16 Nisan 2023 Pazar

2023 seçimleri ve HDP’nin liberal adayları üzerine...

        Foto: Tele1

Tolga Tören

Önce cumhurbaşkanı adayı çıkarılacağının ilan edilmesi, sonrasında bu kararın geri çekilmesi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun destekleneceğinin ima edilmesi.

Akabinde, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile yaşanan liste tartışması ve Halkların Demokrasi Partisi (HDP) yöneticilerinden değilse de destekleyicilerinden, Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP), zaman zaman sertleşen eleştiri ya da ithamlar.

Ve nihayetinde Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibi iki sembolik ismin Yeşil Sol Parti (YSP) listelerinde, hem de güçlü bir konumda, yer bulması.

Yukarıda sıraladıklarımdan birincisini, yani TİP’e dönük ithamların haksızlık olduğunu düşündüğümü bir başka yazıda ifade etmiştim. 

Benzer bir hatanın, bir önceki yerel seçimlerde Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bileşeni ve dolayısıyla HDP’nin müttefiki olan Sosyalist Meclisler Federasyonu’na da (SMF) yapıldığını düşünüyorum. Dersim belediye başkan adaylığı üzerinden. 

SMF’nin gücü ve mevcut toplumsal politik şartlar dikkate alındığında, başarılı bir ilerici yerel yönetim örneği oluşturduğunu da. 

Hasan Cemal ve Cengiz Çandar'ın adaylığı 

Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın milletvekili gösterilmesine gelince.

Her ne kadar HDP çevreleri bu isimlerin soldan aldığı tepkinin üstünde durmasa da ya da örneğin Veysi Sarısözen’in güçlü kaleminde ifadesini bulan “Yeşil Sol Parti: Nuh’un gemisi" metaforuyla açıklanmaya çalışılsa da, Cemal ve Çandar’ın adaylığının yanlış olduğunu düşünüyorum.

Her şeyden önce, Gültan Kışanak’ın bir siyasi rehine olarak tutulduğu cezaevinden belirttiği üzere, HDP’nin ve yaslandığı en geniş siyasi zeminin Türkiye sosyalist hareketinin bir parçası, hem de önemli bir parçası olması nedeniyle. 

Yılların mücadele birikimi bir yana, HDP programındaki anti-kapitalist ögeler bile bu argümanı desteklemeye ziyadesiyle yeter. 

Yanlış görmemin diğer nedenlerini tartışmak için önce  biraz geriye, en azından Selahattin Demirtaş’ın HDP başkanlığından istifa ettiği zamanlara geri dönmek gerekiyor. Sonra biraz daha geriye gitmek. 

AKP tarafından bir siyasi rehine olarak cezaevinde tutulan Demirtaş, HDP genel başkanlığından ayrılmasını, cezaevinde olmasının partinin işleyişi açısından sorun yaratmasıyla açıkladıysa da, bunun, diplomatik bir açıklama olduğunu kestirmek hiç de zor değildi (Bu konudaki görüşlerimi o dönemde siyasihaber sitesinde daha kapsamlı ifade etmiştim).

Demirtaş’ın istifası ile parti içerisinde çok sayıda insan bu kararın gözden geçirilmesini talep etti.

O dönem, bu insanların bir kısmı kişi kültüne teslim olmakla eleştirildi bir kısmı da “klavye başındakiler” olarak yaftalandı. Bu yaftalamayı yapan kişi şimdi çok başka saflarda örneğin.

Kişi kültüne teslim olmakla eleştirilmek pahasına, Demirtaş’ın başkanlığa devam etmesini talep edenlere gelince: 

Demirtaş’a ziyadesiyle hakettiği sevgi ve saygıyı sunuyor olmakla birlikte, bu kesimin asli hareket noktası Demirtaş’ın şahsı değil, eş başkanlığı döneminde en başarılı noktaya ulaşan ve sonuçları da 15 Haziran 2015 seçimlerinde görülen siyasi yönelimdi:

Kürt sorununun özgünlükleri ve gerekliliklerini ihmal etmemekle birlikte, sosyal sorun ile ulusal sorunu bir arada ele alan, Türkiye’nin tümüne bir program, Yeni Yaşam programı, etrafında seslenen, Türkiyelileşme yönelimiydi bu. 

Ne kimi sol çevrelerde görüldüğü üzere sınıf indirgemeciliği yaparak ulusal sorunun üzerinden atlayan ne de liberal çevrelerde, ve ne yazık ki gene kimi sol çevrelerde, görüldüğü üzere, kimlik indirgemeciliği yaparak sosyal sorunu ikincilleştiren bir yönelim!

Tam da bu nedenle AKP tarafından büyük bir tehlike olarak algılandı. 

O dönemler Yeni Şafak gibi mecralarda, ‘ne işi var HDP’nin Türk solcularıyla, HDP’nin asli meselesi kimlik olmalıdır’ benzeri argümanları dile getiren yazı sayısı hiç de az değildi.

HDP’nin bu çizgideki ısrarı nedeniyledir ki, Demirtaş o günlerden bu günlere, üstelik büyük bir nefret dalgasına maruz kalarak cezaevinde tutuluyor. Sembolik bir figür olarak. 

Tarz-ı siyaset değişimi 

Demirtaş’ın istifası sonrasında eşbaşkanlık görevine gelen Pervin Buldan ve Mithat Sancar’ın bu görevi layıkıyla yerine getirdiklerini söylemek ya da takdir etmek bana düşmez. Öyle olduğunu düşünmediğimden değil, takdir edebilecek bir mercide olmadığımdan. 

Kim aksini iddia edebilir ki, HDP ve öncülü partilerde, değil eş başkanlığın, sadece üyeliğin bile cezaevi, işkence ya da ölümü göze almak olduğu gerçeğinin.

Kişilerden ziyade bir tarz-ı siyaset değişimine ve bu değişimin sonuçlarına dikkat çekmek istediğim için yapıyorum bu son vurguyu.

HDP içerisinde Demirtaş’ın istifası sonrasında öne çıkan çizginin en görünür olduğu, deyim yerindeyse tepe yaptığı an, Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibi, Türkiye’nin 1980’ler ve 1990’larda yaşadığı neoliberal dönüşümün basındaki iki sembolik isminin Yeşil Sol Parti (YSP) listelerinden aday gösterilmesi oldu.

Bu tercihte birbiri ile ilintili iki faktörün rol oynadığını düşünüyorum. Birincisi, Demirtaş sonrasında HDP içerisinde bayrağı devralan eğilimin mantıki bir sonucu. Bunu yukarıda kısaca özetlemeye çalıştım. 

İkincisi ise, seçimler sonrasında 2015’tekine benzer bir müzakere süreci beklentisi.

Yeni bir müzakere olacaksa HDP (YSP) güçlendiği için olacak! 

Öncelikle, Veysi Sarısözen’in Yeni Özgür Politika’daki “Çözüm otobüs değil, beklersen gelmez" başlıklı yazısında son derece haklı olarak altını çizdiği üzere, eğer yeni bir müzakere süreci söz konusu olacaksa, bu CHP değil, HDP (YSP) güçlendiği için olacak. 

Ve her ne kadar Kemal Kılıçdaroğlu bu yönde imalarda bulunsa da, altılı masada tam da bu tür olası girişimlere karşı bir “devlet sübabı” olarak bulunmaya devam eden İyi Parti’nin (İYİP) varlığı burada elbette önemli bir sorun teşkil edecek. 

Muhtemelen ittifaklar kartının yeniden karılmasına da yol açarak.

Deniz Baykal CHP’sinin çekirdek tabanına yaslanmaya çalışan Muharrem İnce ve Memleket Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Büyük Birlik Partisi (BBP), Hüda-Par, Vatan Partisi ve elbette Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bir karşı cephe olarak belirmesi ile beraber. 

Tüm bunlar elbette, bu “karşı cepheye” sınırsız bir belirleyicilik gücü vermez. 

Kaldı ki siyaset bir güç inşa etme becerisi olduğu kadar sahip olunan gücü doğru kullanma becerisini de gerektirir ve elbette başta Kürt siyasi hareketi olmak üzere Türkiye’nin ilerici güçlerinin potansiyellerini doğru kullanmaları durumunda, Türkiye’de bütün ezilenlerden yana dönüşümler olabilir. Olacak da…

Türkiye’nin ilerici siyasal yapılarının nicel zayıflıklarına rağmen siyaset yapmaya devam ediyor olması da elbette, bunun bilincinde olunması ile ilgili.

Bu anlamda, “yeni bir çözüm süreci olmaz”, “bunun altından kalkılamaz” gibi argümanları ispatlamak değil yapmaya çalıştığım şey.

Böyle bir masanın kurulması ihtimaline karşı, Kürt özgürlük siyasetinin kendisine Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibi isimleri de temsilci olarak seçmiş olması. Ayrıca böyle bir temsilcilik için vekil olmak gerekli de değil. 

Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın simgelediği

Kabul, Cengiz Çandar, başta bütün parçalardaki Kürt siyasetleri dahil olmak üzere, Ortadoğu siyasetini çok iyi bilen bir isimdir. 

Kabul, Hasan Cemal’in yazdığı Kürtler kitabı cesur bir girişimdir, iyi bir gazetecilik örneğidir. Evet, Cemal gazetecilik ve haber peşinde koşmak konusunda hep ısrarcı olmuştur, bu da gazetecilik açısından saygın bir tutumdur.

Ancak mesele bu isimlerin, Turgut Özal döneminden bu yana Türkiye’nin neoliberalizme eklemlenmesinde aldığı pozisyondur. 

Bu pozisyon AKP döneminde de devam etmiş ve sonuç bu isimlerin bir demokrasi havarisi olarak kutsadığı AKP’nin, Napolyon Bonapart’ın hayaleti misali büyük bir karanlık yaratarak ülkenin üzerinde gezinmesi olmuştur.

Bu isimlerin bütün tezlerinin birkaç yıl içinde yanlışlanmasına da yol açarak. Reddetseler de. 

Mesele, sosyal sorun bir yana, bu isimlerin Kürt meselesinde sahip oldukları “çözüm” perspektifidir. 

Bu perspektifin, AKP’nin 15 Haziran 2016 öncesindeki “çözüm” perspektifinden farklı olmamasıdır: 

Ulusal sorunu sosyal ve sınıfsal bağlamından koparıp, liberal kimlik tezlerine indirgemek.

Kürt coğrafyasını, Türkiye sermayesinin yayılma dinamiklerine zemin hazırlayacak şekilde, ucuz emek cenneti olarak yeninden yapılandırırken, Kürt siyaseti ile Türkiye’in ilerici siyasetlerinin bağını en aza indirmek. 

Güney Afrika deneyimi! 

Ki bu, Kürt sorununda Güney Afrika modelinin belirmesidir ve bu modelin sonuçları Nelson Mandela’nın ve Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC), oynadığı büyük tarihsel rolün yanında, en büyük hatasını da açığa vurur.

1990 öncesinde Halk Kongresi’nde somutlaşan emek hareketi - komünist hareket ve ulusal özgürlük hareketi ittifakı, kapitalist gelişme sürecinin Güney Afrika’daki özgünlüğünü oluşturan ırk ayrımcılığının ortadan kalkmasının temel dinamiğini oluşturur. 

Nelson Mandela’yı 27 yıl kaldığı Roben Adası’ndan devlet başkanlığına götüren de, ülkede 11 tane resmi dilin anayasaya yazılması da bu tarihsel ittifakın başarısıdır. 

1990 - 1994 yıllarını kapsayan çözüm sürecinde, bu ittifakın, Güney Afrika Komünist Partisi’nden gelenleri dahil, liderlerinin yaptığı hatalar silsilesi ise, ülkenin çoğunluğunu oluşturan siyah nüfusun bugün dahi ödemeye devam ettiği faturanın ilk adımıdır. 

Güney Afrika'daki rejimin ırk ayrımcılığına dayalı olarak devam edemeyeceğinin ayırdında olan uluslararası sermayenin, ülkedeki yerleşik sermayenin ve bu ikisi ile eklemlenme çabasında olan cılız siyahi sermayenin talepleri doğrultusunda, ırkçılık karşıtı mücadelenin en önemli müttefiki olan emek hareketi ve sosyalist / komünist hareketin sesinin kısılmasıdır bu hata. 

1955 yılından bu yana Halk Kongresi altında toplanan bu tarihsel ittifakın, ırkçılığın en önemli zeminini oluşturan madenlerin kamulaştırılması talebi başta olmak üzere sosyal ve sınıfsal talepleri, bizzat Mandela tarafından “zamanı değil” denilerek ve bütün ağırlığını kullanarak bastırılır bu süreçte.

Sonuç, yukarıda bahsettiğim sermaye fraksiyonlarının talepleri ile uyumlu olarak, neoliberalizmin çok sayıda ögesinin 1996 Anayasası’nda yer bulmasıdır. 

Ulusal sorunda sermaye hakimiyeti! 

On yıllar boyunca yatırımlarıyla ırk ayrımcılığına can suyu olurken ülkenin nüfusu da dahil bütün kaynaklarını tarumar eden sermayeye dokunulmaması da cabası.

Tam da bu nedenle, Siyah Bilinç Hareketi’nin efsanevi lideri Steve Biko’nun eşi feryat eder, müzakereler sürecinde, sürecin bir af makinesi gibi çalıştığının altını çizerek. 

Özgürlük mücadelesini yürütenler, ulaştıkları kitlesellikle, ırk ayrımcılığını yenilgiye uğrattıktan sonra sermayenin de yenilgiye uğratılabileceği düşüncesiyle, sosyal sorunu ötelemekte bir sakınca görmemişlerdir. Türkiye’de de yıllarca baskın olan iki aşamalı devrim stratejisi, milli demokratik devrim stratejisidir izlenen strateji. 

Buna göre Güney Afrikada ırk ayrımcılığı Güney Afrika kapitalizminin doğuşundan bu yana onun ayrılmaz bir parçasıdır ve birincisinin ortadan kalkması, ikincisinin de ortadan kalkmasını beraberinde getirecektir. 

Ancak, apartheid karşıtı mücadelenin önemli isimlerinden ve Güney Afrika Komünist Partisi’nin (eleştirel) üyesi olan, bu nedenle uzun yıllarını sürgünde geçiren, akademisyen ve aktivist Harold Wolpe’nin birçok çalışmasında işaret ettiği üzere, 1970’lerin sonundan bu yana sermaye de apartheid karşıtı mücadele trenine binmiştir. 

Ve 1990 - 1994 yıllarında süregiden müzakereler döneminde süreci domine etmeyi başarmıştır. 

Tarihsel ittifakın potansiyeli! 

Bu yazdıklarım, Mandela’nın önemini, 27 yıl kaldığı Roben Adası’ndan devlet başkanlığına yürüyüşüne de yol açan efsanevi liderliğini ve çözüm sürecinin çok daha kanlı geçmesi ihtimali karşısındaki tarihsel rolünü azımsama amacı gütmüyor elbette.

Tersine, 1990 öncesinde onun liderliğinde kurulan emek hareketi - sosyalist hareket ve sınıf hareketi ittifakının nelere kadir olabileceğinin altını çizme amacı taşıyor. 

Tam da bu nedenle, uzun yıllar sürgünde yaşamış, apartheid karşıtı aktivist ve sıkı bir neoliberalizm eleştirmeni olan Güney Afrikalı şair Dennis Brutus’ün, apartheid sonrası Güney Afrika’yı resmetmek için dile getirdiği şu sözlere kulak kabartmak gerekiyor: 

“Biz kazanmışsak, bizim kazanmış olmamız durumunda herşeyini kaybetmiş olması gerekenler, nasıl oluyor da hiçbirşeylerini kaybetmemiş gibi görünüyorlar”. 

Apartheid sonrası Güney Afrika üzerine çalışan çok sayıda sosyal bilimcinin dikkat çektiği, ‘ekonomiyi beyazların siyaseti ise siyahların’ yönetiyor olması gerçekliğinin yanında, Çandar’ın HDP’yi kastederek dile getirdiği “bu partideki sol kuruluşlar dekorasyon gibi” sözleri ile birlikte. 

***

Kaynaklar: 


Tören, T. (2014) “Apartheid Sonrası Güney Afrika: Kürt Sorununa Yanlış Model”, Praksis, 33.

Tören, T. (2013) “Kararan Kapitalizm: Güney Afrika’da Irk, Sınıf, Kapitalizm”, İstanbul: SAV.

Hiç yorum yok: