27 Şubat 2019 Çarşamba

21. yüzyılda emek ve direniş üzerine notlar -V: Hindistan grevleri, eskiyi aşmak, yeniyi kurmak!, 25 Şubat 2019, Avrupa Forum & siyasihaber



Emek hareketi üzerine çalışmalarıyla bilinen Beverly Silver, Savaş Karataşlı ve Şefika Kumral ile birlikte kaleme aldığı “Yükselen Sosyal Muhalefetin Yeni Bir Med Ceziri? Dünya Tarihsel Perspektif İçinde Erken Yirmibirinci Yüzyıl” başlıklı metinde, 2011 yılının başta emek hareketi tarafından hayata geçirilenler olmak üzere, toplumsal muhalefet açısından bir dönüm noktası olduğunu belirtir.
Aynı alanın bir başka önemli ismi, Michael Burawoy de, 2017 tarihli “Neoliberal Çağda Sosyal Hareketler” başlıklı makalesinde benzer bir noktanın altını çizer.

2011 sonrasında dünya çapında yaşanan gelişmelere bakıldığında iki sosyal bilimcinin haklı olduğu tartışmasız.

2010’dan bu yana ABD’de “Occupy” hareketi, Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da neoliberalizm karşıtı gösteriler, Mısır’da “Tahrir”, İstanbul’da “Gezi”, İngiltere’de öğrenci muhalefeti, Çin, Güney Kore, Güney Afrika ve Bangladeş gibi sermayenin yeni yatırım bölgelerindeki grevler bu bağlamdaki örneklerden bazıları.

Geçtiğimiz bir kaç ay ise yukarıda sayılanlara yenileri eklendi: Tunus’ta kamu çalışanları grevleri, Fransa’da “sarı yelekliler” ve nihayetinde Hindistan’da açığa çıkan kitlesel grevler.


Sosyal muhalefetin sınıf kompozisyonu


Sosyal muhalefetin son dönemdeki yükselişi bağlamında, konu üzerine çalışan sosyal bilimciler hemfikirlerse de üzerinde tartışmanın yürüdüğü önemli bir nokta var: Kimi yerlerde işçi direnişleri kimi yerlerde ise “sosyal hareketler” biçiminde açığa çıkan bu sosyal muhalefetin niteliği. Daha doğrusu sınıf karakteri.

Bahsi geçen sosyal muhalefetin Hindistan, Bangladeş, Çin, Güney Kore ve Güney Afrika gibi, “gelişmekte olan bölgeler”de açığa çıkış biçiminin daha çok sendikal hareket / işçi hareketi olması nedeniyle bu bölgeler açısından “sınıf” kavramının işlevselliğine ilişkin bir tartışma söz konusu değil.

Kapitalizmin “merkez”inde açığa çıkan ve daha çok “sosyal hareketler” olarak tanımlanan sosyal muhalefeti açıklamakta ise sınıf kavramından bir kaçınma olduğunu söylemek ziyadesiyle mümkün.

Kimileri bir “orta sınıf” hareketi, kimileri “dışlananlar” hareketi kimileri “çokluk” olarak görüyor bu hareketleri.


“Katı olan herşey buharlaşıyor”


Sosyal muhalefetin sınıfsal karakteri bağlamında süregiden anlaşmazlığın iki nedeni olduğunu söylemek mümkün: İlki, kuşkusuz, “tarihin sonu”nun ilan edilmesinden bugüne sınıf kavramının solun bir kesimi tarafından dahi “arkaik” bulunması ve “sosyal hareketler” alanından dışlanması, dolayısıyla emek hareketinin bir sosyal hareket olarak görülmemesi.

İkinci nedeni ise, toplumsal gerçekliği açıklamada sınıfsal perspektife sahip olanların dahi, sınıf gerçekliğini oluşum halindeki bir özneden çok donmuş ya da en azından verili bir gerçekliği açıklamak için kullanıyor oluşu.

Bu da çoğu zaman, standart bir ücretlilik ilişkisine tabii olan ve daha çok üretim alanında çalışan kesimlerin sınıf tanımına dahil edilmesini beraberinde getiriyor.


Yeniden oluşan sınıf


Oysa Karl Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’daki eşsiz ifadesi ile “katı olan herşey buharlaşıyor”. Ama dikkat: Katı olan, yok olmuyor; gerçekliğin dışına çıkmıyor. Tersine, başka; ama içinde bulunulan gerçekliğe uygun bir formda var kalmaya, etkilemeye ve etkilenmeye devam ediyor.

Sınıf ya da sınıf ilişkileri gibi.

Marx ve Engels’in öğrettiği, “modern zamanlar”da sınıfı arkaik bulanlara da, sınıfı ya da sınıf ilişkilerini donmuş bir gerçekliğe, beton soğuğuna örneğin, hapsedenlere de önemli bir şey söylüyor. Bu bağlamda Beverly Silver ve takipçilerinin, yakın zamanda yükselmeye başlayan sosyal muhalefeti açıklamak için formüle ettiği sınıfın oluşumu, bozunuma uğraması ve yeniden oluşumu vurguları önem kazanıyor.


Direnişin renkleri


Malum, 1970’lerin başı itibarıyla sermaye, kendi yapısal kısıtlarının yanında özellikle Avrupa ülkelerinde 1960’ların sonu itibarıyla politize olan ve 1970’ler boyunca devam eden sınıf mücadeleleri sonucunda önemli bir kriz ile karşı karşıya kaldı.

Avrupa işçi sınıfının bu politize olmuş direnişi yalnız değildi. Kapitalist üretim ilişkilerinin bahsi geçen dönemde aşırı disiplinci, eril, ırk eksenli ve militarist “düzenleme tarzı”na karşı da önemli bir direniş söz konusu idi. Paris 1968’inde somutlanan ve giderek, o coğrafyaların özgün koşulları içinde şekillenerek, dünyanın farklı yerlerine yayılan bir direniş dalgası.

Bir başka ifadeyle Avrupa’da geç 1960’ların politize olmuş işçi direnişine, batıda savaş karşıtı hareket, feminist başkaldırı, ırkçılık karşıtı hareketler, ekolojik eleştiri eşlik ederken; bunun batı dışı coğrafyalardaki karşılığı ise üçüncü dünyacı gerilla hareketlerinden, örneğin Güney Afrika’da Steve Biko’nun başını çektiği “siyah bilinç hareketi”ne kadar geniş bir çerçeveye yayılan direnişler oldu.


Sermayenin çözümleri ve sınıf oluşumu


Sermayenin krizin ve direnişin etkilerini bertaraf etmek için başvurduğu yöntemlerden birisi emek ve üretim sürecinde gerçekleşen değişimlerse, diğeri de kendisini örgütlü emeğin basıncından kurtaracak yeni kar alanlarına göç etmekti. 1960’lar itibariyle Türkiye’den başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine doğru gerçekeleşen emek göçünün de gösterdiği üzere, “çevre”den işgücü “ithal”i ise sermayenin aynı bağlamda hayata geçirdiği bir diğer mekanizmaydı. Sermayenin ve emeğin bu göçüdür ki, sınıf ilişkilerinin yeniden yapılanmasını da beraberinde getirdi. Hem “çevre”de hem de “merkez”de. 

Sermayenin göç ettiği bölgelerde yeni bir sınıf oluşumu açığa çıkarken, terkettiği bölgelerde ise, örgütlü sınıfın, yani “çekirdeğin”, kimi ögeleri, üretim sürecinden “dışlanır” hale geldi. Avrupa işçi sınıfının bu ayrıcalıklı, “çekirdek” kısmının “dışlanmayan” öğeleri kendisini sermaye ile çoktan uzlaşmış sosyal demokrat partilerde ve “sosyal diyalogcu” sendikalarda ifade ederken, işçi sınıfının “göçmen” kesimleri ise “Avrupa solunun” dayandığı güçlü bir sosyal zemin olageldi.

Avrupa işçi sınıfının bozunuma uğrayan, ayrıcalıklı konumunu kaybeden, üretim sürecinden “dışlanan”, kendisini geleneksel sosyal demokrasi ile ya da geleneksel sendikal hareket içerisinde ifade edemeyen ya da bu yapılar tarafından kapsanamayan, yani “çekirdeğin” dışlanan kesimleri ise bugünkü “sosyal hareketler”in öznelerini oluşturuyor. Büyük ölçüde…

Dolayısıyla sosyal hareketler dendiğinde sınıf dışı bir özneden değil, sınıfın değişen bir formundan bahsettiğimizin altını çizmek gerekiyor. Bu durum, kuşkusuz, sosyal hareketlerin öznelerinin kendilerini sınıf hareketinin bir parçası olarak gördüğü anlamına gelmiyor. Bu da konunun, sosyalistler tarafından tartışılmayı hak eden ayrı bir boyutu.


Ve Hindistan grevleri…


Yukarıda yazılanlar bağlamında, Silver ve takipçilerinin de vurguladığı üzere, Çin, Hindistan, Bangladeş gibi bölgelerde oluşum halindeki “yeni” işçi sınıfının eylemlerine; Avrupa ülkelerinde, “eski” işçi sınıfının “çözülüs” ya da “dışlanma” sürecindeki eylemlerine; Mısır, Tunus gibi bölgelerde ise sınıfın bu iki kategorinin dışında kalan kesimlerinin eylemlerine şahit olduğumuzu söylemek mümkün. Hindistan’da yaşanan grevler ilk kategorinin son örneğini oluşturdu.

Bağımsızlığını kazandığı 1947 yılından bu yanan kimi öğelerini Sovyetler Birliği’nden alan ve ekonomide önemli rol oynayan alanların devletin elinde kalmasına dayalı bir “ulusal kalkınma yolu” izleyen Hindistan 1991 yılından bu yana kapsamlı bir “liberalizasyon” saldırısı altında. Bu saldırının en önemli boyutlarını ise özelleştirmeler, yabancı sermaye çekmeye dayalı politikalar, kamu kurumlarının kapatılması ya da birleştirilmesi gibi uygulamalar oluşturuyor.

Türkiye’den de aşina olduğumuz bir hikaye, özelleştirmelerden önce ilgili kamu kuruluşlarının zarar etmesinin koşullarının yaratılması ya da ilgili kuruluşlarda sendikal örgütlerin zayıflatılmaya çalışılması da yukarıda bahsedilen sürecin tamamlayıcıları arasında.

Bahsedilen bu politikaların açığa çıkardığı işsizlik, enformelleşme ve kırsal / kentsel yoksulluk sonucunda ülke 2016’da 180 milyon işçinin katılımıyla dünyanın en büyük grevine şahit olmuştu.

Bu grevlerin yarattığı korku nedeniyle olsa gerek ki, Modi hükümeti bir süredir, Hindistanlı sendikacıların deyimiyle, işçileri köleleştirmeyi hedefleyen yeni bir sendika yasası hazırlığında.

Hindistanlı sendikacılar ilgili yasanın geçmesi durumunda Hindistan sendikacılığının öleceğinin altını çiziyorlar. Dolayısıyla Hindistan’da, bankacılık, ulaşım, imalat sanayi ve kamuda örgütlü yaklaşık 150 milyon işçiyi temsil eden 10 sendikanın inisiyatifiyle başlayan grevler dalgası yukarıda yazılanlardan bağımsız değil. 

Özellikle kamu kurumlarının kapatılması, özelleştirmeler, taşerona dayalı çalışma ve kırsal yoksulluk gibi konularda son derece önemli bir yer olan Banglore’da iki sendika önemli rol oynadı.

Birincisi ülkedeki en eski sendika konfederasyonu olan, yaklaşık 2 milyon 700 bin üyeye sahip ve aynı zamanda Hindistan Komünist Partisi ile güçlü bağları olan Tüm Hindistan Sendikalar Kongresi (AITUC). İkincisi ise Hindistan Sosyalist Birlik Merkezi’nin sendikal kolu olan, yaklaşık iki milyon üyeye sahip Tüm Hindistan Birleşik Sendikal Merkez (AIUTUC). Bu iki büyük sendikal yapı dışında, grevlerde sosyalist ya da komünist örgütlerle ilişkili çok sayıda sendika aktif rol aldı.

Grevler süresince grevci işçiler tren hatlarını durdurdular, otobanlarda yol kapattılar, kamu bankalarının ve okullarının çoğu kapandı ya da iş yapamaz hale geldi. Grevci işçilerin tepkilerinin yöneldiği asli noktalar ise yaşam şartlarındaki kötüleşme ve hükümetin sendikalara saldırılarıydı.

Öte yandan, Hindistan’da son yıllarda yaşanan tarımsal borç krizi nedeniyle 300 binden fazla çifti intihar etmiş durumda. Bu da grevlere küçük çiftçilerden öğelen önemli desteğin nedenini oluşturdu.


Yöneten eskisi gibi yönetemiyor!


Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) yakın zamanda yayımladığı Dünya İstihdam ve Sosyal Görünüm Raporu’nda 2018 yılında küresel düzeyde istihdam edilen 3 milyar 300 milyon insanın çoğunluğunun kötü çalışma koşullarını kabul etmek zorunda kaldığını belirtiyor. Raporda vurgulanan bir başka nokta da küresel düzeyde işsizliği düşürmeye dönük çabaların yeni işler yaratılmasında da çalışanların iş koşullarının düzeltilmesinde de başarılı olamadığı. Dünyadaki, resmi olarak, yaklaşık iki yüz milyon işsizin yanında yaklaşık 700 milyon insanın aşırı yoksulluk sınırları içerisinde yaşadığı da raporda vurgulanan bir başka nokta.


Yönetilen eskisi gibi yönetilmek istemiyor!


Dünya kapitalizminin resmi çalışma örgütünün verdiği bu rakamlar, kuşkusuz, doğduğu yıllar itibarıyla insanlığa daha fazla refah vaadeden kapitalizmin vaatlerinin de, ideologlarının argümanlarının da sona geldiğini işaret eder nitelikte.

Bu çerçevede liberal zevatın, örneğin yapay zeka, otomasyon ya da platform ekonomileri gibi alanlarda yaşanan gelişmelerin yukarıda bahsedilen sorunlara çözüm yaratacağı türden iddialarına ikna olmamız için de bir gerekçe yok. Nitekim, geçtiğimiz yılın Nisan ayında Kanada Büyüme Zirvesi’nde konuşan İngiltere Merkez Bankası başkanı Mark Carney dahi, ilerleyen teknolojinin yaratacağı kitlesel işsizlik, ücret durgunluğu, çalışanlar arasında kalifikasyon farklılaşmasına bağlı oluşan gelir eşitsizliği gibi olguların yanında yeni kuşaklar nezdinde komünizmin güçlenme “risk”ine dikkat çekiyordu.


Bir toplumsal program 


Tüm bunları dünya kapitalizmin giderek daha fazla içine gömüldüğü iktisadi ve siyasi istikrarsızlıklar ile birlikte düşündüğümüzde, yönetenin eskisi gibi yönetememe haliyle karşı karşıya olduğunu düşünmememiz için bir neden yok.

Bu yazı dizisinde ele almaya çalıştığımız ve neredeyse tüm dünyayı kapsayan sosyal muhalefet dinamikleri ise, kuşku yok ki, dünyanın farklı yerlerinden halkların, eskisi gibi yönetilmek istemediğinin açık göstergeleri.

Hal bu ise, karşı karşıya kaldığımız sorumuluk da açık: Siyasal alanda karşımıza çıkan baskının ve iktisadi alanda karşımıza çıkan, patriyarkal sömürü ve doğanın sömürüsü de dahil, sömürünün türlü biçimlerine karşı verilen mücadeleleri, uzun vadeli bir toplumsal kurtuluş, toplumsal özgürleşme yönelimiyle, bir program ile, enternasyonalist bir sosyal cumhuriyet programı ile bağlamaya dönük akıl yürütmek…

Hiç yorum yok: