17 Mayıs 2023 Çarşamba

Ekonomik göstergeler ve buzdağının yüzleri - II

Foto: unsplash


Tolga Tören

Bu yazının bir önceki bölümü sadece muhalefet etmek için, anti demokratik olduğu gibi bölüşümcü politikalara kapıyı kapatmanın bir aracı olan merkez bankası bağımsızlığının savunulacak bir yanı olmadığı vurgusu ile sona ermişti. 

Peki bunun alternatifi, AKP'nin 2008 sonrasında izlediği model mi? Elbette, AKP’nin kendi çeperindeki sermaye kesimlerinin çıkarlarına öncelik veren bu merkez bankacılığının da savunulacak bir yanı yok. Sermayenin farklı fraksiyonlarının “en doğrusu” diyerek dayattığı iki ya da daha fazla model arasından birini seçme çabasının anlamı da. 

Olan biteni şöyle özetlemek mümkün: 

Türkiye sermayesinin, özellikle aramalı ve yatırım malı ithalatına bağımlı kesimleri açısından Türk Lirası'nın değerli olması, dolayısıyla faiz oranlarının yüksek olması gerekiyor ki gereksinim duydukları ithalatı düşük fiyattan gerçekleştirebilsinler. 

Örneğin Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yayımladığı Dış Ticaret İstatistikleri Mart 2023 verilerine göre “2023 Martı itibarıyla imalat sanayi ithalatında ara mallarının payı %72,8, sermaye mallarının payı %14,9 ve tüketim mallarının payı %12,2”.

İmalat sanayi ithalatına teknoloji yoğunluğu açısından baktığımızda ise, 2023 Martı itibarıyla orta yüksek teknolojili ürünler yüzde 44, orta düşük teknolojili ürünler yüzde 33 paya sahip. Bunları 12,2 ile düşük, 10,8 ile de yüksek teknolojili ürünler izliyor. Yani imalat sanayi ithalatının önemli bir kısmını ara malları ile yüksek ve orta düşük teknolojili ürünler oluşturuyor. 

Öte yandan, Türkiye sermayesinin başka kesimleri ise, birikimini düşük katma değerli ürün ihracatına dayandırdığından, Türk Lirası’nın düşük değerli olmasına ihtiyaç duyuyor, ki ihracatta fiyat avantajı elde etsin. 

MÜSİAD: Düşük faiz, rekabetçi döviz kuru 

AKP sermayenin bu kesiminin taleplerine daha fazla öncelik veriyor. Bu nedenle örneğin bu kesimin örgütlü olduğu Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) hükümet politikalarını destekler, düşük faiz politikasından memnuniyet duyarken, Türk Sanayici ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) ise hükümetin faizleri bir türlü yükseltmemesine veryansın edip duruyor. 

Örneklendirelim: 

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati yakın zamanda Habertürk televizyonunda yayımlanan bir programda şu sözleri dile getirdi: “Biz yatırımcıların önünü açıyoruz. Daha önce bu kredileri kullananların sayısı 10 ise şu anda 100’ü geçmiştir. Türkiye ekonomisini taşıyan KOBİ’lerdir. Biz de onların önünü açıyoruz”. 

Nebati’nin asıl söylemek istediğini MÜSİAD’ın 2022 tarihli “Küresel Ekonomiyi Yeniden Düşünmek” başlıklı raporundan daha iyi izlemek mümkün: 

Türkiye Ekonomi Modeli olarak adlandırılan bu modelde; sağlanan düşük faizle birlikte üretim, yatırım ve istihdamın artacağı ve nihayetinde ekonominin arz kabiliyetindeki artış ile birlikte enflasyonun düşeceği öngörülmüştür. Ayrıca TL’nin değer kaybetmesine bağlı olarak oluşan rekabetçi döviz kuru sayesinde cari işlemler fazlasının oluşması, böylece yaratılacak döviz bolluğu sayesinde döviz kurunun kalıcı bir istikrara kavuşturulması hedeflenmiştir (s. 57).

Yani faizlerin düşük olması vesilesiyle oluşacak kredi bollaşmasından yararlanan sermayedarlar, reel ücretlerin bastırılmasına da yardımcı olan düşük kur, düşük değerli Türk Lirası yardımıyla ihracatlarını arttıracağından, uzun vadede ekonomi istikrara kavuşacak. Ala. 

Şu meşhur faiz meselesine ilişkin de yukarıdakilerle uyumlu bir fikri var elbet MÜSİAD’ın. 

Genel kabul görmüş iktisat anlayışı kredi faiz oranlarının yükseltilmesinin ekonomideki toplam talebi kısarak enflasyonun düşmesine yol açacağını varsaymaktadır. Bu varsayım, faiz oranlarını yükseltmenin tüketici harcamaları ve yatırımları azalttığını, tasarrufları daha cazip bir seçenek haline geldiğini öne süren ve talebi harekete geçiren etkilere dayanmaktadır. Tasarruflardaki artış dolaşımdaki para arzını azaltacağından enflasyonu frenlemekte ve para biriminin değerini artırmaktadır. Diğer taraftan para biriminin değer kazanması ihracat sektörüne zarar verebilir ve yerel mal ve hizmetler için rekabet gücünü azaltabilir (s. 62).

Bu mantıktan hareketle, MÜSİAD harcamaların kısılmasına dayalı bir politika seti değil, düşük faiz, düşük değerli yerli paraya dayalı arz yönlü bir politika seti öneriyor ki, dış pazarlarda ihracat avantajı elde edebilsinler. 

MÜSİAD’ın önerdiği bu politika setinin sınıf ilişkilerine ilişkin bir anlamı olduğu gibi jeopolitik karşılığı da var elbette, tıpkı TÜSİAD cephesinden gelen veryansının olduğu gibi. Örneğin şöyle yazıyor MÜSİAD’ın bahsettiğimiz raporunda: 

…Bu süreçte başta enerji verimliliğinin artırılması, Akkuyu nükleer santralinin devreye girmesi ve Karadeniz’den çıkarılacak doğal gaz ile bağımlılığın azaltılması söz konusu olabilecektir. Dış ticaret açığını kapatmanın diğer bir yolu ise başta otomotiv sektörü olmak üzere ithalata bağımlılığı yüksek sektörlerin yerli girdi oranının artırılmasıdır. Bu amaca yönelik olarak stratejik sektörlerin tespit edilmesi ve/veya proje bazlı teşvik tedbirlerinin alınması gereklidir ki, TOGG bunun önemli örnekleri arasında yerini almıştır (s. 72).

Aktarılanlar AKP’nin izlediği faiz, merkez bankacılığı, kur, dış ticaret vb. politikaların sınıfsal zeminini de, AKP’nin batı karşıtı ve Rusya yanlısı söyleminin tutarlı bir anti emperyalizmle değil temsil ettiği sermaye kesiminin kapitalist sisteme eklemlenmesi ile ilgili jeopolitik bir çaba olduğunu da ortaya koyar nitelikte. 

TÜSİAD: Dövize erişim 

Peki TÜSİAD cephesinden hükümete gelen eleştiriler daha mı farklı? Burada “daha mı farklı” derken TÜSİAD’ın MÜSİAD ile aynı politikaları savunduğunu dile getirmek değil amaç. 

Tam tersi, sermaye sınıfının bir başka kesimi olarak TÜSİAD’ın, farklı politikalar önerse de, MÜSİAD ile ortak bir noktaya sahip olduğunun altını çizmek: Kendi içerisinde örgütlenmiş sermayenin iktisat politikaları aracılığıyla kapitalist sistemin uluslararası işleyişine eklemlenmenin yollarını aramak. Buna ilişkin politikalar önermek. 

Örneğin, 2022 Türkiye Ekonomisi Raporu’nda erken gelen faiz indirimleri ya da geciken faiz arttırımları şu sözlerle eleştiriliyor TÜSİAD tarafından: 

…Eylül 2021 itibari ile benimsenen iktisadi çerçeve, ülke ekonomisinin içinden bir türlü çıkamadığı ‘enflasyon-kur-faiz’ sarmalını daha da derinleştirmekte (…) Özellikle global tarafta, FED’in öncülüğündeki finansal koşulların sıkılaşması hem dövize erişimi zorlaştırıyor hem de maliyetini yükseltiyor. Bunun üzerine Türkiye’nin kendi kırılganlıkları da eklendiğinde ihtiyaç olan dövize erişim hem miktar hem de fiyat olarak pahalı hale geliyor; bu da ister istemez TL üzerinde baskı ve bir kere daha değer kaybıyla enflasyon yaratıyor (s. 7).

Raporun bir sonraki sayfasında yer alan Türkiye Risk Primi Gelişimi grafiğinde ise, Türkiye ekonomisinin riskleri aşağıdakiler olarak sıralanıyor: 

  • Ağustos 2018 Ödemeler Dengesi Krizi 
  • 2019 Yerel Seçim Tekrarı 
  • 2019 TCMB Başkanı değişimi 
  • Covid Krizi 
  • 2020 3. Çeyrek Ödemeler Dengesi Baskısı 
  • Kasım 2020 TCMB Başkan Değişimi 
  • Mart 2021 tekrar TCMB Değişimi 
  • Doların 18 TLyi görmesi 
  • Rusya Ukrayna Savaşı 
  • Eylül 2021 yüksek enflasyona rağmen faiz indirimlerine başlanması (s. 9). 
Grafikte bu sonuncusunun risk primini en yüksek noktaya çıkaran öge olarak gösterildiğini de geçerken belirtelim. Bir başka ifadeyle TÜSİAD, Türkiye ekonomisinin en büyük riskini dövizin pahalı hale gelmesine yol açan düşük faiz politikaları olarak görüyor. 

Dış finansman ihtiyacı açısından ise şunları dile getiriyor TÜSİAD: 

Hem yüksek cari açık hem de enflasyonun geçtiğimiz yılların çok üzerine çıkmış olması dış borçlanma maliyetini artırırken ekonominin ihtiyacı olan dövize erişimi de zorlaştırmakta. Dış sermayeye dayalı bir büyüme modelimiz olduğu için de dövize her maliyetli erişim, büyümenin fonlamasını zorlaştırmakta ve yatırımları baskılamakta … Uyguladığımız politikalar da kalıcı rezerv birikimi sağlamanın aksine, rezervlerimizin daha da zayıflanması ile sonuçlanıyor (s. 28).

Yani iş gene, sermayenin bir başka kesimi olan MÜSİAD’ın taleplerinden farklı olarak düşük faiz meselesine geliyor. MÜSİAD’ın, TÜSİAD üyelerinin yoğunlaştığı otomotiv sektörünü ithalata/dışa bağımlılığı yüksek sektörler arasında işaretlemiş olduğunu da geçerken hatırlatalım. 

Bir anahtar olarak sınıf ilişkileri 

Velhasıl, sınıf içi ve sınıflararası çelişki, çatışma ve gerilimlerin hepsini kapsamak üzre, sınıf ilişkilerinden azade bir iktisat politikası tartışması yürütmek mümkün değil. Dolayısıyla, sermayenin şu ya da bu kesiminin çıkarına olan politikaları genel geçer doğrular gibi sunup, bu politikalar sanki toplumun çıkarınaymış gibi sunmak da. 

Ancak, Nicos Poulantzas’ın bir çok çalışmasında vurguladığı üzere, sınıf içi, özellikle de sermaye içi gerilimlerin arttığı zamanlar, aynı zamanda sınıflar arası çelişkilerin de daha görünür olduğu bir zamanı işaret ediyor. 

Peki buzdağını, örneğin Türkiye özelinde, suyun altında kalan kısmına baktığımızda neyi göreceğiz?

Örneğin, Türkiye sermayesinin toplumsal olan herşeye en kapsamlı saldırısı olan 24 Ocak 1980 kararlarını. Akabinde, kurulan Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nı (ÖİB), kapatılan ya da baskı altına alınan sendikaları, özelleştirilen, özelleştirildikçe de sermayeye yeni birikim alanları yaratan, kamu iktisadi teşekküllerini (KİT’leri), merkez bankasının tam istihdam ve benzeri amaçlarının ortadan kaldırılmasını, esnek ve güvencesiz çalışma ilişkilerini, milli güvenlik gerekçesiyle yasaklanan grevleri, sendikal örgütlenme üzerindeki binbir türlü baskıyı vs…

Bunların hepsi, neo-liberal iktisatçıların “veri” aldığı şeyler. Özelleştirdikten sonra kimilerinin varlıkları yağmalanan kimileri ise kar etmeye devam eden işletmelerin yeniden kamulaştırılması; kamunun örneğin konut, eğitim, sağlık gibi alanlardaki sosyal harcamalarının arttırılarak ekonomide harcama gücü yaratılması, bunun da örneğin çok kazanandan alınacak artan oranlı vergilerle ve merkez bankası kaynakları ile finanse edilmesi gibi politikalar bu kesimin aklına gelmiyor. 

Yani bırakalım sosyalizmi, bölüşümcü politikalar dahi neo-liberal iktisatçıların tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Bu politikalar mantıksız olduğu için değil, ufuklarının sermayenin çıkarları sınırlı olmasından. 

Ancak, sermaye hakimiyetini sınırlamayan, toplumsal faydayı bireysel faydanın önüne koyan kamucu bir mantığa yaslanmayan, geliri toplumun çoğunluğunu oluşturan ücretliler lehine radikal bir yeniden dağılıma tabii tutmayan, demokratik bir planlamaya dayanmayan hiçbir alternatif “iyi ekonomi” anlamına gelmeyecek. 

Suyun üzerindeki göstergeler ne derse desin.

Hiç yorum yok: