8 Ocak 2025 Çarşamba

Kısa Bir 2024 Değerlendirmesi: Eski ölür, yeni doğamazken eşitsizlik her yerde!


Tolga Tören 

Uluslararası kuruluşlar içerisinde, kavram seti açısından sınırlı olsa da, bölüşüm göstergeleri ve uluslararası ticaretin eşitsiz yapısı açısından göreli olarak eleştirel bir konum işgal eden, değilse kısmen farklı bir ses çıkaran Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD), 2024 yılına dönük yaptığı değerlendirmede, uluslararası ticaret, işçilerin toplam gelirden aldığı pay, küresel yatırımların dağılımı ve bunların önümüzdeki yıllardaki eğilimleri açısından pek de iyi bir tablo çizmiyor. Kurumun, yıl içindeki yayınlarına dayanarak, 2024 yılına ilişkin dikkat çektiği noktalardan ilki, küresel ekonomik büyümenin 2024’te yüzde 2,6’ya gerileyerek resesyon eşiği olarak kabul edilen yüzde 2,5’un bir miktar üzerinde gerçekleşeceği öngörüsü, ki bu oran, büyümenin pandemi öncesinin altında gerçekleştiği üçüncü ardışık yılı oluşturuyor. Nitekim, 2015 - 2019 yılları arasında dünya ekonomisinin büyüme oranı yüzde 3,2 idi
Küresel Hasıla
Kaynak: UNCTAD


Emeğin gelirden aldığı pay düşüyor! 

UNCTAD tarafından 2024 baharında yayımlanan Ticaret ve Kalkınma Raporu’nda, küresel ekonominin büyümesinin daha çok özel tüketime dayandığı, küresel tüketimin küresel gelirin (2,6) üzerinde, yüzde 4, artmasının beklendiği ifade ediliyor. Bu, tüketimin hanehalkı borçlanmasına dayandığı anlamına geliyor. Hanehalkı tasarruflarının pandemi döneminde tükendiği ise bilinen bir gerçek. Bu durum gelir dağılımının mevcut eşitsiz yapısı içerisinde, borçlanma imkanı düşük olan alt gelir gruplarının gereksinim duydukları temel mallara erişimde zorlanmaya devam edeceği anlamına geliyor. Nitekim, UNCTAD verilerine göre ve aşağıdaki grafikten de görüleceği üzere, pandemi sonrası dönemde hem gelişen hem de gelişmekte olan ülkelerde işçilerin gelirden aldığı pay giderek azalıyor


İşçilerin Toplam Gelirden Aldığı Pay
(Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler)
Kaynak: UNCTAD

Gelir dağılımında küresel düzeyde emek aleyhine bozulma, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından yayımlanan 2024 - 2025 Küresel Ücret Raporu’ndan da görülebilir. Rapora göre, 1990’ların sonundan bu yana emek aleyhine seyreden emek üretkenliği ve ücret makası, son yıllarda, özellikle de pandemi sonrasında, daha da açılıyor. Bir başka ifadeyle ve aşağıdaki grafikte de görüldüğü üzere, yüksek gelirli ya da gelişmiş ülkeler olarak tanımlanan ekonomilerde emek üretkenliğindeki artış (kırmızı) ücret artışlarının (mavi) bir hayli üzerinde seyrediyor. 


Ücretler ve üretkenlik
(Gelişmiş ülkeler)
Kaynak: Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)

Dünyanın geri kalanındaki fotoğrafın bundan farklı olabileceğini düşünmemiz için ise bir neden bulunmuyor. Örnek olsun, yıllardır neoliberal çerçeve içerisinde yoksulluğu azaltma projeleri uygulayan Dünya Bankası, bu türden “projelere” rağmen, dünya nüfusunun yüzde 8.5’una tekabül eden 700 milyon insanın kendilerinin “aşırı yoksulluk” sınırı olarak tanımladığı günlük 2.15 doların altında bir gelirle yaşadığını, gene kendilerinin “yoksulluk sınırı” olarak tanımladığı günlük 6.85 doların altında gelirle yaşayan insan sayısının ise 3.5 milyar olduğunu belirtiyor. Ve ekliyor: “Acil önlemler alınmadığı takdirde aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmak onyıllar ve dünya nüfusunun neredeyse yarısı için tanımlanan yoksulluğu ortadan kaldırmak ise bir yüzyıldan fazla alabilir”. 

Jeopolitik gerilimler ve uluslararası ticaret! 

UNCTAD’ın karamsar tablosunun bir başka ögesini ise, Kızıl Deniz, Karadeniz ve Panama Kanalı gibi önemli ticaret yollarında meydana gelen ve küresel ticaret üzerinde önemli olumsuz etkileri olan aksamalar oluşturuyor. Bu aksamaların en önemlileri, Karadeniz’de deniz ulaşımını olumsuz etkileyen jeopolitik gerilimler, iklim değişiminin Panama Kanalı’nda yarattığı olumsuz etkiler ve Kızıl Deniz’de ticaret gemilerine karşı artan saldırılar. Örneğin, Panama Kanalı’nda kuraklıktan dolayı su seviyesinin düşmesine bağlı olarak transit geçişler önceki yıla (2023) kıyasla yüzde 36, Kızıldeniz’de ise Husi gerillaların saldırılarından kaynaklı haftalık konteynır gemisi geçişleri yüzde 67 oranında azalmış durumda. Gene UNCTAD’a göre, Akdeniz’i Kızıl Deniz’e bağlayan ve 2023 yılı itibarıyla küresel ticaretin yüzde 12 ile 15’i arasındaki bir oranına zemin hazırlayan Süveyş Kanalı aracılığıyla gerçekleştirilen ticaret hacmi 2024 yılının ilk aylarında yüzde 42 oranında azalış kaydetmiş. Tüm bunlar küresel mal hareketlerinin yüzde 80’inin gerçekleştirildiği deniz taşımacılığının büyük bir yara alması anlamına geliyor, ki bunlara Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın petrol ve tahıl ticareti üzerindeki etkilerini de eklemek gerekiyor. Bir yandan küresel tedarik zincirlerinin önemli ölçüde yara almasına diğer yandan da ulaşım, enerji ve gıda maliyetlerinin / fiyatlarının artmasına yol açan bu gelişmeler, yukarıda da ifade edildiği gibi, ücretli çalışanların yaşam koşullarını ya da ayakta kalma stratejilerini olumsuz etkileyen önemli faktörler. 

Küresel ekonomik parçalanma ve küreselleşmeci tezlerin çöküşü! 

UNCTAD yayınlarında dikkat çekilen bir başka nokta ise, 2023 yılında gelişmekte olan ülkelere yönelen doğrudan yabancı yatırımlarda meydana gelen yüzde 9 oranındaki düşüş. En çok Asya ülkelerinin pay aldığı bu düşüşte jeopolitik gerilimler, çok sayıda ülkenin yüksek borçlanma seviyesinde olması, küresel ekonomideki parçalanma eğilimleri gibi faktörlere dikkat çeken UNCTAD, benzer risklerin 2024 yılında da sürdüğünü ifade ediyor, ki tüm bunları 2025 için de söylemek mümkün elbet. Kurumun bu bağlamda dikkat çektiği bir başka nokta ise, yabancı yatırımların seyrinde ekonomik faktörlerden çok jeopolitik faktörlerin rol oynaması

International Socialism dergisi editörü Joseph Choonara’nın da dikkat çektiği bu durum bir yandan sermaye akımlarının, Choonara’nın ifadesiyle, “daha az bölgesel daha çok küresel” olma eğiliminin ortadan kalktığını gösteriyor, diğer yandan da “küreselleşme” taraftarlarının büyük argümanlarından birisi olan ‘küreselleşmenin yarattığı sermaye ve yatırım hareketliliği nedeniyle ülke gelirlerinin birbirine yaklaşacağı’ anlamında kullanılan “yakınsama” (“convergence”) tezinin yanlışlanmasını. Velhasıl, yakınsama değil “ıraksama” (“divergence”) söz konusu olan, ki UNCTAD bir başka raporunda bu tür gelişmeleri “son yıllarda jeopolitik farklılıklar ve küresel krizler, ıraksamadan parçalanmaya doğru bir geçişe yol açmıştır” biçiminde, daha keskin, değerlendiriyor. (Konu bu blogda yayımlanan "Küresel Köy"den "Küresel Jeo-ekonomik Parçalanma"ya - I ve "Küresel Köy"den "Küresel Jeo-ekonomik Parçalanma"ya - II başlıklı yazılarda da ele alınmıştı.) Bu bağlamda son olarak Dünya Bankası’nın da dikkat çektiği “borç” olgusunu not etmek gerekiyor, ki 2023’ün sonu itibarıyla, kurumun tanımıyla düşük ve orta gelirli ülkelerin dış borçları 2020 yılına kıyasla yüzde 8 artarak 8.8 trilyon dolara, gelişmekte olan ülkelerin faiz ödemeleri üçte birlik artışla 406 milyar dolara ulaşmış durumda

Ve emperyalizm! 

UNCTAD’ın dikkat çektiği bir başka önemli eğilim ise, doğrudan yatırımlar içinde hizmet sektörü yatırımlarının yanında rüzgar ve güneş enerjisi gibi alanlara yapılan yatırımlarda meydana gelen artış. Nitekim kuruma göre, hizmet dışı sektörler içindeki toplam yeşil alan yatırım projelerinin payı son yirmi yılda %1'den %20’ye yükselirken, elektrikli araç ve batarya üretimindeki doğrudan yabancı yatırım projelerinin payı 2016'dan bu yana yıllık %27 artış göstermiş. Bu çerçevede, enerji dönüşümü açısından önemli olan, lityum, kobalt, bakır gibi minerallere olan talebe dikkat çekmek gerekiyor, ki bu talebin 2030 yılı itibarıyla dört kat artması bekleniyor. Uluslararası Enerji Ajansı ise bu minerallere olan talebin 2050 yılı itibarıyla yüzde 1500’lere varmasının beklendiğini kaydediyor. 

Çok sayıda gelişmekte olan ülkenin bu minerallere sahip olsa da bu mineralleri işleyecek sanayilere sahip olmaması, UNCTAD dahil çeşitli uluslararası kuruluşlar tarafından yeni yatırım olanakları ve ticaret avantajları olarak görülse de, bu durum, önümüzdeki dönemde emperyalizm teorilerine yeniden ve daha fazla başvurmamız gerekeceğinin önemli bir göstergesi. Buna emperyalizm kavramını kapitalizmin ekolojik krizi ile yan yana düşünmeye ilişkin gerekliliği de eklemek gerekiyor. Nitekim, çok sayıda gelişmiş kapitalist ülke, bu minerallerin bulunduğu ülkelerle “partnerlik”, “kalkınma işbirliği” ve benzeri kavramlar eşliğinde ilişkilerini sıkılaştırmaya başlamış durumda. Afrika kıtası üzerindeki hegemonya savaşları da cabası. 

Eski ölür, yeni doğamazken eşitsizlik her yerde! 

Yukarıdaki mütevazı panorama, Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşü gibi gelişmelerin yaşandığı; ‘tarihin sonu’ ile piyasa ekonomisinin, neoliberalizmin, zaferinin ilan edildiği 1980’lerin sonu veya 1990’ların başında resmedilen gerçeklikten çok uzakta olduğumuzu göstermeye yeterli. Bir başka ifadeyle, ne küreselleşme barış içinde yaşanan bir dünya, bir “küresel köy”, yaratmış durumda ne de piyasa ekonomisi farklı ölçeklerdeki eşitsizliği ortadan kaldırarak müreffeh bir dünya. Tersine, kapitalist üretim ilişkilerini sürdürme çabaları, emeğin İkinci Dünya Savaşı sonrasında elde ettiği kazanımları ortadan kaldırarak ve sermayeye yeni kâr alanları yaratarak yalnızca, başta işçi sınıfı olmak üzere, dünya nüfusunun çoğunluğunun yaşam koşullarını dayanılmaz kılmıyor; aynı zamanda doğanın kendini yeniden üretme koşullarını yok ederek gezegeni de tehdit ediyor. 

Tüm bunlar mevcut üretim ilişkilerine karşı çıkmayanların farkında olmadığı bir gerçeklik değil elbette. Nitekim, içinde yaşadığımız toplumsal ilişkiler setinin sürdürülmesinde rol oynayan ekonomik kurumlar da, bu toplumsal ilişkiler setinin sürdürülmesine dönük bilgi üreten akademisyen ya da uzmanlar da, mevcut yapının yarattığı tahribata dikkat çekmek durumunda kalıyor zaman zaman. Bu, tahribatın yaratması muhtemel olası sosyal patlamalara işaret etme amacı da güdebiliyor (“sosyal risk”, “istikrarsızlık kaynakları”) sistemi tamir etmeye, çalışır kılmaya dönük önlemler tasarlama amacına da (“hesap verebilir kurumların inşası”!). Ama elbette, içinde yaşadığımız gerçekliği radikal bir dönüşüme tabii tutmaya dönük bir perspektife sahip olmadıkça, dahası bu dönüşümün öznesini tanımlamadıkça, siyaseten de bu özneye yaslanmadıkça, bu dikkat çekme hali, mevcut olanı yamamaya dönük bir çaba olmaktan öteye geçemiyor, yırtığın yama tutması imkansız olsa da. 

Tam da bu noktada, gene 1980’lerin sonu, 1990’ların başından itibaren ortadan kalktığı, yok olduğu iddia edilen sınıf ilişkilerini ve işçi sınıfının dönüştürücülüğünü akılda tutmak büyük önem arzediyor, kimi noktaları atlamadan: Birincisi, sosyolojik bir gerçeklik olarak sınıfın, oluşum halinde bir gerçeklik olduğu, dolayısıyla, formunun, kompozisyonunun, eylem, temsiliyet ve yeniden üretim biçimlerinin üretim ilişkilerindeki dönüşümün yanında zamana ve mekana bağlı olarak farklılaşabildiği.(1) Bu aynı zamanda sınıfın ortadan kalkan değil giderek genişleyen, büyüyen bir gerçeklik olduğu anlamına da geliyor, kuşkusuz. İkincisi, sermayenin üretim sürecinde gerçekleşen artı değer üretiminin yanında, el koyma, mülksüzleştirme yoluyla da birikmesinin günümüzün belirleyicilerinden birisi haline gelişi, ki bu, geleneksel emek mücadelesi araçlarının yanına kentsel mücadele ya da ekoloji mücadelesi araçlarının da eklenmesini gerekli kılıyor. Üçüncüsü ise, mücadelenin reaksiyoner olmaktan çıkarak bir toplumsal programa ve somut taleplere yaslanması, bu anlamda dönüştürücü bir karakter taşıması. 

Ne tarihin sonu geldi, ne de ideolojilerin! 

***

(1) Bu konuda kapsamlı bir tarihsel / teorik yaklaşım için bkz. Karataşlı, Ş. S. (2022). Surplus Populations, Working-Class Struggles and Crises of Capitalism: A World-Historical Materialist Reconceptualization. In: Piva, A., Santella, A. (eds) Marxism, Social Movements and Collective Action. Marx, Engels, and Marxisms. Palgrave Macmillan, Cham ve Karataşlı, Ş. S. (2020) “Kapitalizm, emek ve artık nüfus: 21. yüzyılda işçi hareketlerini nasıl anlamalı?, Katkı, 10:13-36, http://www.katki.savakademi.org/wp-content/uploads/2021/01/katki10.pdf.




Hiç yorum yok: