18 Mart 2015 Çarşamba

“Yeni Türkiye”ye karşı “yeni yaşam”, www.sendika.org, 18 Mart 2015

Tolga Tören

Friedrich Engels, ünlü eseri Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde devleti “kendini bizzat koruyan ‘silahlı halk’ yerine, devlet otoriteleri hizmetinde, öyleyse halka karşı kullanılabilmesi olanaklı olan silahlı bir ‘kamu gücü’”[i]olarak tanımlar ve devam eder: “Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir üründür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama, karşıtlarının, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendisini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.”[ii]
Mark Neocleous ise Güvenliğin Eleştirisi başlıklı çalışmasında bugünkü duruma eğilir: “20. yüzyıldan alınacak ders, liberalizmin, güvenlik devletini ve sermayenin toplumsal düzenini tehdit eden krizler olarak zikredilmeyen krizlerinin faşizmin rehabilitasyon olanağını ifşa ettiğidir; liberal demokrasi içindeki faşist potansiyel, demokrasi karşıtı faşist eğilimden çok daha tehlikeli olmuştur.”[iii]
Yerli “liberal demokrasi”nin faşizm potansiyeli
Yukarıdaki alıntılardan günümüz Türkiye’sine ilişkin kimi sonuçlar süzmek mümkün. Bunlardan ilki, son dönemlerdeki gelişmelerin de gösterdiği üzere, içinde faşist bir potansiyel bulunmakla birlikte, kendisini “liberal demokrat” olarak tanımlayan bir iktidar tarafından yönetiliyor oluşumuz. Bir iktisadi krizin ardından kurulan, temsiliyet krizleri ile birlikte iyice pekişen, bundan sonra karşı karşıya kalacağı iktisadi ve siyasi krizleri, içindeki faşist potansiyeli açığa çıkararak, güvenlik devleti uygulamalarını derinleştirerek ötelemeye çalışan, “liberal demokrat” bir iktidar.
İç Güvenlik Yasası bu konudaki en somut gösterge olmakla birlikte tek gösterge değil. “Türk tipi başkanlık” rejimi ısrarı, son yıllarda gündemimizde işgal ettiği yer artan kanun hükmünde kararnameler, torba yasalar, yürütme erkinin ön plana çıkışı, polisin, hatta gardiyanların artan gücü gibi gelişmeleri bu bağlamda değerlendirmek mümkün.
Birikimin garantörü olarak AKP
Yukarıda ifade edilen süreç, Türkiye kapitalizminin iyiden iyiye ivme kazandığı, bir başka ifadeyle hayatımızın her alanının metalaştığı, sermayenin kar hırsının nesnesi konumuna geldiği bir zaman dilimini oluşturdu. Yani, liberallerin/sol liberallerin iddia ettiği gibi, kendilerinin bir zamanlar “muhafazakâr inkılâpçı” gördüklerinin çubuğu bir başka yöne bükmesinin sonucu değil bu “otoriterleşme”. Tersine, Türkiye sermayesinin birikiminin, Türkiye kapitalizminin gelişiminin doğrudan sonucu.
2001’de yaşanan kriz sonrasında, Türkiye kapitalizmi kapsamlı bir yeniden yapılanmaya tabii oldu; bankacılıktan tarımsal desteklere, çalışma yasalarından sosyal güvenliğe her alan yeniden düzenlendi. Eş zamanlı olarak yürütülen özelleştirmeler, kamusal hizmetlerin metalaşma-ticarileşme sürecine sokulması, kent mekanının rant mekanları haline getirilmesi, sermayenin daha fazla birikmesine yol açtığı ölçüde, tekil sermayelerin enerji, pazar, hammadde, yatırım alanı ve “istikrar” taleplerini de beraberinde getirdi.
Doğusundan batısına şantiyeye dönmüş bir ülke, HES’ler nedeniyle akmayan dereler, inşaatlarda ya da madenlerde kuş gibi ölen, cinayete maruz kalan işçiler, zehir solunan sanayi kentlerine eşlik eden “olağanüstü rejim” görünümü buraya kadar ifade edilenlerin bir sağlaması nitelikte. Haziran ayaklanmasına verdiği yanıtın da gösterdiği üzere, AKP iktidarı, bu taleplerin gerektiğinde zor aygıtlarını devreye sokarak karşılanacak olmasının en önemli garantörü olageldi.
Şimdilerde ise kendilerinin “yeni Türkiye” tabir ettikleri, bir başka ve kapsamlı yeniden yapılanma sürecini örmeye çalışıyorlar. Kapitalist sermaye birikiminin sürekliliği bağlamında “eski”; ama bu sürekliliğin sağlanmasında uygulanacak iktisat politikaları, aktörler, devletin yapısı, hukuk, ideolojik aygıtlar ile zor aygıtları arasındaki ilişkiler bağlamında “yeni” bir Türkiye bu.
Sermaye Kürt coğrafyasında da birikmek istiyor
Bu süreç, ülkenin batısında biriken sermayenin, doğuya doğru, yani Kürt coğrafyasına ve buradan Ortadoğu’ya doğru yayılma ihtiyacını da beraberinde getirdi. Bir başka ifadeyle, kapitalist üretim ilişkilerinin coğrafya üzerindeki eşitsiz ve bileşik gelişiminin su yüzüne vurmasını sağladı. Batıda biriken sermaye Kürt coğrafyasına ve burası aracılığıyla Ortadoğu’ya göz diktiği ölçüde, Kürt coğrafyasının “istikrar”ı da önem kazandı. İki anlamda: Birincisi, bölgede, sermaye çevrelerinin deyimiyle, “yatırım atmosferinin canlandırılması”ydı. İkincisi ise, bölgenin, yatırım atmosferinin canlanmasına engel olacak siyasal aktörlerden ve gelişmelerden arındırılması, en azından bu tür aktörlerin ve gelişmelerin kontrol altına alınmasıydı. AKP’nin “açılım politikası” bu iki bağlamda şekillendi.
“Açılım”: Kürdi siyasetin ilerici yüzünü tasfiye girişimi
İkinci bağlam, elbette Kürt coğrafyasının ilerici, yüzünü sola dönen aktörlerinin tasfiyesini, en azından etkisizleştirilmesini de zorunlu kılıyordu. KCK operasyonları, bir zamanlar AKP’nin partneri olan Fethullah Gülen cemaatinin parasal gücünün ve örgütlenme kapasitesinin bölgede öne sürülmesi, bölgeyi ucuz emek gücü, dolayısıyla birikim cenneti olarak yapılandırmaya dönük teşvik politikaları, Hüda-Par ya da KDP gibi geri Kürt oluşumlarının piyasaya sürülmesi bu “zorunluluk” bağlamında okunması gereken politikalardı.
Bir strateji olarak “Demokratik Özerklik”
Ama olmadı… Bu politikaların hiçbirisi Kürdi siyasette, halkın teveccüh gösterdiği aktörlerin tasfiyesini beraberinde getirmedi. Tersine, bir bütün olarak ilerici Kürt siyaseti, Rojava’da yaşanan devrimin, hükümet destekli IŞİD çetelerine karşı verdiği efsanevi mücadelenin ve AKP iktidarının sarsılmasında kilit aktör olarak belirmesinin de gösterdiği üzere, sadece ülkenin değil bölgenin iktisadi ve siyasi dengelerini kökten değişime uğratabilecek bir aktör mertebesine yükseldi. Bunda iki politika önemli rol oynadı: Birincisi, Kürt siyasetinin, sahip olduğu cepheyi genişletip geleneksel çizgisinin dışındaki isimleri bünyesine katma esnekliğini göstererek, tasfiye politikalarını boşa çıkaran taktik manevrasıydı. İkincisi ve daha önemlisi ise, uzun vadeli hareketini, yani stratejisini, Engels’in vurgusunun tersi üzerinden ifade etmesiydi: Öz savunmaya dayanan, dolayısıyla, devlet otoritelerinin dışına çıkan ve halka karşı kullanılması imkânsız olan bir yapılanma: “Demokratik özerklik.”
Bir imkân olarak “Demokratik Özerklik”
Kavramın kapsamı, başta Kürt halkı olmak üzere, ezilen hakların ulusal sorunlarına merkezi denebilecek bir yer vermekle birlikte, bununla sınırlı tutulmadı. Kapitalizmin kurucu öğelerinden birisi olan ulus devlet inşasını aşan bir yerden, bu anlamda, milliyetçilik ideolojisi ile arasına mesafe koyarak, kooperatiflere dayalı dayanışma ekonomisi, öz yönetim, öz savunma gibi kavramlar çerçevesinde ifade edilen “demokratik özerklik”in içinin daha net doldurulması gerekliliği aşikar.
Bununla birlikte, sadece Kürt coğrafyası için değil Türkiye’nin tümü için önerilen bir model olarak “demokratik özerklik”, Engels’in devlet için yaptığı vurguyu tersine çevirme potansiyeli de taşıyor. Bir başka ifadeyle “demokratik özerklik” formülasyonu, Engels’in ifadesiyle, toplumdan, daha doğrusu, toplumun karşıt iktisadi çıkarlara sahip kesimlerinin çatışmalarından doğan çelişkileri, ona, topluma, yabancılaşmış bir güç olan devlet aracılığıyla yokmuş gibi göstermek yerine, bütün farklı kimlik ve inançlarıyla ve kooperatifler ekonomisine dayanan bir biçimde yönetmesi esasına dayanıyor. Bu haliyle, bütün eksikliklerine, belirsizliklerine karşın, bir potansiyeli işaret ediyor.
Sermaye birleşti
Bu potansiyelin harekete geçirilmesi ya da hareketinin yönünün belirlenmesinde rol oynayacak faktörlerden birisi de, Türkiye sosyalist hareketinin, kökenleri Türkiye devrimci hareketinde olan ilerici Kürt muhalefeti ile kurduğu ilişki olacak. Türkiye kapitalizminin batıdan Kürt coğrafyasına doğru gerçekleşen eşitsiz ve bileşik gelişimi, Kürt coğrafyasında, bölgedeki inşaat ihalelerine talip olan, HES projelerine ortak olan, Türkiye sermayesinin büyük oyuncularının Ortadoğu’ya açılma politikalarına partnerlik eden yerel sermayedarlar başta olmak üzere, kendi aktörlerini yaratıyor. AKP içi dengelerden kaynaklı kopmalar ya da Kürt hareketinin, AKP’nin tasfiye politikalarına cevaben geliştirdiği taktik esneklikten kaynaklı ortaya çıkan istisnalar haricinde Kürt coğrafyasında yükselen sermaye, kendisini AKP’de ifade etmeye çalışıyor. Bir başka ifadeyle yükselen Kürt sermayesi AKP’nin “yeni Türkiye” hedefine çoktan eklemlenmiş durumda.
“Yeni Türkiye” ya da “yeni yaşam”
Emek, barış ve özgürlük güçleri açısından mesele ise, toplumsal muhalefetin Kürt coğrafyasından batıya doğru gerçekleşen eşitsiz gelişiminin, “gündüzlerinde sömürülmeyen / gecelerinde aç yatılmayan / ekmek, gül ve hürriyet günleri” temelinde, batıdaki yol arkadaşları ile buluşup buluşamayacağı.
Kürt coğrafyasının “teröristleri” ile Haziran’ın “çapulcularının”, “Emevi camisinde namaz kılmak isteyenlere” karşı, Hevsel’de ve Gezi’de piknik yapmak isteyenlerin buluşması olarak da görülebilecek bu buluşma, yol arkadaşlarının birbirlerine eleştirilerinin daha duyulur ve etkili olmasının zeminini de hazırlayacak. Kısacası, bu buluşma, yani toplumsal muhalefetteki gelişmenin bileşik olması, “yeni Türkiye” nin kapılarını kapatırken, “yeni yaşam”ın kapılarını açacak.
Kaynaklar:
[i] Engels, F. (2002) Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev.: K. Somer, Ankara: Sol, s. 128.
[ii] age., 199.
[iii] Neocleous, M. (2014) Güvenliğin Eleştirisi, çev.: T. Ok, İstanbul: NotaBene, s.21.

Hiç yorum yok: