23 Mayıs 2023 Salı

14 Mayıs seçimleri üzerine



Tolga Tören

Malum, 14 Mayıs 2023 başkanlık seçimlerinin resmi sonuçlarına göre Recep Tayyip Erdoğan yüzde 49,52; Kemal Kılıçdaroğlu yüzde 44,88; Sinan Oğan ise yüzde 5,17 oy aldı. En azından ilk tur sonuçlarına göre Erdoğan öndeyse de, bu galibiyetin anayasanın Erdoğan’ın adaylığı aleyhindeki açık hükümlerinin ihlal edilmesi başta olmak üzere, bir dizi hukuksuzluk ile elde edildiği notunu düşmek gerekiyor. Seçimler sürecinde istifa etmesi gereken bakanların istifa etmeyerek kamu kaynaklarını kendi partileri ve iktidar adayları lehine kullandırtması, bir kamu kurumu olan TRT’nin tüm adaylara eşit süre vermektense iktidar medyası gibi çalışması bu konudaki örnekler. Kamu kurumu olmasalar da kamusal bir görev icra eden özel medya kuruluşlarının iktidarı kayıran yayınları, başta Yeşil Sol Parti olmak üzere muhalefetin çeşitli öğeleri üzerindeki baskılar da cabası. 

Yukarıda yazılanlara, Selahattin Demirtaş’ın 12 maddelik twit dizisinde vurguladığı, kimliğinden emin olunmayan sandık görevlileri aracılığıyla ve gözlemci yokluğunda, oyların istenen aday/parti lehine yazılabildiği iddiasını da eklemek gerekiyor. Türkiye İşçi Partisi (TİP) genel başkan yardımcısı Doğan Ergün’ün 20 bin sandığın şaibeli olduğu iddiası ve Türkiye’nin bir çok yerinden gelen usulsüzlük bildirimleri ile beraber. Dolayısıyla, seçimler her manada adaletsiz, açıklık ve şeffaflıktan uzak, anti-demokratik bir ortamda yapıldı ve tüm bunlar sonucun meşruiyetini sarstı. İlk tur muhalefet tarafından kazanılsaydı, bunlara rağmen kazanılmış olacaktı. 

Kılıçdaroğlunun yalnızlığı! 

Seçimlerin değerlendirilmesi gereken bir diğer yönü ise, muhalefet bileşenlerinin, ama özellikle de anaakım muhalefetin, sonuca da etki eden iç ilişkileri, yönelimleri. Açalım: 

Deneyimli gazeteci Murat Yetkin, yetkinreport’ta yayımladığı “Muhalefet ikinci tur için sandık konusuna yeniden el atmalı" başlıklı yazısında, siyasi sorunların yanı sıra yukarıda işaret edilen türden sandık güvenliği sorunlarını da vurguladıktan sonra şu satırları dile getiriyordu: 

“CHP’nin 14 Mayıs başarısızlığında Kılıçdaroğlu’nun gerçekten zorlukla kurduğu ve özünde doğru bir proje olan muhalefet koalisyonunun -bir örnek dışında- çalışmamasının suçu var. Aynı zamanda Kılıçdaroğlu’na her şeyin yolunda olup sandık güvenliğinin tam sağlandığı yolunda rapor veren parti bürokratlarının da suçu var.” 

Yetkin, yazının devamında, bahsi geçen CHP’lilerin, AKP tarafından kimi sandıklarda onlarca defa yeniden sayım yaptırılmasına da müdahil olmadığını yazıyor ve ekliyordu: 

“Açıkçası Kılıçdaroğlu etrafındaki kalabalığa rağmen, birkaç ilkeli parti yönetici dışında yalnız bırakıldı ve evet, bazı müttefiklerince de.” 

CHP’nin ilk turda karşılaştığı hezimette bu yalnız bırakılma önemli rol oynadı. Bu noktada karşımıza çıkan soru ise, kimin ve neden yalnız bıraktığı. 

Seçimler sonrasında gelen salvolar… 

Buraya kadar yazılanlardan sonra şu soru önem kazanıyor: Kılıçdaroğlu neden yalnız kaldı ya da Kılıçdaroğlu’nu kim, neden yalnız bıraktı? Bu soruya yanıt vermek için seçimlerden hemen sonra yaşanan kimi gelişmelere bakmak gerekiyor. Önce CHP tarafı: 

Seçimlerin ertesi günkü Hürriyet Gazetesi’nde Deniz Baykal’ın yakın çalışma arkadaşlarından Mehmet Sevigen’in Kılıçdaroğlu’nu istifaya davet ettiği haberi vardı. Kılıçdaroğlu’nu defalarca seçim kaybetmekle suçlayan Sevigen, “bugün istifa etmeli” diyordu Kılıçdaroğlu için. Sevigen’in eleştirilerinden birisi, Kılıçdaroğlu’nun, Baykal’ın adını dahi anmaması idi. Ancak, Sevigen’in üzerinden atladığı önemli bir nokta vardı: Kılıçdaroğlu’nu adını zikretmemekle eleştirdiği Baykal’ın 1999 yılında CHP’yi yüzde 8.7 oy oranı ile, üstelik tarihinde ilk defa, meclis dışında bıraktırmış olması. AKP’nin iktidara gelmesinde Deniz Baykal’ın oynadığı rol de cabası. 

Sevigen’in sözlerinin ağırlık noktası, Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi kimliksizleştirdiği idi. Oysa, Baykal dönemi CHP’sinde de ciddi bir çizgi ve kimlik sorunu vardı. Baykal liderliğinde yeniden açılmasından hemen sonra, Tony Blair esintili “üçüncü yol”culuktan Ricky Martin şarkıları eşliğinde açılan pırıltılı kongrelere, Şeyh Edebali vurgularına kadar genişleyen bir yelpazede gitti geldi CHP. En son karar kıldığı yer ise ulusalcılık oldu. 

Sevigen, hızını alamayıp, “Fethullah Gülen'in bir numaralı adamını İzmir'den aday yaparsan sana oy verirler mi?” sözleriyle CHP İzmir milletvekili, KHK’lı akademisyen Yüksel Taşkın’ı hedef gösteriyordu. “Solcu” Sevigen’e KHK denen şeyin hukuksuzluğunu hatırlatmak mı doğru olur, hakkında bu yönde bir hüküm olmayan bir akademisyeni hedef göstermesinin gayri ahlakiliğini mi, bilinmez! Ancak şu kesin: CHP seçmeni Yüksel Taşkın’a oy verdi. Taşkın’ın akademik tezlerinin tartışılmasının zemini  ise Sevigen’in durduğu yer değil, demokratik bir akademidir. O da ne yazık ki "Yeni Tükiye"de bulunmuyor. 

Kim daha cemaatçi? 

Cemaatçilik meselesine gelince: Malum, AKP’nin Kılıçdaroğlu’nu itibarsızlaştırmak için başvurduğu yollardan birisi, Kılıçdaroğlu’nun Fethullah Gülen cemaatinin organize ettiği bir kaset skandalı sonucunda CHP’nin başına geçtiği iddiasını dolaşıma sokmak oldu. Oysa, bahsi geçen kaset skandalı gerçekleştiğinde Deniz Baykal "ABD'den, Pensilvanya'dan aldığım üzüntü ve destek mesajlarının samimiyetine inandığımı da söylemek isterim” sözleriyle Gülen cemaatine sahip çıkarken, Baykal’ın en yakın çalışma arkadaşı ve CHP genel sekreteri Önder Sav ise, Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP genel başkanı olarak takdim ediyordu. Bu çerçevede Vatan Gazetesi muhabiri Deniz Güçer’in Fethullah Gülen’in sağ kolu Hüseyin Gülerce ile yaptığı röportajdan aktardığı şu sözleri not emekte de fayda var: 

“Herkesin Baykal’la aralarında bir diyalogsuzluk olduğunu zannettiğini söyleyen Gülerce, ‘Ben Samanyolu’nda 9 yıl program yaptım. Senede en az iki defa Baykal’ı Pazar sohbetine çağırırdım… Program öncesi buluşup kahvaltı ediyorduk. Mesela Mehmet Sevigen de katılırdı bu programlara’ dedi”. 

Velhasıl, ne Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığı Baykal ve ekibine rağmen olan bir şeydi ne de Deniz Baykal, Fethullah Gülen cemaati ile dişe diş mücadele ediyordu. Bu bahiste son olarak şu notu düşmek gerekiyor: Fethullah Gülen cemaati, o zamanlar da nereden geldiği belli olmayan finansal kaynakları ve kamu kurumları içindeki “Sızıntı”ları ile karanlık bir örgüttü. Türkiye siyasetinin klasikleri arasına çoktan girmiş olan “Ne istediler de vermedik” cümlesi ise, Baykal’n yukarıdaki sözleri ile birlikte, arşivlerde durmaya deva ediyor. 

Bir iktidar bileşeni olarak AK-Kemalistler! 

Sevigen’in söyleşisi, Sevigen'in “Belediyeleri biz alalım dengeyi kuralım” ifadeleri ile bitiyor. Bu sözler Baykal’ın kendisinin daimi anamuhalefet lideri olarak kalmasına dönük stratejisi ile birhayli paralellik taşıyor, iktidar ile önkabule dayalı bir işbölümünü ima ediyor. Özetle, görünen o ki, CHP içerisindeki ulusalcılar, Kılıçdaroğlu’nun ayağının tökezlemesini bekliyorlardı ve bunun tek göstergesi, Sevigen’in seçimlerin hemen ertesi günü verdiği bu mesajlar değil. 

Bu noktada şu sorulabilir: ‘CHP’nin ulusalcıları, hadi Kılıçdaroğlu’nun ayağının tökezlemesini beklediler. Peki oylarını da mı AKP’ye verdiler?’ Bunu bilemeyiz elbet; ama şayet öyle yapmışlarsa bunun şaşırtıcı olmayacağının altını da çizmek gerekiyor. Şaşırtıcı bulanlara, son yıllarda kimi CHP’lilerin ya da CHP kitlesinin bir kesimi üzerinde etkisi olabilen kimi ulusalcı figürlerin son dönemlerdeki politik yönelimlerini ya da Beştepe ile çeşitli düzeylerde kurdukları diyalogları anımsatmak gerek: Cumhuriyet gazetesi davası sürecinde Cumhuriyet Vakfı’nın kimi eski yöneticilerinin sarayla kurduğu diyalogdan Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin AKP’ye katılmasına, Nedim Şener’in yazılarından Hulki Cevizoğlu’nun AKP’den vekil adayı olmasına, Doğu Perinçek’in AKP’ye verdiği destekten Muharrem İnce’nin “muhalefete muhalefet”ine kadar. Bu isimlerin hepsi CHP’li değilse de çeşitli kanallar dolayımıyla, CHP’ye oy veren kitlenin bir kesimi üzerindeki etkileri tartışılmaz. 

Bu kesimleri AK-Kemalistler olarak tanımlıyorum. 

İYİ Parti cephesinde değişen bir şey yok! 

İyi Parti’ye gelince: İyi Parti çizgisinde yayın yapan Yeniçağ gazetesi de CHP adayı Hacer Foggo’nun seçilememiş olmasından duyduğu memnuniyeti yansıtmış adeta, seçimlerin hemen ertesi gününde. Örneğin gazetede yer alan, “Hacer Foggo Milletvekili Seçilemedi“ başlıklı haberde, Foggo’nun, “Türk askerine ‘çocuk katili’, Atatürkçülere 'faşist'” dediği belirtiliyor, “FETO medyasına destek” çıktığı iddia ediliyordu. Gazetenin yazarlarından Mehmet Faraç ise 17 Mayıs 2023 tarihli ve “Ayrılıkçılık, milliyetçi dalga ve gaflet siyaseti!..” yazısında şu sözleri dile getiriyordu: 

“Oysa bir yandan FETO'cuların, bir yandan HDP'nin, diğer yandan da en çok PKK'nın 14 Mayıs seçimlerini bir ‘özgürleşme dönemi’ olarak görmesi ve bu kapsamda ‘100 yıllık cumhuriyeti dönüştüreceğiz’ şeklinde provokatif açıklamaların CHP ile Millet İttifakı'na darbe vuracağını bu köşeden defalarca vurgulamıştık...” 

Ayrıca gazeteye göre, “Sosyal medyada Meral Akşener haklı çıktı rüzgarı” esiyordu. Beşiktaş klübü eski başkan adayı Fuat Çimen’in şu sözleri de bu rüzgarın göstergelerinden birisi olarak sunuluyordu: 

“Demokratik ulusal sol çizgiyi terk edip, AB-D’ci liberal, NATO’cu, aşureye dönmüş bu anlayışla çok zor! Umarım ve dilerim yanılırım”. 

İYİP çizgisinde yayın yapan bir gazetede, üstelik İYİP’i meclise taşımış olan bir siyasi partinin adayı için bunlar yazılmışsa, üstelik daha bunun ikinci turu varken, İYİP kadrolarının Kılıçdaroğlu için çalıştığına, hatta İYİP’lilerin Kılıçdaroğlu’na oy verdiğine inanmak zor gerçekten. 

İYİ Parti masaya geri döndü ama… 

İYİP açısından bakıldığında, masadan kalkma bu yalnız bırakma girişimlerinden ilki idi. Daha önce bu konuda yaptığım bir değerlendirmede şunları yazmıştım: 

“…milliyetçi sağın, üstelik de 1990’larda en ‘operasyonel’ kanadında yer almış olan, başta Akşener olmak üzere, İYİ Parti’de yer alan kadrolarının ‘muhalefette' yer almış olmasının, yeni dönemde devlet içerisindeki güç dizilişine karşılık gelen bir yanı var. 

Bu, bir yandan, rejimin sarsılan meşruiyeti karşısında, kendi kadrolarının ötesine geçerek, toplumun, merkez sağda yer alan, seküler ama kendisini milliyetçi olarak tanımlayan kesimleri içerisinde kitleselleşme becerisi gösterebilecek “devletlu” bir muhalefet yaratma çabasının ifadesiydi. 

Diğer yandan da, mevcut rejime, 'statüko'nun dışına çıkmak bir yana, çıkma potansiyeli taşıyarak ya da bu potansiyelin önünü açarak dahi olsa, alternatif olabilecek olan öznelerin denetlenmesi, gerekiyorsa da türlü yollarla durdurulması için oluşturulan bir sistem içi emniyet sübabının ifadesi." 

Akşener’in masayı terketmesini ise üç faktör ile açıklamıştım: Birincisi Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği, ikincisi HDP ile kurduğu ilişki ve HDP’nin desteğini almış olması, üçüncüsü ise, “beşli çete”den hesap soracağını sürekli olarak vurgulaması. 

İYİP, altılı masayı terkettikten sonra tepkiler nedeniyle masaya döndü ise de bu dönüş konjonktüreldi ve o tarihten sonra Millet İttifakı’nın sıkı bir koalisyon ortağı olmaktan da geri durdu. Seçim sonuçlarından da görüldüğü üzere, bu durum sandığa da güçlü bir şekilde yansıdı. 

Sonuç notu 

Tartışılması gereken diğer noktalar ise Millet İttifakı’nın İYİP dışındaki sağcı ortaklarının neredeyse hiçbir varlık gösterememiş olması ve Emek ve Özgürlük İttifakı’nın beklenenin altında oy almış olması. Bu iki önemli nokta, ama özellikle de ikincisi, ayrı bir değerlendirmenin konusu olmayı hak ediyorsa da, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın lokomotifi Yeşil Sol Parti’nin aldığı oyların umulandan düşük olmasını sol / sosyalist örgütler ile kurduğu koalisyonla ilişkilendiren, bu koalisyonu da “mahalleye yabancılar” olarak tanımlayan liberal eğilimin yanıldığını söylemek gerekiyor. Tek başına Haziran 2015 seçimleri dahi bu yanılgının görülmesi için yeterli. 

Bu seçimlere ilgi gösteremeyen sosyalist dostlara dair ise, söyleyecek söz olmadığı kanaatindeyim. 








Hiç yorum yok: