27 Eylül 2009 Pazar

Güney Afrika "özgür" ama siyah işçiler değil (Ekmek ve Özgürlük, Ekim 2009)

Tolga Tören

Güney Afrika’da son yıllarda yaşanan süreç, iktidar partisi Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’nin sol kanadı, Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu (COSATU) ve Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) tarafından “ulusal demokratik devrim” diye adlandırılıyor.

Ülkenin kapitalist gelişme sürecinde, 1948’de iktidara gelen Ulusal Parti tarafından yönetilen, kuralları beyaz kapitalist sınıf tarafından ve insanlık dışı bir şekilde konan, kalifiye işlerde istihdam edilen beyaz “emek aristokrasisi”nin de yer yer açıktan yer yer üstü örtü bir şekilde desteklediği “apartheid” önemli rol oynadığına göre sürecin tanımlanmasında “ulusal” ifadesinin kullanılmasında bir sakınca yok.

Ülkenin, apartheid karşıtı hareketin mücadeleleri ile kazanılan; dünyanın en demokratik anayasası olarak kabul edilen; ülkedeki bütün ulusların dillerini resmi dil olarak tanıyan; 1955’te kabul edilen ve “halk yönetecek”, “ülkenin serveti paylaşılacak” gibi ifadelere yer veren Özgürlük Bildirgesi’ne dayanan bir Anayasa’ya sahip olduğu düşünülürse, demokratik ifadesi de gayet uygun düşüyor. Tabii ki, demokrasiyi mülkiyet ve üretim ilişkileri ile ilişkilendirmeyip, kağıt üzerinde yazan görece ileri haklara indirgiyorsak. Bu son noktayı da akılda tutarak ve ülkenin içinde bulunduğu sosyo ekonomik koşullardan hareket ederek “devrim” kavramının ise soru işareti yarattığını belirtmek gerekiyor.

Bu noktada sorulacak haklı bir “neden” sorusunun cevabı ise “apartheid” öncesi sınıf mücadeleleri/ulusal mücadele dinamikleri ile bugünki realitenin anlaşılmasında yatıyor. Apartheid karşıtı mücadenin tarihini bu yazıya sığdırmanın imkanı elbette yok, ama en azından şu kadarını vurgulamakta önem var: 1994’de başarıya ulaşan “apartheid” karşıtı mücadelenin en önemli özelliklerinden birisi, emek hareketi, ulusal hareket ve sosyalist/komünist hareket birlikteliğinde yürütülmüş olmasıydı. Mandela’nın hemen her koşulda altını çizdiği, mücadelenin Güney Afrika’da yaşayan beyazlar dahil, herkesin özgürlüğü için veriliyor olduğu, ulusal özgürlük hareketinin tabanının, şehir dışında inşa edilen kulübelerde insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkum edilen, kalifiye işlerden ve örgütlenme hakkından men edilen siyah işçi sınıfına dayanması gibi faktörleri de yabana atmamalı. Bu durum aynı zamanda, mücadeleyi neden ilerici olanlar da dahil beyazlarla kol kola yürütmekten kaçınan, anti komünist ve milliyetçi bir politika izleyen siyah milliyetçilerinin değil de, ilerici güçler tarafından kazanıldığını da açıklar niteliktedir: Sınıf bilinci, enternasyonalizm, ezilen ulusa özgürlük, enti emperyalizm ve anti kapitalizm.

1994 öncesi mücadele, ulusal özgürlük hareketleri, komünist/sosyalist hareket ve emek hareketinin bir araya geldiğinde neler yapabileceğini ne kadar net ortaya koyuyorsa, 1994 sonrası da, böylesi bir birliktelikte, sınıf, emek, anti kapitalizm gibi vurguların olmaması durumunda sonucun ne kadar hüsran olabileceğini ortaya koyuyor. Bunu daha iyi anlamak için 1994 sonrasına kısaca bakmakta fayda var.

1994’ten 1996’ya kadar geçen sürede programına dayalı olarak, COSATU ve SACP desteği ile, sosyal demokrat politikalar uygulayan ANC, 1996’da Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı (GEAR) başlığı ile sunulan ve içeriği ülke içi burjuvazinin talepleri ile Dünya Bankası’nın yapısal programlarına dayanan neo-liberal politikalar bütününü uygualamaya sokar. Söz konusu program, ülkenin beyaz sermaye sınıfı ve apartheid karşıtı mücadele esnasında geliştirdiği uluslararası bağlar sayesinde sermaye biriktirme imkanı elde eden siyah yeni burjuvazinin talepleri ile apartheid karşıtı mücadeleye işçi sınıflarının bastırması ile de olsa destek veren uluslararası çevrelerin istedikleri diyetin sonucudur: Güney Afrika cumhuriyeti “liberal bir demokrasi” olmalıdır.

2007’ye kadar devam eden bu sürecin faturası, başta Telekomünikasyon olmak üzere büyük kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, yüzbinlerce işçinin işini kaybetmesi ya da daha güvensiz koşullarda yaşamaya başlamasıdır. Ülkenin önemli sorunlarından birisi olan HIV/AIDS oranlarındaki patlama ve sağlık hizmetleri krizi de cabası. Üçlü ittifakın kimi bileşenleri, “ulusal demokratik devrim”i terketmemek adına, kimileri de, yeni türeyen burjuvazinin arasına çoktan katılmış olduklarından ittifaktan ayrılmazlar. İttifak içindeki tartışmalar, 2007 yılında yapılan Polokwane Konferansı’na kadar devam eder. Söz konusu Konferans’ta sol kanat yeniden ANC içindeki iktidarı ele geçirir ve “ulusal demokratik devrim”i canlandırma taahhüdünde bulunur. Geçtiğimz Nisan ayında ise, liberallerin ANC’den ayrılıp siyah orta sınıfa dayanan liberal bir parti kurmalarına, medyada bolca boy göstermelerine rağmen,. sol kanat yönetimindeki ANC, COSATU ve SACP’nin desteği ile %67 oy alarak iktidar tazeledi. Yeni hükümet sonrasında olup bitmeye devam edenler neler?

· Hükümette yirmiyi aşkın büyük sermaye temsilcisi, geçmiş dönemde uygulanan liberal politikaları uygulayıcısı olan bir çok isim ve sayıları bir elin parmaklarını bulmayan sendikacı/komünist,

· Madenlerden neredeyse hergün gelmeye devam eden ölümlü iş kazası haberleri,

· Su, elektrik ve tuvalet dahi bulunmayan enformel yaşam alanlarında yaşayan toplulukların sürekli eylemleri ve “solcu”! devlet başkanı Zuma’nın “vakit bulamadığı için” onları ziyaret edememesi,

· Maden işçilerinden belediye işçilerine, hekimlerden resmi devlet televizyonunda çalışanara kadar hergün yenileri eklenen ve bazen copla, bazen polisin açtığı ateşle, bazen de tutuklamalarla bastırılmaya çalışılan grevler,

· Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olmaktan kaynaklı, göz boyamaya dayanan “kentsel dönüşüm projeleri”,

· “Manzarayı bozan” enformel yerleşim yerlerinde yaşayan toplulukların zorla yerlerinden atılmaları,

· Temel haklardan yoksun, güvencesiz çalışan, apartheid’in hiç de azımsanamayacak katkısı sayesinde HIV pençesinde boğuşmaya devam eden bir halk,

· Tabanı işçi sınıfına dayansa da ideolojik olarak çoktan öteki “sınıf”ın saflarına geçmiş bir ulusal özgürlük hareketi,

· Bir yandan hükümetin ortağı olup bir yandan da hergün polisten dayak yiyen işçilerine “ulusal demokratik devrim” hikayeleri anlatan bir sendika konfederasyonu,

· Tüm bunlara rağmen, “devrim”i ilerletme hayali kuran ama işbirliği yaptığı ulusal hareketin sınfsal karakterini gözardı eden bir komünist parti.

Peki tüm bunlar neyi gösteriyor? Sınıf perspektifi olmaksızın kazanılan bir “ulusal özgürlük”ün, ulusun bütün sınıflarının o özgürlüklerden istifade edebilmesini garantilemediğini.

Hiç yorum yok: