Foto: Wikimedia Commons
Tolga Tören
Bu blog’da 6 Kasım 2024 tarihinde yayımlanan “‘İç cephe’den hareket eden bir neo-İttihatçılık” başlıklı yazıda, “Bahçeli şahsında iktidar bloğunun DEM Parti vekillerine uzanan elinin çıkış noktasının (…) bölgesel çalkantılar” olduğu belirtildikten sonra, Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) 3 Ekim 2024 tarihli kararında yer verilen Suriye ve Irak topraklarında “terör örgütleriyle mücadele”ye ilişkin ifadelere atıf yapılmıştı. Yazı, “AKP'nin şimdiye kadarki açılım siyasetlerinin stratejik hedefi, Türkiye, Suriye, İran ve Irak'ta ilerici Kürt siyasetlerini tasfiye ederek ya da etkisizleştirerek, Türkiye sermayesinin yayılma dinamiklerine zemin hazırlamak olageldi” notu düşüldükten sonra şu satırlarla sona eriyordu: “‘İç cephe’den güç alarak konsolide olmaya çalışan ve bu konsolidasyonla kendi sınırlarının dışına taşmaya çalışan bir neo-İttihatçılıkla karşı karşıyayız!”.
Neo-İttihatçılık…
Son bir kaç günde Suriye’de yaşanan gelişmeler, tasfiye ve kendi sınırlarının dışına taşmaya işaret eden “neo-İttihatçılık” tespitini doğrulamış gibi görünüyor. Nitekim, iktidar bloğunun “muhalif grup” ya da “rejim karşıtı grup” adı altında doğrudan desteklediği (“Suriye Milli Ordusu” - SMO) ya da doğrudan destekleyip desteklemediğine dair farklı görüşler olsa da en azından desteklediği grupların birlikte hareket ettiği cihatçı / siyasal İslamcı yapılar (örneğin Heyet Şam Tahrir - HTŞ) Suriye’de yeniden harekete geçmiş, Halep’i ele geçirmiş ve nüfus mühendisliğine başlamış durumda. Bu satırlar yazılırken, Suriye rejimi için kritik kentler olan Hama ve Humus’un da siyasal İslamcı / cihatçı grupların eline geçtiği, dahası cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Esad ile görüşmek istedik, olumlu dönüş alamadık. Şu an itibariyle İdlib'den sonra Hama Humus muhaliflerin elinde. Şam'a doğru bir ilerleyiş söz konusu” dediği haberleri düştü.
AKP’nin Suriye’deki çatışmalar başladığında sıklıkla dile getirdiği “Emevi camiinde namaz kılma” yayılmacı hülyasının gerçekleştiği de iktidar medyasında alay-ı vala ile duyurulmuş durumda. Yenişafak gazetesinde “Muhalifler kontrol altına aldıkları Emevi Camii'de namaza durdu” başlığı ile yer alan video haberin hemen yanında ise Suriye’de, gazetenin ve dolayısıyla iktidarın ifadesiyle, “operasyon” gerçekleştiren siyasal İslamcı / cihatçı örgütlerden birisinin sözcüsünün bölgedeki gayrı müslimlere dönük “Sizin canınız ve malınız bizlere emanettir” ifadeleri yer alıyordu. Gazetenin aynı nüshasında Aydın Ünal ise, “Halep’in fethine üzülenler tam liste”si yayınlayarak Suriye meselesinde iktidar ile aynı pozisyonda olmayanları listeliyordu.
‘Süreci Önemsiyoruz…’
Bahçeli’nin DEM Parti vekilleriyle tokalaşmasıyla başlayan süreçle ilgili gene bu blogda yayımlanan “‘Çözüm’ tartışmaları: Varoluşsal bir sorunu yönetilebilir kılma hamlesi” başlıklı yazıda ise, ilerici Kürt basınından ve başta deneyimli Kürt siyasetçi Ayla Akat Ata’nın T24’ten Cansu Çamlıbel’e verdiği mülakat olmak üzere, çeşitli kaynaklardan hareketle, süreci apolitik bir şekilde, “buradan bir şey çıkmaz” mantığıyla ele almamak gerektiği, Kürt siyasetinin sürece politizasyonun gerektirdiği ciddiyetle yaklaştığı ifade edilmişti. Sonraki günlerde yaşanan bir dizi gelişme bu tespiti de doğruladı. Örneğin, Sırrı Süreyya Önder, Kürt hareketinin Bahçeli’nin DEM Partili vekillerle tokalaşmasıyla başlattığı süreci ciddiye almasını eleştirenlere “Bugün Türkiye’de evladını kaybetmemiş neredeyse sokak kalmadı, vilayet kalmadı. Onun için bu işlere bu ciddiyetle, bu sorumlulukla, bu hümanizmayla yaklaşmak gerektiğini düşünüyoruz değil mi?” sözleriyle yanıt verdi. Önder’in bu sözlerini, KCK Yürütme Kurulu Üyesi Zübeyir Aydar’ın aşağıdaki sözleri izledi: “Biz de takip ediyoruz. Önemsiyoruz da. MHP gibi bir partinin başkanının en azından Başkan Apo’yu muhatap alarak kendisine göre de olsa sorunun çözümüne yönelik farklı yollarla bir çağrı yapması önemli. Çağrının içeriği başka bir olay. Ama ortada bir farklılık var. MHP’de bir çizgi değişikliği var. Şimdiye kadar çözüm süreçlerine karşı durmuş olan MHP’den, Başkan Apo’yu muhatap alarak yapılan bir çağrı var. İçeriğine katılmıyoruz. Ama bu bir müzakere meselesidir.”
İktidar bloğu: “Sürece” rağmen baskıya devam…
“‘Çözüm’ tartışmaları…” başlıklı yazıda bahsedilen bir başka nokta ise, daha önceki çözüm süreçlerinden farklı olarak tarafların ellerindeki “silahları” ya da kozlarını bırakmadan bu sürece giriştikleri idi. Bu, devlet açısından başta Kürt muhalefeti olmak üzere tüm muhalefet bileşenlerine daha fazla baskı, kapatma davası, kayyum -ve son günlerde görüldüğü üzere dış müdahale- anlamına gelirken, Kürt hareketi açısından ise, silahlı kısım da dahil olmak üzere direnişin devam etmesi idi. Fotoğrafın devlet tarafına bakıldığında, şimdiye kadar atanan kayyumlara ek olarak, kimi DEM Parti ve CHP vekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin dosyaların TBMM Başkanlığı’na gönderildiğini hatırlamak yeterli. Tüm bunlara, iktidar bloğunun, özellikle Ortadoğu’da Kürt meselesini ve yayılmacılığı merkezine alan politikalarına eleştirel bakanları hedefine alacağının işareti de sayılabilecek olan Aydın Ünal’ın listesini ve Yenişafak’ta “İmamoğlu'nun Halep rahatsızlığı: Otoriter anlayışlar güçleniyor” türünden haberlerin çağrıştırdıklarını eklemek de mümkün. Ayrıca, Cumhuriyet gazetesinin iktidar medyasının önde gelen yayınlarından Türkiye gazetesinden aktardığına göre, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’a DEM Parti’nin PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşme talebinin sadece hızlandırılması değil “temkinli ve dikkatli” yürütülmesi talimatını da vermiş.
‘Tehlikenin farkındayız’!
Kürt siyasal hareketine gelince: Kürt siyasal hareketinin farklı düzeylerden temsilcilerinin süreci ciddiye aldıklarına dönük açıklamaları, elbette, içi boş bir iyimserlikte olmadıklarını gösterirken, sürecin, bir tasfiye ve kontrol çabasını içerdiği tespitine de dayanıyor. Örneğin, Hüseyin Kalkan’ın Aydar ile gerçekleştirdiği ve yukarıda anılan söyleşi ile aynı gün KCK Yürütme Kurulu Üyesi Murat Karayılan, olası bir çözüm sürecini ya da önerisini ciddiye aldıklarını, ama sürece temkinli de yaklaştıklarını şu sözlerle ortaya koyuyor: “Hareket olarak Bahçeli’nin çağrısına anlam biçtik; onun için de Önder Apo’nun yürüteceği bir sürecin arkasında olduğumuzun açıklamasını yaptık fakat Devlet Bahçeli’nin söylemleri ardından olumluya yorumlanabilecek hiçbir adım atılmadığı gibi bir de bu konuda yalan haberler yayılmaya çalışılmaktadır.” Yeni Özgür Politika’da yer alan bir başka değerlendirmede ise, iktidar bloğunun gerçek bir çözümdense bölgesel bir dizaynın yanında, başta Kürt muhalefeti olmak üzere, muhalefeti kontrollü bir tasfiye ve etkisizleştirme hedefinde olduğunun altı çiziliyor. Aynı yayın organında Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) eski milletvekili Demir Çelik’in “…günümüzün jeo-politik ve jeo-stratejik uluslararası koşullarında, Rojava statüsünü dağıtamayacaklarını, Kürt Siyasal Hareketi’ni askeri yenilgiye uğratamayacaklarını anlamış görünüyorlar” sözleri ise, Kürt siyasi hareketinin sürece sadece temkinli değil bölgesel ve jeostratejik çalkantılar açısından da baktığını ortaya koyar nitelikte.
Suriye’deki siyasal İslamcı / cihatçı saldırısına rağmen…
Devlet Bahçeli’nin “Öcalan çağrısı”nın, Suriye’de son günlerde yaşanan ve kimisi doğrudan Türkiye tarafından desteklenen siyasal İslamcı / cihatçı güçlerin saldırılarının ardından da devam etmesi, iktidar bloğunun Bahçeli aracılığıyla başlattığı girişimin başta Suriye’de meydana gelenler olmak üzere bölgesel çalkantılar gözönünde tutularak tasarlandığını da, Suriye’de olup bitenlerin “çözüm” tartışmalarına bir nokta ya da virgül oluşturmadığını da gösterir durumda. Dolayısıyla, yazının bu noktasında, “‘Çözüm’ tartışmaları…” başlıklı eski yazının son sözlerini yeniden hatırlatmakta fayda var:
“…Yukarıda tartışılmaya çalışılanlar, Kürt sorununun adil bir çözümü sürecine girildiği anlamına gelmiyor elbette. (…) Bahçeli’yi Abdullah Öcalan'ı mecliste konuşma yapmaya davet etmeye iten, içinde biriktirdiği barış ve adalet duyguları değil, Kürtlerin değişmesi muhtemel bölge denkleminde elde edebilecekleri olası kazanımları kontrol altında tutabilme kaygısı. Bu, Kürt meselesinin uluslararası boyutunun iyiden iyiye görünür olduğu ve Kürt siyasi hareketinin etki gücü yüksek bir aktör olarak belirdiği bir konjonktürde oluşan ‘varoluşsal’ bir sorunu yönetilebilir kılmaya dönük bir hamle olarak da değerlendirilebilir. (…) Bu hamle, Türkiye'nin bölgedeki etki gücünün artmasına, dolayısıyla ideolojik, siyasi ya da coğrafi olarak yayılmasına dönük başka hamleleri de içermek durumunda. Sadece sürecin baş aktörü MHP olduğundan değil, ama aynı zamanda AKP'nin geçmişteki "çözüm" girişimlerinin, en geniş manada Kürdi siyasetin ilerici kesimlerini tasfiye etmeye ve Kürt coğrafyasını Türkiye sermayesi için sıçrama tahtası olarak kurgulamaya dayalı olmasından. İslam - Türk sentezine dayalı bir iktidar bloğunun bu stratejik yönelimini değiştireceğini düşünmek için bir gerekçe bulunmuyor.”
Suriye’de son günlerde yaşanan gelişmeleri bu paragraf ışığında ele almak mümkün. Şöyle ki:
Cihatçılar ve Türkiye: “Stratejik derinlik”
Siyasal İslamcıların / cihatçıların Suriye’de yeniden saldırıya geçmeleri, elbette sadece Türkiye’nin desteği ile açıklanabilecek bir olgu değil. İsrail’in Hamas’ın “Aksa Tufanı Operasyonu”na cevaben, Lübnan ve İran’daki milis güçleri askeri olarak zayıflatmasına ek olarak İran’ın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisinde olmasının yarattığı teyakkuz, İran’dan gelecek olası bir desteğin önünü keserken, Rusya’nın da Ukrayna aracılığı ile batı bloğu ile savaş halinde olması, bu ülkenin Suriye’deki potansiyel gücünü kullanmaya engel oldu, oluyor. Kabul. Ancak, bunlar, gene de Türkiye’nin belirleyici bir rol oynamadığı anlamına gelmiyor. Bu anlamda, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın "Suriye'deki olayları dış müdahale ile açıklamak yanlış olur” sözlerine rağmen, belirtmek gerekiyor ki, siyasal İslamcıların / cihatçıların saldırıları, başta batı bloğu / ABD ve Türkiye olmak olmak üzere, “dış güçlerle”, yani Suriye’nin, Türkiye dahil, dışındaki güçlerle en iyi ihtimalle bir kader birliğine, stratejik ortaklığa, ya da “stratejik derinlik”e! sahip. Nitekim, Rusya, kendi pozisyonunu Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova’nın “…Suriye’de yeni bir silahlı çatışmayı kışkırtmak ve şiddet sarmalını tırmandırmak isteyen dış güçlerin teşviki ve kapsamlı desteği olmasaydı, böylesine cesur bir eyleme cüret edemezlerdi" sözleri aracılığıyla ifade etti. ABD’nin Suriye’deki yeni gelişmeler sonrasında aldığı pozisyon ise, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan'ın CNN’e yaptığı, ABD’nin HTŞ’yi terör örgütü olarak tanımlamasına rağmen, “Şam'a doğru ilerleyen grupların Rusya, İran ve Hizbullah tarafından desteklenen Beşar Esad hükümetini sıkıştırmasından ‘yakınmayacağı’” sözleri ile açığa vuruldu. Sullivan’ın açıklamasını, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller’in “Tüm ülkelerin nüfuzlarını kullanarak gerilimi düşürmek, sivilleri korumak ve nihayetinde siyasi süreci ilerletmek için baskı yaptıklarını görmek istiyoruz” sözleri izledi. Miller’in bu sözleri sarfettiği basın toplantısında, ‘ABD’nin Ankara’yı Suriye’den çekilmeye çağırıp çağırmadığı’ sorusunu “Özel diplomatik görüşmelere girmeyeceğim. Nihayetinde Suriye halkının, ülkelerinin geleceğini belirlemesi için ileriye dönük bir yol görmek istiyoruz…” yanıtını verdi.
Bu “girilmeyen” özel diplomatik görüşmeye, Türkiye’nin, başta ABD olmak üzere batı bloğunun, çok sayıda mega projeyi kapsayan “2030 Vizyonu” programıyla İran’ın bölgedeki gücüne alternatif olmasını beklediği Suudi Arabistan ile son dönemlerde gündeme gelen yakınlaşmasını da eklemek gerekiyor. İktidar bloğunun ulusalcı destekçisi Aydınlık gazetesinde, iktidarın Suriye politikalarına yapılan eleştirileri de unutmadan. “Ankara yanlış stratejide el mi yükseltiyor!” sorusunu manşete taşıyan gazetede yer alan başka bir haberde ise şu ifadeler yer aldı: “Türk yetkililer, Suriye’de yaşananların dış müdahale ile açıklanamayacağını, konunun iç dinamiklerle ilgili olduğunu belirtse de sahadaki gerçek bambaşka. HTŞ terör örgütü son yayınladığı bildiride, kendilerine destek veren ‘tüm ülke ve taraflara’ teşekkür etti”. İktidar medyasının ise, siyasal İslamcı cihatçıların saldırılarının ABD ve İsrail’in politikaları ile eşleştirilmesinin yanlışlığını ispatlama gayretinde olduğunu da belirtmek gerekiyor.
Sosyal ve demokratik cumhuriyet: İslam - Türk ideolojisinin panzehiri
Konunun aslına, Kürt meselesinde olası bir çözüm sürecine ve bunun yukarıda yazılanlarla ilişkisine dönecek olursak, dikkat çekmek gereken noktalardan ilki iktidar bloğunun Bahçeli şahsında Suriye’nin neredeyse üçte birinde etkin olan Kürt siyasi hareketini davet ettiği yerin, cihatçı siyasal İslamcılar eliyle gerçekleştirilen fetih safları olduğu gerçekliğidir. Bu anlamda davet, ortak bir vatanda eşit yurttaşlar olmaya değil ama İslamcılığın neo-Osmanlıcılığı ile Türkçülüğün, bu defa Orta Asya’da değil ama Ortadoğu’da, çıkmayı hedeflediği yeni Turan ülküsüne payanda olmaya. Bu çerçevede, Osmanlı’nın son dönemlerindeki Türk-İslam ülküsünün yerini alan, yayılmacı bir İslam-Türk ülküsü ile karşı karşıya olduğumuzun altını çizmek gerekiyor. İdeolojik temeli Türkçülük, tamamlayıcısı ise İslam olan birincisinin yerine ideolojik temeli İslamcılık tamamlayıcısı ise Türklük olan, Abdülhamitçilik ile İttihatçılığın, istibdad ile yayılmacılığın iç içe geçtiği tuhaf bir karma ile… Osmanlı’nın son dönemine damga vurduğu gibi, yarattığı ulusalcılık-İslamcılık ikilemi ile cumhuriyet dönemi boyunca da devam eden, ama etkisini en fazla Türkiye’nin son yirmi küsur yılında, AKP döneminde, açık eden iki eğilimin en uç noktalarının ittifakı anlamına gelen bu durumun panzeri ise, toplumsal muhalefet güçlerinin üzerinde uzlaşacağı, bir barış programını da içeren, ama bununla yetinmeyip sosyal ve demokratik bir cumhuriyetin çerçevesini çizen bir siyasal program.
Kapsamlı bir barış programının, sanıldığının aksine, her daim kazandırdığını akıldan çıkarmayan, sosyal sorundan izole olmuş bir barış programının ise, liberal kimlik politikalarının cenderesine düşmekten alıkoyamayacağını öngören bir toplumsal program. Velhasıl, sözü muktedire bırakmamak gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder