldırılma ihtimali.

Kaldırılması değil, ihtimali!

İYİP meclis gurup başkan vekilinin HDP'nin aday çıkarmaması durumunda Erdoğan’ın ciddi farkla seçimi kazanacağı yönündeki çıkışı bu konuda bir gösterge. İYİP meclis gurup başkan vekiline göre, HDP ile altılı (beşli) masanın ortak bir adayı desteklemesi durumunda, Erdoğan kazanıyor.

Nitekim bugünkü Cumhuriyet’te (06.03.2023) Barış Terkoğlu, bir İYİP genel merkez yetkilisine 'CHP ile tekrar yan yana gelme olasılığına ilişkin' sorusuna şu cevabı (da) aldığını yazıyor:

“…Mesela CHP’nin HDP ile ilişkisi tavrımızda bazı değişmelere ya da esnemelere sebebiyet verebilir.”

Üçüncü ve oldukça önemli bir başka nokta da, Kılıçdaroğlu’nun “beşli çete” olarak adlandırılan guruba ilişkin takındığı tutum.

Daha açık bir ifadeyle:

15 Temmuz darbesi döneminde, AKP - Cemaat ittifakını teşhir etmek yerine, yuhalanmak pahasına, Yenikapı’ya gitmiş olması; Demirtaş’ın cezaevine girmesine yol açan dokunulmazlıklar meselesindeki pasif tutumu ve neoliberalizme bütünlüklü bir eleştirellik sergilemiyor oluşu gibi nedenlerle sosyalistlerin haklı eleştirileriyle karşı karşıya kalan Kılıçdaroğlu ve yönetimindeki CHP’nin, kapitalist üretim ilişkilerinin tarihsel kutsalı olan mülkiyete “dil uzatması”.

Velev ki bu “dil uzatma” haksız olarak tanımladığı ile sınırlı kalsın. 

***

Evet, Kılıçdaroğlu, bir kamulaştırma dalgasından, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”nden, hatta son dönemlerde kimi uluslararası emek örgütlerinin dahi raporlarında dile getirdiği kamunun ekonomideki rolünün büyüklüğü ile ekonomik büyüme ve istihdam arasındaki pozitif yönlü ilişkiden bile bahsetmiyor.

Tersine, özünde piyasa ilişkilerine karşı çıkmayan, sadece piyasanın çeşitli nedenlerle karşılaştığı aksaklıkları “etkin kurumlar” aracılığıyla tamir ederek piyasaya yeniden işlerlik kazandırmayı öneren yeni-kurumsalcı iktisada dayalı bir iktisat politikası setine yaslanma eğiliminde.

Ama, kapitalizmin en kutsalı olan mülkiyeti, “beşli çete” somutluğunda ve kısıtında dahi olsa, tartışmaya açmasının; üstüne üstlük son süreçle sınırlı kalsa da, bu tartışmanın daha geniş bir çerçeveye sahip olması gerektiğini dile getiren sol/sosyalist siyasetlerle görüşmeler yapmasının sadece “beşli çeteyi” rahatsız ettiğini düşünmemiz için bir gerekçe bulunmuyor.

Bu konuda kimi değerlendirmeler yapmaya yardımcı olacak önemli kulis bilgileri içermesi nedeniyle, gazeteci Ayşe Yıldırım’ın kısadalga sitesinde yer alan ve Kılıçdaroğlu’na seçilmesi durumunda dokunmaması istenen kişilerden oluşan 400 kişilik bir liste verildiğini aktaran yazısına bakmakta da fayda var.

Velhasıl, altılı masanın başlangıcından bugününe bakıldığında sola doğru kimi adımları görülen Kılıçdaroğlu 1970’lerin Bülent Ecevit’inin “toprak işleyenin su kullananın” sözlerinin bugünkü karşılığını dile getirecek bir noktada değil.

Ancak unutmamak gerekiyor ki, 1970’lerin Bülent Ecevit’ine bu sözleri söyleten, yaşadığı ani bir dönüşüm ya da hızlı bilinçlenme değil, bu sözlerin dile getirildiği dönemin radikal sol / sosyalist muhalefetinin dinamizmi idi.

Bir başka ifadeyle, dipten gelse de yüzeyde kabaran ve oldukça büyük bir boyuta ulaşmış o dalga idi, kendisi de bir “devletlu" olan Ecevit’i o cümleyi kurmaya iten.

Kuşkusuz farklı bir dönem bu, birçok açıdan.

Ancak, o dipten gelip yüzeyde kabaran dalganın bugünkü karşılığı, elbette bir yanıyla sosyalist solun bütün gücüyle örmeye çalıştığı dayanışma ise, diğer yanıyla da “sosyal ve demokratik bir cumhuriyet” başlığı altında ayrıntılandırılabilecek somut bir toplumsal programa yaslanmak.




Hiç yorum yok: