7 Haziran 2015 Pazar

Güle güle Paytak, güzel kızım...









İlk kez Sol Kafe'de karşılaştık. Birkaç günlüktü.

Sol Kafe'nin sokağında resim atölyesi olan bir arkadaşın ayaklarının önüne düşmüş meğer bir binanın çatısından.


O da sahip çıkmış. Gördüğümde arkadaşımız bir biberonla beslemeye çalışıyordu. Ağzı yüzü süt içindeydi... Masmavi gözleri de kocaman açıktı.

"Benim de evde kedilerim var, ama bunu istemediler, siz alır mısınız" diye sordu arkadaşım, alışayım diye elime tutuşturmayı da ihmal etmeden.

"Eşime sormam lazım" dedim, ama "umarım o da ister" diye geçirdim içimden.

***

Sonrasında aldık, eve getirdik. İyi ama bir bebek kedi ile nasıl ilgilenmemiz gerektiğini bilmiyorduk ki. Hemen bir pire tozu alındı. Pireleri döküldü... Çok da hareketli idi sıpa. Nereden girip nereden çıkacağı belli olmuyordu... Sanki evin bütün köşeleri duvarın ötesinden birbirine bağlı da, birinden girip ötekinden çıkıyor.

***

Bir akşam, geldiğinin ikinci ya da üçüncü günü olsa gerek, çok hareketsiz olduğunu farkettik. Mama verdik yemedi, su koyduk önüne, içmedi ve aniden kusmaya başladı. Hemen veterinere koştuk. "Hasta bu yavru" dedi veteriner, "fazla alıştırmayın kendinizi, yaşamayabilir..." Her ihtimale karşı bir iki aşı da yaptı ama.


Eve geldik, her zaman durduğu yere koyduk, hareket etmekte zorlanıyordu. Bir karış ötesinde bulunan su kabına bile sürünerek gidiyordu; ama o haliyle bile, yediği iğnenin kızgınlığı ile olsa gerek, "hıh" dermişçesine kıçını dönmeyi ihmal etmedi. Tutup kendimize çevirdiğimizde, aynı tavrı gene koyuyor, sanki bir "hıh" diyor ve kıçını dönüyordu. Belli ki tavır alıyordu ve belli ki inatçıydı...


***


İnatçıydı gerçekten. Meğer daha önce bozuk mama yemiş olduğundan zehirlenmiş... Öncesinde de zaten çatıdan düşmüş. Sahip çıkan arkadaşın kedilerinden falan da dayak yemiş ilk gittiği evde... Ama inatçıymış ki, yaşadı... Hem de olabilecek en hınzır, en hergele, en komik, en duygusal, en zarif, en nazlı halleri ile...


***


Alışkın değildik ya evde hayvana... Çok eğleniyorduk; ama bir yandan da tüyü, çişi falan derken, hergün çamaşır suları ile temizliyorduk evi... Geldiğinin onuncu günü falan olsa gerek... Biz evde hayvan besleyemeyecek kadar titiz insanları herhalde diye düşündük ve karar verdik: "geri verelim aldığımız arkadaşa..."

***


Arkadaşa telefon açtık ve bakmakta zorlandığımızı söyledik. "Bakamazsanız alırım ben sizden, bakarsanız da her türlü yardımı yaparım" demişti. Sonra bir karton kutuya yerleştirdik... Vedalaşalım diye bir iki sevdik... Oyun sandı bunu, kutunun değişik yerlerinden patileri fırlamaya, patiler saklanıp kafası fırlamaya, sonra hepsi kaybolup, yeniden aynı sırayla çıkmaya başladı. Bu ilerleyen dönemlerde en sevdiği oyunlardan olacaktı...

Gözyaşları silindi, arkadaş yeniden arandı, Paytak bizimle kalıyordu...

***

Artık Paytaklı bir hayat vardı. Evin neresinden çıkacağı bilinmeyen, gizlendiğinde bulunmayan, her an oyun isteyen, ama ille de seninle aynı odada olmak isteyen Paytak...

Çiçeklere sürtündüğünde çiçek tozlarının etkisiyle çiçeğin rengini alan, ilgi görmediğinde kütüphanenin en üst rafına tırmanıp tek tek kitapları aşağı atan, o da olmadı herhangi bir yerden küt diye üstüne atlayan, yasak olduğunu bilerek girdiği mutfakta yakalandığında, ne yapıp yapıp kapı aralığından sıvışan, mavi gözlü, koca kulaklı, hınzır paytak.

İçi su dolu ev silme kovasının içinde ne var diye merak edip, kovanın içine düşüp üşüdükten sonra sokulmaya çalışan, kütüphanenin üzerine çıkıp arkasında ne var diye bakarken küt diye aşağı düşüp koca kütüphane ile duvar arasında kalıp, sonra sarkıtılan çarşaf ile kurtarılan Paytak.

Çalışma masanda çalışırken ille de gelip açık duran kitabın üzerine yatan, masadan kitap, silgi, kalem, ne bulursa aşırmaya çalışan Paytak.

Çocukken yataklarımızın üzerine oturmamıza asla izin vermeyen, evde bir hayvan ile yaşaması hayal bile edilemeyecek titiz annemin kucağında bile "hadi kızım taytay dur" sevgisine nail olan, güzel Paytak.

***


Küçükken en sevdiği oyun biryerleri delinmiş bir kutunun içine girip "nerede Paytak" oynamaktı. Kutuyu görünce hemen içine atlar, kapaklarının kapatılmasını beklerdi. Kapaklar kapatıldıktan sonra, önce bekler, sonra hiç beklemediğiniz bir anda deliklerin birisinden patilerinden birini çıkarırdı. Sonra patiler gider, hop, deliğe yaslanmış bir burun çıkar karşınıza...

***


Sonra bir ev arkadaşı oldu Paytak'ın: Çamur. Sevgili dost Aslı Odman'ın oğlu Çavdar'ın yavrularından. Paytak ne kadar kucak kedisi ise, Çamur da o kadar ürkekti. Belli ki, güvenmiyordu insanlara. Ama eve gelir gelmez prenses Paytak'ın ev sevdiği yerlere kurulmayı da ihmal etmedi.

Paytak çok bozuldu bu duruma. Yaklaşık bir ay boyunca, evin en arkasındaki odadan çıkmadı. Yanına her gittiğimizde tısladı, elimizi tırmaladı. Herhalde ona ihanet ettiğimizi düşünüyordu.


İlerleyen dönemlerde, evi ortadan ikiye bölen kapının altından Çamur ile kutularla oynadığı gibi bir oyun oynadığını gördük. İkisi bir arada durmasınlar, kavga etmesinler diye evi ortadan ikiye bölen kapı hep kapalı tutuluyordu. Kapının altından önce biri patilerini uzatıyor, diğeri yakalamaya çalışıyor; sonra öteki uzatıyor patilerini, bu sefer de öteki yakalamaya çalışıyor... Sonra, her nasıl olacaksa, Paytak, burnunu göstermeye çalışıyor kapının altından, olmuyor tabii..

Savaş bitmişti; arkadaş olmuşlardı. Sürekli birbirini yalamaktan, Çamur'un kovaladığı Paytak'ın son yolculuğunun, Çamur'un tırmanmayı beceremediği yüksek yerlerde bitmesine kadar uzanan, evde de müthiş bir hareketliliğe yol açan bir arkadaşlık. Ama hep beraberlerdi artık.

***


Benim Mersin'e taşındığım, Nevra'nın bir süre için İstanbul'da kalmaya devam ettiği dönemlerde Paytak'ın yanağında bir tüy dökülmesi olmuştu. Veterinere gittiğimizde, hayatında büyük bir değişikliğin olup olmadığını sormuştu veteriner. Benim Mersin'e taşındığımı öğrendiğinde teşhisi koymuştu: Depresyon...

Oyun arkadaşlarından birinin gitmesine üzülmüştü... Sonra barıştık.


***


Mersin'e yeni geldiği zamanlardı. Salonda uyuyakaldığım bir gecenin sabahına karşı, bir kedi sesi ile uyandım. Yeni taşındığımız apartmanda başkalarının da kedi beslediğini düşündüm önce. Sonra Çamur'un sürekli çevremde gezdiğini farkettim. Yaz olduğundan balkon kapısı da açıktı. Gelen miyavlama da tanıdıktı. Balkona çıktım. Sesin nereden geldiğini bir türlü bulamıyordum. Aşağı balkona baktım. Oradan gelmiyordu. Aşağının karşı balkonuna baktım. Paytaktı bağıran. Orada olmak için atlamak değil, uçmak gerekiyordu. Uçmuştu.

Kova sarkıtıldı. Gelmedi. Kovaya peynir kondu, gene olmadı. Halbuki, o peynirleri masada gördüğünde ve çevresinde kimse yoksa, mutlaka bir dil atardı. Belli ki korkmuştu. Yaylaya gitmiş olan alt komşuya ulaşıldı. Oğlu geldi, eve girildi, Paytak hanım kurtarıldı.


***

Uçtuğu o yerlerde gezinmeyi çok severdi. Hayatı çatıda başlamıştı, bir o kadar da korkaktı; ama gene de pencereden balkona geçmekten, daracık pencere pervazlarında gezinmekten alıkoyamadık onu. Her defasında yürek ağızda düşecek diye...

İşin tuhafı, altıncı katta bulunan dairenin penceresinden balkona geçtikten sonra, kendisi de korkar, yanınıza gelirdi. Sonra gene bildiğini okurdu, o ayrı.

***


Gece ortalıkta yoktu. Bir yerlere saklanmıştır diye düşündüm. Sabah da görünmedi ortalıkta. Aynı yerde pinekliyordur dedim. Ama görünmeyeli uzun zaman olunca, evi aradım. Çekyat altları, elbise dolabım, kütüphane ve dolap üstleri, seyehat çantalarının içi... Yoktu.

Bir korkuyla, Paytak'ı bulamadığım zamanlarda hep duyduğum o korkuyla, aşağıya baktım. Toprağın üzerinde yatan bir kedi vardı. Çalışma masasının üzerinde, kitapların arasına uzanmış gibi yatıyordu. Hareketsizdi...

***


Hareketsizdi. Bir pencereden balkona geçtiği zaman korkmuş Paytak'ın "sevin beni" diyen hareketsizliği. Aşağı indik. Sevdik, ağladık; ağladık, sevdik. Sonra bir kutuya koyduk... Patileri çıkmadı bu sefer kutudan. Burnunu göstermeye de çalışmadı. Hareketsizdi... Kaskatıydı. Belli ki, korkmuştu... Ama gene de güzeldi, narindi...

***
Güle güle güzel kızım... Güle güle güzel Paytak... Hayatımıza renk getirmiştin.

Hiç yorum yok: